Selâhaddin Çakırgil
’1960-80 / İslamcı Dergiler Sempozyunu’ ve..
İLEM (İlmî Etüdler Derneği) isimli bir sosyolojik araştırmalar kurumu var. Başkanlığını Lütfî Sunar üstlenmiş..
’1960-80 / İslamcı dergiler sempozyumu ve sergisi’ başlığı altında bir etkinlik hazırlamışlar, İst.- Üsküdar Belediyesi’nin Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde, 13-14 Mart günlerinde..
Şiddetli bir soğuk algınlığı geçirmekte olduğum bu günlerde, zorluğuna rağmen, bu proğrama katılmaktan kendimi alamadım.
13 Mart Cuma öğleden sonra sözkonusu merkeze gittim.
Salonda, sözkonusu döneme aid ve genelde İslamî eğilimli yayınlar yaptıkları kabul edilen dergilerle ilgili bir sergi de yer alıyordu. Güzel bir derleme yapılmıştı.. Bugüne göre ne kadar zayıf tekniklerle ve güç imkanlarla topluma seslenmeye çalışıldığının ilginç ve düşündürücü bir derlemesi.. İğneyle kuyu kazmaya çalışılmasının bir örneği..
Bugün böyle bir sempozyumun yapılmak noktasına gelindiğine bakılırsa, bazılarınca, emeklerin boşa gitmediği de düşünülebilirdi herhalde..
Sempozyumun yapılacağı Avrasya Salonu’na gidildiğinde de katılımcıların, izleyicilerin büyük kısmının bu sosyo-politik serüvenin içinde yaşamış veya izlemiş kimseler olduğu söylenebilirdi.
Ama, sahnenin iki tarafından sallanan Üsküdar Belediyesi flaması üzerinde yer alan ’resmî ideoloji ikonu’ resminin bu toplantıyla müthiş bir çelişki oluşturduğu düşünülmemişti herhalde.
Aradan bunca zaman geçti, bu tasalluttan hâlâ kurtulamamış olmamız, fikirlerimizin güyâ hür, ama, zihinlerimizin kelepçeli olması, acıdır. Halkın iradesiyle bir yerlere seçilenleri, öyle her yere, birilerinin 90-100 yıllık tahakkümü hatırlatan sembolleri yerleştirmeye kim zorluyor?
Bu gibi toplantılarda, bazı ülkelerde âdet olduğu üzere; en fazla, ülkenin birliğinin, sembolü olarak farz-ı muhal, C. Başkanı’nın resmi kullanılabilir. Belki de düşünülerek oraya konulmuştu, anlayamadım.. Birileri nanik yapıyor gibi, sanki.. Ama, kim kime yapıyordu?
Hangi yokluklar içinde nereden nereye geldiklerini anlatmaya çalışan İslamcı dergiler mi nanik yapıyordu, yoksa, o ’ikon’un temsilcileri mi?
Dahası, böyle bir durumu önemsiz görenlerin ve onun farkına bile varmayanların bulunması idi..
*
Proğrama beklediğimin üzerinde bir ilgi olduğunu gördüm. Önce, Lütfi Sunar konuştu, sonra, proğramın koordinatörü Vahdeddin Işık.. Daha sonra da, Üsküdar Belediye Başk. Hilmi Türkmen..
Üsküdar, Fatih, Eyub, vs. İstanbul’da bizim kültür ve medeniyetimizin asırlar boyu bekçiliğini yapmış kale burçları gibidirler; Kadıköy, Nişantaşı vs. ise başka dünyaların kolonileri havasını yansıtırlar.
Üsküdar’ı her ne zaman görsem, hatırlasam, Yahyâ Kemâl’in‚ ’İstanbul’un fethini gören Üsküdar’ isimli nefis şiirini hatırlarım..
Üsküdar, bir ulu rü'yâyı görenler şehri!
Seni gıptayla hatırlar vatanın her şehri,
Hepsi der: ’Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?
Bizim İstanbul'u fethettiğimiz mutlu günü!’
Elli üç gün, ne mehâbetli temâşâ idi o!
Sanki halkın uyanık gördüğü rü'yâ idi o!
Şimdi beşyüz sene geçmiş o büyük hâtıradan;
Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan;
Canlanır levhası hâlâ, beşer ettikçe hayâl;
O zaman ortada, her sâniye, gerçek bir hâl.
(…..)
Son günün cengi olurken, ne şafakmış o şafak,
Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,
Görmüş İstanbul'a yüzbin meleğin uçtuğunu;
Saklamış durmuş, asırlarca, hayâlinde bunu..’
Evet, üsküdar’da bu şiirde de anlatıldığı gibi , gerçekten de manevî bir hava sanki elle tutulur gibidir. İnsan ilişkilerine, çarşı-pazar esnafının tavırlarına kadar her yerde bu hissedilir. Burada mütevâzı bir hayat tarzı esas alınmış gibidir.
Her köşeden karşınıza çıkan câmiler, minareler, türbeler, çeşmeler, medreseleriyle..
*
Programın sunuş bölümünde, -Üsküdar gibi dev bir il büyüklüğündeki bir ilçe için- oldukça genç birisi olarak gözüken Belediye Başkanı Hilmi Türkmen güzel bir konuşma yaptı. O da, benim zihnimden geçtiği üzere Yahyâ Kemâl’in şiirine atıfta bulunuyor ve Üsküdar’ın İslâm’la şereflenmesinin İstanbul’dan çok öncelerde olduğunu hatırlatıyor ve bu gibi kültür çalışmalarının bundan sonra da devam edeceğini belirtiyor ve önümüzdeki dönemde, ’Üsküdar’ adıyla, bir dergi çıkaracaklarını ve bunda Belediye çalışmalarının haberlerini değil,Üsküdar’ın yüklendiği kültür ve medeniyet değerlerinin yansıtılacağının müjdesini veriyordu. Yani, edebî, fikrî ağırlıklı bir dergi..
Güzel bir haber..
Bir güzel haber de, sözkonusu döneme aid İslamcı dergilerin binlerce sahifesinin digital alana kayıdlarının yapıldığını ve bunların, İLEM’e gidecek olan araştırmacıların hizmetinde olacağının açıklanması idi.
*
Proğramın sunuş konuşmalarından sonraki ve Mehmet Ali Büyükkara başkanlığında,’İslamcılığı ve İslamî yayıncılığı yeniden düşünmek’ başlıklı ilk oturumda..
Vahdeddin Işık, Âsım Öz, Necdet Subası ve Cevad Özkaya’nın tebliğlerini/ sunumlarını dinledik.. Şahsen faydalandım..
’Resmî alanı aşma ve sivil mecra arayışları’ başlıklı II. bölüm ise, Mustafa Tekin başkanlığındaydı.
O bölümde Alev Erkilet hanım, Metin Karabaşoğlu, Ahmet Karakaya, Alperen Gençosmanoğlu’nun tebliğlerini dinledik.
Alev hanım, ’Nur Hareketi’nin diğer İslamî hareketlerle benzerlik ve farklılıkları’ üzerine, Karabaşoğlu da, ’Said Nursî sonrası Nurculuk ve İslamî Yayıncılık’ üzerine ilginç bir tebliğ sundu. Bu arada Gençosmanoğlu da, ’Hilâl Mecmuası’ ve etkinliği üzerine ilginç bir tebliğ sundu.
’Said Nursî’nin kendisini peygamber zannettiği’ gibi bir dinleyici sorusunu cevablandırırken, Alev Hanım’ın ’öyle zannetmiş olsa bile..’ gibi sözü üzerine, Karabaşoğlu’yla aralarında saygılı bir kısa tartışmanın meydana geldiğine de değinmeliyim.
(Ki, bu konudaki bir tartışmanın hemen daima var olduğu ve konunun, Said Nursî’nin dilinin kürdçe, farsça, arabça, osmanlıca karması olduğuyla anlatıldığı ve geçiştirildiği de bu vesileyle hatırlanmalıdır.)
*
Sempozyumun 14 Mart Cumartesi günü yapılan 2. gün bölümde ise..
Cumartesi sabahı saat 09.00-10.45 arasında, o tatil gününün erken saatinde yapılan ve Büşrâ Sürgit hanımın Mâvera dergisiyle ilgili, Ali Göçer’in Edebiyat dergisi ile, Y. Emre Özsaray’ınDiriliş dergisiyle ve Oğuzhan- Çolak, Enes Aksu ve Y. Emre Tapan üçlüsünün sunacağı açıklanan ’İslamcılığın komünizme bakışı’ başlıklı konulardaki tebliğlerini –yetişemediğimden- izleyemedim.
*
Günün, ’Düşüncede ve eylemde yeni arayışlar’ başlıklı ikinci oturumunda Ertuğrul Zengin’in,’Akıncı Güç ve Akıncılar dergilerinde, tartışmanın şiddeti ve dili’; Serkan Yorgancılar’ın, ’MTTB’nin ve Millî Gençlik dergileri’; Kâmil Yeşil’in ’Şûrâ- Tevhîd- Hicret dergileri ve İslamî düşüncede radikal tavır..’; ve Mehmet Erken’in ’Bir Yayıncılık menbaaı olarak Düşünce dergisi’ konulu tebliğleri vardı.
Bunlardan Kâmil Yeşil’in tebliği, beni özellikle daha bir yakından ilgilendiriyordu. Çünkü o dergilerden hele de Tevhîd ve Hicret’in hazırlanmasında, emeği ve sorumluluğu geçenlerden birisiydim.
Kâmil Yeşil’in tebliğinde, 1975-80’lerdeki taşkın heyecanlı ve o dönemin genç nesillerine yüksek bir direniş havasını verdiğini belirttiği bu dergileri çıkaranların henüz kendi fikrî gelişimlerini bile tamamlamışken; topluma yeni bir soluk getirdiklerine dair tesbitini, o dönemdeki diğer arkadaşlarım için olmasa bile, kendi adıma doğru bir tesbit olarak kabul ediyorum. (Ki, bu tesbiti, bir gün önceki proğramda, Âsım Öz bey de benzer şekilde dile getirmiş, henüz İstanbul Hukuk’u 1973’de bitirdiğime işaretle, benim ve diğer arkadaşlarımın o genç yaşta böyle bir yükü omuzlamaya kalkışmalarına dikkati çekmişti.)
*
Cumartesi gününün üçüncü oturumu ise, Mahmûd Hakkı Akın başkanlığında yapılmıştı.
Ayşen Baylak’ın‚ ’Soğuk Savaş Dünyasında Ümmeti Tahayyül Etmek: İslam Mecmuası ve İslam Âleminden taşıdıkları’; Fatih Kucur’un, ’İslam’ın Son Kalesi’nde bir Umut: İslam Medeniyeti dergisi’; Tûbâ Aydın’ın, ’Tohum Dergisi: Semiyolojik bir okuma’ ve Nureddin Ürün’ün ’İslamcılık ve Merkez Ulemâsı’ başlıklı tebliğlerini, gazeteye yazımı yetiştirmek zorunda olduğumdan, dinlemek imkanı bulamadım, maalesef..
*
Cumartesi gününün son oturumu ise, Süleyman Aslantaş’ın başkanlığında yapılan’Tanıklıklar’ bölümü idi. Açıklanan proğrama göre, bu oturumda ’Beşir Eryarsoy, İsmail Kazdal, Şûle Yüksel Şenler, Turan Koç, Hasan Güneş ve bir de ’fakir’in yer alacağı açıklanmıştı. Ancak, rahatsızlığım dolayısiyle gecikmeli olarak katıldığım proğramda, Şûle Yüksel Hanımın da rahatsızlığı dolayısiyle katılmadığını gördüm. Kendisine şifalar diliyorum.
Diğer konuşmacılardan sonra, konuşması sırası gelince.. Yerimi almak zorundaydım.. Ama, şiddetli bir kuru öksürük yüzünden sesim kısıktı ve titriyordum da..
Yine de 20 dakika kadar bir konuşma yaptım.. Sonra da yığınla sorular geldi.
Soruları özetleyerek, cevablamaya çalıştım. Bu konulara başka yazılarımda da değinebilirim.
Ama, ’ümmetin birliğinin yeniden kurulabilmesi için, mezheb farklılığının ve şiîlik / sünnîlik arasındaki mezheb farkılılıklarının nasıl giderilebileceği’ üzerine bir soruyu cevablandırmaya çalışırken, mezhebler arasında, temelde itiqadî bir farklılık olmadığını; meydana gelen ayrılıkların, siyasî, tarihî ve diğer sebeblere ve uzun asırlarımızı dolduran düşmanlıklara dayandığını söyleyip sözlerimi noktaladım.
Hemen ardından, Süleyman Aslantaş bey, ’Hz. Ebu Bekr, H. Ömer, Hz. Osman’a, Hz. Aişe’ye hakaret eden, İmamet’e bağlılığı imanın şartı sayanlarla benim itiqadî bir farklılığım vardır..’ şeklinde hışımlı bir beyanda bulundu.
’Fakir’ de hemen‚ ’Ben şahsî anlayışlardan değil, itiqadî farklılık olmadığı’ndan sözettiğimi belirtip, benzer konularda, şiî müslümanların içinden nicelerinin de aynı acıyı duyduklarına bir örnek olarak, Hâşimî Refsencanî’nin birkaç ay önce, ’IŞİD/ DAİŞ ve diğer radikal unsurlar nereden çıktı?’ diye hayıflanıldığından hareketle, ’kendi sorumluluklarımızı da düşünelim’çağrısında bulunarak; ’Hz. Fâtimâ’nın vefat günlerinde okunan mersiyelerde Hz Peygamber’in sahabelerine hakaret edildiği ve bunun bir âdet değil, bir ibadet gibi yerine getirildiği’ şeklindeki yakınmasını ve ’Kur’an bize, aranızda nizalaşmayın, gücünüzü yitirirsiniz..’ diye yol göstermişken, ’Buna riayet etmediğimiz için, onbinlerce km. uzaklardan gelen emperyalist güçlerin gelip, müslüman coğrafyalarını bombardıman edebildikleri ve müslümanların bu duruma karşı çaresiz kaldıkları’ şeklindeki eseflenişlerini örnek olarak gösterip, onun bu sözlerinin kendi toplumuna bile yansıtılmadığını da işaretleyerek sözlerimi noktaladım.
haksöz