ABD-İsrail-AB Mihverinin İkili Kıskacı

ABD-İsrail-AB Mihverinin İkili Kıskacı

Soğuk savaş sonrasında inşa edilmeye çalışılan “tek kutuplu” küresel sistem, ABD-İsrail-Avrupa Birliği (AB) üçlü mihverinin “stratejik ittifakı” önderliğinde alternatifsizleştirilmeye çalışılıyor.

ABD-İsrail-AB Mihverinin İkili Kıskacı Ve Türkiye’nin Tavrı:
Soğuk savaş sonrasında inşa edilmeye çalışılan “tek kutuplu” küresel sistem, ABD-İsrail-Avrupa Birliği (AB) üçlü mihverinin “stratejik ittifakı” önderliğinde alternatifsizleştirilmeye çalışılıyor. ABD liderliğinde, AB desteğinde ve İsrail güdümündeki “üçlü mihver” stratejik ittifakı, neoemperyal hegemonya arayışında “Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyası”nı merkez kabul etmektedir. Söz konusu coğrafya, Osmanlı Devleti’nin bir şekilde egemenliği altına girmiş ya da dolaylı olarak etkisi altında bulunmuş İslam coğrafyasını kapsamaktadır. Dolayısıyla bu “hedef coğrafya” üzerinde yaşamakta olan hâkim unsurların ve coğrafi ruhun Türkiye’yle olan özel bağlarının “bu hedef ülke”ye yüklediği sorumluluk ve kazandırdığı ayrıcalıklı konum “üçlü mihveri” gerçek anlamda tedirgin etmektedir. O nedenle, 11 Eylül 2001 tarihinde başlatılan neoliberal “tek kutuplu” küresel sistemi inşa etme süreci, özellikle Türkiye’yi “merkezin merkezi”ne yerleştiren bir “stratejik plan” çerçevesinde işletilmeye çalışılmaktadır.
Bugün, Türkiye’nin içinde bulunduğu zorlu koşullar ve bu koşulların uzantısı konumundaki ‘Ermeni soykırımı iddiası ile PKK terörü perdeli Kürt sorunu’ kıskacı temelde, Türkiye’nin bu coğrafyadaki liderliğini ortadan kaldırmaya yönelik stratejik amaçların en önemlilerinden birisidir. Bu durumda, “soykırım ve terör” ya da “Ermeni tehciri ve Kürt açmazı” veya “parçalama ve bölme” vs gibi sorunları Türkiye’nin önüne çıkararak bu ülkeyi kıskaca alan ABD-İsrail-AB üçlü mihverinin sinsi oyunlarının sadece çıplak gözle görünenlerini değil, hayal dünyamızın alabileceği muhtemel en korkunç senaryolu olanlarını da dikkate almamız gerekmektedir. Bu vurgulayıcı hatırlatmadan yola çıkarak; Türkiye’nin, içine sürüklenmekte olduğu bataklık, karmaşa, kargaşa, bunalım ve yalnızlık sarmalını sonuç çıkarıcı bir şekilde analiz etmek “ülkeyi idare edenlere” gerçek anlamda yol gösterici olabilir. O halde, biz de değerlendirmemize, 2007 yılı başından itibaren Türkiye gündemini işgal eden seçim süreçleri dönemiyle başlayarak, konuya ilgi duyanları “derinlemesine araştırmaya teşvik edecek” bir bakış açısıyla derinlik kazandırmaya çalışabiliriz.
Evet, Türkiye; geçirdiği zorlu seçimler döneminden sonra, rahata ermiş olmanın verdiği huzur ve güvenle kafasını yukarıya kaldırdığında, “çevresini sarmalamaya çalışan üçlü mihver” tarafından ciddi anlamda köşeye sıkıştırılmaya çalışıldığını fark etti. Öyle ki; genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde “suya sabuna dokunmayan” bir edayla hareket ettiği izlenimi veren Batı, gerçekte o zaman dilimi içerisinde “örtülü operasyonlarla oluşturduğu altyapı” sayesinde, şimdilerde çok keskin bir şekilde düğmeye bastı ve Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmekte kararlı olduğunu net bir şekilde göstermiş oldu. Bu açık ve yadsınamaz gerçeğe rağmen; süreci ve yaklaşan tehlikeyi okuyamayan bazı çevreler, Türkiye’yi çıkmaz sokaklara ve kurtulunamaz bataklıklara sürüklemek isteyen şer odakların oyununa gelerek, “Irak’ın kuzeyine askeri hareket ve Ermeniler üzerinde Batı’yla hesaplaşma” hayallerine kapılıp, ülkeyi onulmaz acılara düşürmeye çalışıyorlar.
Hâlbuki Türkiye’nin çevresindeki ateş çemberini oluşturan ABD-İsrail-Avrupa Birliği (AB) üçlü mihveri, eski Osmanlı coğrafyası üzerindeki “yeniden taksimi öngören” neoemperyal emellerine ulaşmak için, önlerinde yegâne engel olarak gördükleri Türkiye’yi güçten düşürmek, parçalamak ve piyon haline getirmek istiyorlar. Çünkü uzun yıllar boyunca, AB’ye üyelik bahanesiyle altını oymaya çalıştıkları bu ülke, soğuk savaş sonrası dönemde ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde şaşırtıcı bir sıçrayış göstererek üçlü mihveri gerçek anlamda şoke etmiştir. Hatta daha önceleri, “bölgesel güç veya aktör” olacağı söylenen Türkiye’nin işte “beklenmedik” bu sıçrayışı ve Tayyip Beyin karizmasının da katkısıyla ortaya koyduğu performans sayesinde, şimdilerde muhtemel “küresel güç, oyuncu ve aktör” olarak dillendirilmesi, üçlü mihveri daha da rahatsız etmektedir.
Hakikaten yakaladığımız bu şaşırtıcı ivmeyi, büyüleyici havayı ve cazibeli pozisyonu boşa çıkarmak isteyen üçlü mihver, Türkiye’yi “Ermeni iddiaları ve terörle beslenmeye çalışan Kürt kartı”yla güçten düşürmeye çalışıyorlar. Aslında, “stratejik derinlik, değersel bütünlük ve kültürel kapsayıcılık” ölçüleri göz önünde bulundurularak söz konusu hamleler karşılanarak savuşturulabilirse; Türkiye, üçlü mihverin kullandığı bu ikili kıskacı oldukça faydalı yönde bir fırsat olarak kullanabilir. Açıkçası Türkiye’nin, içine sürüklenmekte olduğu kriz sürecini fırsata dönüştürebilmek için, kesinlikle ülkedeki hiçbir kesimin tahriklere, teşviklere ve yanlış bilgilendirmelere kapılmaması ve de Türkiye’yi sonu belirsiz maceralar içerisine atmak isteyen sinsi odakların ayak oyunlarına gelinmemesi gerekmektedir. İyi bilinmelidir ki, ne Ermeni “soykırımı” kampanyaları, ne PKK terörü ve ne de Kürt sorunu kendiliğinden ve söz konusu yerel güçlerin hamleleriyle Türkiye’nin önüne çıkarılmış değildir. Öyle ise, kesinlikle söz konusu problem, karışıklık, taciz, karalama ve tahriklere karşı duygusal tepki koyulmamalıdır.
Zira Türkiye’nin önüne çıkarılmış olan bu sorunları analiz ettiğimizde görüyoruz ki; ne sorunlar Türkiye’nin özünden kaynaklanıyor, ne sorunları yaşadığı iddia edilen kesimlerin ortaya koyduğu iddia edilen tepki Türkiye’yi tek seçenekli reaksiyona (savaşa) mecbur kılıyor ve ne de süreç tamamen Türkiye’nin elinden çıkarak üçlü mihverin inisiyatifine geçmiş bulunuyor. O halde hem süreci, hem muhataplarımızı ve hem de oyunu özlü bir şekilde çözümleyerek ortaya koyabilirsek hem Türkiye üzerinde oynanan bu oyunları kesin bir şekilde afişe etme imkânı yakalamış oluruz ve hem de çözüme yönelik projeksiyonların çeşidini artırarak hata yapma payımızı en aza düşürme şansını yakalamış oluruz.
Öyle ise, önümüze çıkarılmakta olan sorunlarla mücadele ederken, “askeri operasyon, ticari ambargo, ittifak ilişkilerini askıya alma” vs gibi tekli ve alternatifsiz reaksiyonlardan kesinlikle kaçınılmalıdır. Çünkü, eğer direk karşı hamleyi gerektiren doğrudan mücadele etme yolunu seçersek “günü kurtarma ve sahnelenen oyunun senaristlerinin oyuncağı olma” konumuna düşmüş oluruz. O nedenle, madem böyle önemli sorunlarla yüzleştiriliyoruz; öyle ise, mutlaka sürecin temel dinamiklerini, perde arkası gerçeklerini, muhtemel ittifak ilişkilerini, çeşitli caydırıcı unsur veya araçlarını ve önümüzdeki alternatif çıkış yollarını net bir şekilde ortaya koyarak sorunların kökten çözümüne yönelmeyi denemeliyiz.
Bu bağlamda Ermeni iddiaları, PKK terörü ve Kürt sorunuyla ilgili olarak özellikle şu hususlar belge, bilgi ve gerçeklere dayalı olarak kesin bir şekilde ortaya koyulmalıdır:
1- Her şeyden önce, Ermeniler ile Türkler, “soykırım iddialarının atfedildiği yıllarda” Osmanlı Devleti’nin tebaasıydılar. Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı o yıllarda (19914-1918) Ermeniler, Osmanlı Devleti topraklarında bağımsız bir ayrı devlet kurmak için her türlü terör hadisesini meşru sayarak, Anadolu’da yaşamakta olan yüz binlerce Müslüman insanı toptan imha etme yoluna gitmişlerdir. Bu uğurda, Rusya’nın Doğu Anadolu Bölgemizi işgalini de fırsat bilerek, çok sayıda insanı toplu halde katletmiş veya ateşe vermişlerdir. Dolayısıyla, yıkılmaya çalışılan Osmanlı Devleti, imha edilen ise masum Anadolu halklarıydı (Türkler, Kürtler gibi başka Türk boyları ve diğer Müslüman halklardı). Her ne kadar Birinci Cihan Harbinde yıkılan Osmanlı’nın külleri arasından “mirasçı konumunda olan” Türkiye Cumhuriyeti çıkmış ise de, Ermenistan gibi onlarca farklı devlet de Osmanlı coğrafyası üzerinde kurulmuştur. Öyle ise, arkadan vurulan ve ihanete kurban giden Osmanlı ve onun mirasçısı varsayılan Türkiye Cumhuriyeti’nin mahkeme önüne çıkarılması yerine; aslında Osmanlı’ya ihanet eden ve Osmanlı tebaasını katleden Ermeniler ile onları bu yola teşvik ederek destek olan Batılılar mahkeme önüne çıkarılmalıdırlar.
2- Mevcut koşullar bağlamında meseleye baktığımızda, rahatlıkla belirtebiliriz ki; Ermeniler, gerçek suçlu oldukları bir konuyu “milli dava ve çağdaş hesaplaşma” konusu haline dönüştürecek ne yeterli güce, ne yeterli kanıta ve ne de yeterli cesarete sahip değillerdir. Osmanlı’nın en sadık halklarından biri olan bu masun Ermeni halkını, birkaç çapulcu marifetiyle kurdurdukları terör çetelerinin peşine takat Batılılar; şimdilerde ise, aynı sinsi hesaplarının gereğini yapmak üzere, açlık ve sefalet içerisinde bulunan Ermenistan’ı Türkiye’ye karşı koz olarak kullanma kurnazlığına kurban etmeye çalışıyorlar. O nedenle, Ermenistan ve Ermenileri karşımıza değil bizzat yanımıza alarak bu sinsi oyunu savuşturmanın gereği yapılmalıdır. Zira aslında Ermeniler, din hariç tutulacak olursa, her yönden “Batılılara göre” Türkiye ve Türk halkına daha yakın özelliklere sahiptirler. Bu gerçeği hatırda tutarak, öncelikli olarak, Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaşanan sıkıntıların çözümü ve perişan durumdaki Ermenistan halkının ihtiyaçlarının giderilmesi noktasından işe başlanılmalıdır. Daha sonra, bu yeni açılım döneminde derhal, Batılıların piyon haline getirdikleri Ermenilerle birlikte hareket edebilmemize zemin hazırlayacak olan çok yönlü proje ve anlayış biçimleri devreye girdirilmelidir. Özellikle, “belge, bilgi ve hukuka dayalı olmayan” siyasi irade ve keyfi kanaati esas alan, Batılı parlamento ve senatolarda alınan kararları kanıt varsayarak “Ermeni soykırımı”nı kabul eden yaklaşımların hiçbir hukuki geçerliliğinin olmadığını net bir şekilde Ermenilere ve dünya kamuoyuna izah edip, ivedi olarak Ermenilerin daha fazla istismar edilmesinin önüne geçilmelidir.
3- Öte yandan PKK terörü ve Kürt sorunu “tarihsel geçmiş” perspektifinde ele alındığında denebilir ki; “et ile tırnak” mesabesindeki Türk ve Kürt halklarının aralarında “halledemeyecekleri” hiçbir mesele olmamasına ve olmaması gerektiğine rağmen, bölge üzerinde özel hesapları olan üçlü mihver, bu iki halkı birbirlerine karşı kullanmayı deniyorlar. Açıkçası, eğer Türk ile Kürdü birbirlerinden farklı ırklar şeklinde değerlendirecek olsak bile; binlerce yıldan beri birbirleriyle sürekli olarak evlilikler yaşayan bu iki halkın hangilerinin Kürt, hangilerinin Türk olduğunu kesin bir şekilde ortaya koymak mümkün değildir. O nedenle, bugün Kürt davasını sahiplenenlerin beklide çoğu gerçekte Türk olmasına rağmen, o kişiler sinsi odakların oyununa geldikleri için, bu iki halkı birbirine düşman etmeye çalışmaktadırlar. Kaldı ki, yakalanan ve öldürülen teröristlerin kimlikleri incelendiğinde, çoğunun “oyuna gelen” yerli gayrimüslimlerden ve yabancı kökenlilerden oldukları anlaşılmaktadır. Sadece bu kimlik tespiti bile göstermektedir ki, “Kürt kimliği” ile hiçbir alakası olmayan bu kişilerin PKK terörüne destek vermeye itilmelerinin arkasındaki güçlerin gerçek hesapları bambaşkadır. Dolayısıyla, Kürt sorunu ve PKK tuzağına karşı, öncelikli olarak bölgemizde yaşayan bütün Kürt halklarıyla birlikte hareket edebilmenin altyapısı oluşturulmalıdır. Dolayısıyla, atılmak istenen adımlara sadece bu noktadan baktığımızda bile, meseleyi sadece askeri tedbirler noktasına ele almanın, Türkiye’nin önüne kapatılamaz çukurların açılmasına neden olabileceğini rahatlıkla görebiliriz.
4- Son aylarda daha dikkat çekici bir hal alan PKK terörü ve Kürt sorunuyla ilgili olarak, Türkiye’nin aklını perdelemeyi, izanını kapamayı ve gözünü kör etmeyi hedefleyen karmaşık hamlelerin temel hedefi Türkiye’yi Irak bataklığına çekmektir. Unutulmamalıdır ki, ABD’nin işgali altındaki Irak topraklarını hedef alan herhangi bir askeri operasyonda asıl muhatabımız ABD olacaktır. O nedenle, ABD’nin müsamaha göstermeyeceği ve çeşitli resmi garantiler vermeyeceği hiçbir ortamda Türkiye, Irak’a yönelik doğrudan bir askeri operasyona girişmemelidir. Bu bağlamda benimsenebilecek öncelikli mücadele biçimi dolaylı ve örtülü savaş yöntemidir. Türkiye’nin hâlihazırda kullandığı mücadele biçimi “düşük yoğunluklu olsa da” bu şekilde olmaktadır. Öyle ise, hâlen İran’ın kullandığı bu yöntemin daha da geliştirilerek kullanılmasının Türkiye için herhangi bir riski yoktur. Bu anlamda faydalanılabilecek olan ikinci yöntem, İran ile girişilecek ortak mücadele yöntemidir. ABD-İsrail-AB mihverinin Türkiye’deki operasyonlarında kullandıkları PKK ile İran’daki operasyonlarında kullandıkları PJAK terör örgütleri aynı köke dayanmaktadırlar. Öyle ise, Irak’ın kuzeyinde ve üçlü mihverin güdümündeki PKK ve PJAK’a karşı ortak operasyon yapmak ve de bu amaçla Irak’ın kuzeyini hallaç pamuğuna çevirmek için, İran ile Türkiye’nin “kapsamlı bir anlaşmaya dayalı olarak” birlikte hareket etmeleri çok akılcı, güvenli, başarılı, bilinçli ve caydırıcı olacaktır. Zaten, bu iki güçlü ülke, ancak böyle bir ittifak ilişkisi içerisinde ortak hareket etme beceri ve başarısını sergileyebilirlerse hem kendi içlerinde, hem Irak’ta ve hem de bu bölgede üçlü mihvere karşı kendi rüştlerini ispat edebilir ve denge unsuru olabilirler. Zaten, iki ülke arasında böyle bir ittifak ilişkisi kurulacak olursa, üçlü mihver derhal çark ederek Türkiye’yi kaybetmemenin çarelerini arayacaklardır. Böylece, terör belası ve Kürt sorunu da kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır. Bu amaçla kullanılabilecek üçüncü bir yöntem ise, üçlü mihverle olan ilişkilerin “stratejik ortaklık” tarzı vurgulardan arındırılarak sıradan bir yapıya dönüştürülmelidir ki, bu konuda devreye girdirilecek olan politikaların “blöf ağırlıklı” olmasına özel bir önem atfedilmelidir. O halde, bu konuları sorun haline getiren ve Türkiye’yi Irak batağına çekmeye çalışan üçlü mihverin hamlelerine karşı “bölge halklarıyla birlikte” hareket ederek, zaman geçirmeden, derhal alternatif sinsi oyun ve hamleler geliştirilmelidir. Bunun için de, çok yönlü ve zengin boyutlu projeleri devreye girdiren bir anlayışla söz konusu sorunlar ivedi bir şekilde yeniden ele alınmalıdır.
5- Türkiye, üçlü ittifak güdümünde kendisini kıskaca almakta olan sorunların hiçbirisi karşısında savunmacı, yatıştırıcı, içe kapanıcı, statik yapılı ve korkulu davranmamalıdır. Devletler tarihine baktığımızda görüyoruz ki, nice küçük ve zayıf yapılı dinamik güçler ile büyük ve güçlü yapılı statik (statükocu) güçlerin mücadelesinden genellikle dinamik yapılı olanlar galip ayrılmışlardır. Bu açık tecrübe ve gerçekler dikkate alınarak; derhal “statükocu ve savunmacı” davranış kalıplarımız imha edilmeli ve yerlerine dinamik yapılı olanları ikâme edilmelidir. Dolayısıyla, bütün iç ve dış politika açılımlarımız başta olmak üzere, derhal gerek Ermeni “soykırımı” iddiaları ve gerekse PKK terörü karşısındaki içe kapalı, savunmacı, ürkek, kabuğunu kıramayan ve statik yapılı davranış kalıplarımızı terk ederek, kesintisiz bir biçimde aksiyoner, dinamik ve değişimi esas alan davranış biçimlerini devreye girdirmeliyiz. Aksi halde, Türkiye’nin mevcut sorunlarının daha da palazlanmasına ek olarak, daha önceleri bir vesileyle gündeme getirilen çok sayıda farklı sorunların yeniden Türkiye’nin önüne sürülmesi kaçınılamaz bir gerçek olacaktır.

Dr. Sıddık Arslan ([email protected])
AB-Uluslararası İlişkiler Uzmanı Ve Siyaset Bilimi Doktoru