İbrahim Karagül

İbrahim Karagül

28 Şubat için yolsuzluk soruşturması açılmalı!

28 Şubat 1997'deki ünlü Milli Güvenlik Kurulu toplantısından bu yana tam 13 yıl geçti. 28 Şubat 2010 Pazar günü saat 13.00'te Beyazıt Meydanı'nda geniş çaplı protesto gösterisi yapılacak, "28 Şubat Darbecileri Yargılansın", "Gasp Edilen Haklar Geri Verilsin!" talepleri dile getirilecek.

13 yıl önce, Türkiye'de kendilerini seçkinci, dokunulmaz, devlet iktidarının gerçek sahipleri görenler, bu güçten hareketle, ülkeyi koruyup kollama gerekçesine sığınanlar, başkaları tarafından belirlenen tehdit tanımlamalarını öne sürerek Türkiye toplumunu ve devleti yeniden dizayn etme arayışına girişmişler, sokakları bölmüşler, bu ülke vatandaşlarının çok önemli bölümünü tehdit ilan etmişler, akılalmaz hak sınırlamalarına girişmişlerdi. Bugün, benzer senaryolar yüzünden gözaltına alınıp sorgulananlar, aslında yeni bir 28 Şubat projesinin zanlılarıydı. Çünkü ortaya çıkarılan bütün senaryolar, o dönemin tehdit algılamalarına göre hazırlanmış, aynı hedeflere odaklanılmıştı.

Ancak 28 Şubat çokuluslu bir projeydi. Türkiye ile başlayıp biten, Türkiye'nin geleneksel iç iktidar kavgalarıyla sınırlı değildi. On üç yıldır, müdahalenin bu boyutunun yeterince tartışılamadığını üzülerek görüyoruz. Son darbe senaryolarının Türkiye dışı boyutlarına da hiç değinilmemesi dikkat çekici değil mi? Sanki bir güç, darbe senaryolarının, aylardır devam eden operasyonların Türkiye dışı bağlantılarına açılan kapıları birer birer kapatıyor.

28 Şubat; 1996'larda ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Ürdün, Mısır'ın oluşturduğu eksenin yeni Ortadoğu tasarımlarına göre şekillendirildi. Belirlenen tehdit uluslararası boyuttaydı ve asla Türkiye ile sınırlı bir durum değildi. Anglo-Amerikan-İsrail cephesinin bölge ve küresel tasarımlarına ayarlı bir Türkiye projesi uygulandı. 2001 yılında, henüz 11 Eylül saldırısı olmadan, ABD dünyanın büyük bölümüne savaş açmadan, Irak işgal edilmeden, terörle mücadele savaşı açıktan başlatılmadan bunları tartıştığımızı hatırlıyorum. O kadar zaman geçmesine rağmen, bugün hala benzer senaryolarla uğraşmamıza rağmen, 28 Şubat aktörlerinin uluslararası sistem tarafından neden ödüllendirildiğinin, neden bu sürecin yeni küresel eğilimlerle iç içe olduğunun sorgulanamaz olduğunu bilmiyoruz.

O dönemlerde; yeni tehdit algılamaları pazarlanarak, Türkiye'de etkili çevreler kullanılarak, titizlikle hazırlanmış projeyi uygulayanlar, "Müslüman" kimlikli bütün organizasyon ve çevreleri hedef tahtasına koydu. Müslüman ülkelerin hiç birinde sistemle uzlaşmak isteyen Müslüman oluşumlara izin verilmedi. Pilot ülkelere "İslam'la mücadele projeleri" sunuldu. Her ülkenin bir şekilde 28 Şubat'ı oldu. Türkiye ile aynı zaman dilimleri içinde Fas'tan Endonezya'ya kadar bir çok ülkede terörle mücadele üsleri kuruldu, ortak operasyonlar yapıldı. Tehdit ortadaydı ve bu tehditler öncelikle Müslüman ülkelerle birlikte mücadele edilmeliydi.

Türkiye'nin bu aşamadan sonra "İslam'la mücadele tecrübesi" ihraç etmeye başladığını biliyoruz: 28 Şubat'ı, etkileri ve sonuçlarıyla uluslararası düzeyde İslam'a karşı yürütülen kampanyanın etki ve sonuçlarını karşılaştırdıktan sonra, Türkiye'de uygulanan süreci ne kadar bağımsız ve yerli görebilirdik?

Birileri bu ülkede dar alanda iktidar hesapları yaparken birileri Türkiye'yi ve İslam dünyasını dizayn ediyordu. Türkiye'de atılan adım, 11 Eylül sonrası açıktan uygulamaya konulan "küresel 28 Şubat"ın provasıydı. Projenin alt yapısını, 1996'da Benjamin Netanyahu'ya sunulan "A Clean Break: A New Strategy for Securing the Realm" çalışması oluşturuyordu. Bu çalışmanın mimarları daha sonra; "Koca koca generallerin bu kadar kolay işbirliği yapacağını biz bile düşünememiştik" diyebiliyordu. İşte "bin yıl sürecek" plan, bu çevrelerin ürünüydü. 28 Şubatçılar, bu ülkeyi adeta satmışlardı.

Savaş ve olağanüstü haller dışında askeri kişilerin sivil mahkemelerde yargılanabilmesine ilişkin kanun değişikliğinin tartışıldığı günlerde; 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının, "12 Eylül Anayasası"nın değiştirilebilmesinin Türkiye'de darbeler tarihini gerçekten de sona erdireceğine dair umutlarımız güçlenmişti. Ancak 12 Eylül'den önce 28 Şubat 1997'de yaşanan askeri müdahalenin sorgulanabilmesi, sorumlularının yargı önüne çıkarılması, bu darbenin mali/yolsuzluk boyutlarının irdelenmesi, Türkiye dışı güçlerin etkilerinin ortayla serilmesi gerekiyordu.

Türkiye gibi bir ülkenin içeride bir cuntanın dışarıda ise bazı ideolojik grupların, cemaatlerin elinde oyuncağa dönüştürülmesi, Türkiye toplumunu sokaklara kadar bölecek nitelikte projeler uygulanması, milletin bir bölümünün tehdit ilan edilmesi ve cezalandırılması gibi acı gerçekleri unutmak mümkün müydü? Onlar, bu ülkenin bölge politikalarını, güvenliğini birkaç ülkenin bölge çıkarlarına hapsetmiş, başkalarının çıkarları için, tehdit algılamaları için kendi insanlarını düşman ilan etmişlerdi. On yıldır aynı düşmanlıkla hazırlanmadı mı yeni darbe senaryoları... 28 Şubat'ın mimar ve uygulayıcılarının daha sonra hangi ülkelere tekmil verdiklerini, hangi ülkeler tarafından korunduklarını bir kez daha düşünelim. En acı olanı da, bütün bunları Türkiye'nin yüksek çıkarları için, vatan kurtarmak için yaptıkları palavrasıydı. Kısaca; dışarıdan bir darbe tezgahlandı. Darbenin efendileri, o zamanlar emirleri kanun gibi olanlar değildi. Onlar aslında emir eriydi.

Diyet borcu olarak İsrail'e verilen milyarlarca dolarlık askeri ihalelerin de 28 Şubat gibi sorgulanması gerekiyor. Öncelikle kapsamlı bir yolsuzluk soruşturması açılması gerekiyor.

yenişafak

Bu yazı toplam 2317 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar