ABD Türkiye'yi Niçin Karşısına Alıyor?
Soğuk savaş döneminde, Batı ittifakının en önemli kanatlarından birisi ve Sovyetler Birliği’ne karşı NATO’nun asker deposu rolünü üstlenmiş olan “stratejik ortak” Türkiye ile ABD arasında...
ABD, “Güvenilir Müttefiki” Konumundaki Türkiye’yi Niçin Karşısına Alıyor?
Soğuk savaş döneminde, Batı ittifakının en önemli kanatlarından birisi ve Sovyetler Birliği’ne karşı NATO’nun asker deposu rolünü üstlenmiş olan “stratejik ortak” Türkiye ile ABD arasında beş yıldan beri yaşanmakta olan gerilim, restleşme ve hesaplaşma ortamı “dış politika ve diplomasi ilişkilerinin karakteri açısından” önemli bir “ibretlik vesika” olarak karşımızda duruyor. Uluslararası ilişkilerde ebedi dostluk, düşmanlık veya dargınlıkların olamayacağı; ikili ilişkilerin duygusallık ve erdemlik yerine menfaat esaslarına göre yürütüleceği yönündeki ilkelerin somutlaştırılması adına, verilebilecek en iyi somut örnek “yarım asırlık ABD-Türkiye ilişkileri”nin takip ettiği seyirdir.
Her ne kadar soğuk savaş yıllarındaki (1946-1991) ABD-Türkiye ilişkileri “asimetrik denge” esasına göre yürütülmüş olsa da, Batı Bloğu’nun iki mensubu konumundaki Yunanistan ile Türkiye arasında uzun yıllar boyunca yaşanmış olan rekabet ve çekişmeyi dengeli bir biçimde savuşturma adına ABD’nin göstermiş olduğu hassasiyete bakılınca, Türkiye’nin menfaatleri söz konusu olunca “ittifakın en güçlü üyelerinin bile” gereken hassasiyeti göstermeyi ihmal etmedikleri anlaşılmaktadır. Zira Batılı ülkeler için, Türkiye’nin jeopolitik, jeostratejik ve jeokültürel konumu yadsınamaz derecede önemlidir. Bu ayrıcalıklı konum, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de devam etmektedir. O nedenle, hâlihazırda “stratejik müttefik” olarak değerlendirilmekte olan ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin “stratejik düşman” noktasına tırmandırılması hususu gerçek anlamda zihinleri bulandırmaktadır.
O halde peki, Türkiye’nin halen daha çok önemli bir konumda olmasına ve ABD-İsrail-AB mihverinin Ortadoğu coğrafyasındaki menfaatleri için ihmal edilemeyecek derecede önemli olmasına rağmen; Neo-Con şebeke ve ABD-İsrail-AB mihverini yönlendiren evrensel güç odakları, niçin ABD veya Mihver ülkeleri ile Türkiye arasındaki ilişkilerin kopma noktasına gelmesi için çaba sarf ediyor olabilirler:
1- Siyonizm davası çerçevesinde; “vaat edilmiş topraklar” inancı gereği, Türkiye’nin bir kısım toprakları üzerinde iddiada bulunulması hususudur. İsrail Devleti ve Siyonizm davasının telkin ettiği “vaat edilmiş topraklar” hayalinin gerçekleştirilebilmesi için, Türkiye’nin hâli hazırdaki coğrafi büyüklüğünün önemli ölçüde ufalanarak parçalanması gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin tamamı (Ermeni iddiaları ise sadece istismar edilmektedir) ve Ak Deniz Bölgesi’nin de önemli bir kısmı söz konusu edilen “vaat edilmiş topraklar” sınırları içerisine girmektedir. Açıkçası, 11 Eylül süreciyle birlikte, ABD-İsrail-AB mihverinin Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyası içerisinde yürütmekte oldukları işgal politikası ve hedeflemiş oldukları Büyük Ortadoğu Projesi koşullarının “Büyük İsrail” ve Siyonizm davası için “beklenilen fırsatı” doğurduğuna inanılmaktadır. Dolayısıyla, yarım asırdan beri ABD önderliğindeki Batı ittifakının sadık üyesi olmasının verdiği sorumlulukla, neredeyse kendi tarihini aşarak İsrail davasına sahip çıkmış olan bir Türkiye artık, sadece ABD için değil “İsrail için de” fazla bir anlam ve önem ifade etmemektedir. O nedenle, Türkiye’nin ufalanması, parçalanması, yıpratılması, silikleştirilmesi ve hatta ortadan kaldırılması noktasında Mihver ülkelerinin hiçbir çekingenliği kalmamıştır. Öyle ise, Türkiye’nin geleceğinin ne olacağıyla ilgili soruların cevabını Mihver ülkelerinin dostluğu değil, belki de Türkiye’nin bundan sonra atacağı daha dikkatli adımlar belirleyecektir.
2- Filistin topraklarını işgal ederek kurulmuş olmanın neden olduğu husumet ortamının etkisiyle yarım asırdan beri kuşatılmışlık psikolojisiyle yaşayan İsrail Devleti’ni rahatlatmak, Büyük İsrail’in kurulmasını dolaylı bir şekilde sağlamak ve İsrail’i hedef alan çevresindeki düşmanlıkları başka yöne yönlendirmek üzere “Türkiye topraklarının bir kısmını da içeren” bir Kürt Devleti kurdurmaktır. Öncelikli olarak, İsrail Devleti’nin bu bölgede içine düşmüş olduğu düşman çemberinden çıkabilmesi ve üzerine yüklenmekte olan düşmanların dikkatlerinin başka yöne çevrilebilmesi için, “ikinci İsrail devleti” hüviyetine sahip bir Kürt Devleti’nin kurulması gerekiyor. Bölgede yaşayan Kürt nüfusunun yarısına yakını Türkiye topraklarında bulunduğuna göre, ister istemez Mihver ülkelerinin birinci hedefinin Türkiye olduğu fikri öne çıkıyor. Bu da demek oluyor ki; PKK terörü başta olmak üzere, başka araçlar kullanılmak suretiyle, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni de içine alan bir Kürt devletinin kurulmasının alt yapısı oluşturulmaya çalışılıyor. Dolayısıyla eğer İsrail ve küresel odakları yönlendirebilecek güçteki Yahudi sermayesi Türkiye’nin parçalanmasını hedefleyen bir öngörüye kilitlenmiş iseler, ittifak ilişkisi içerisinde de olsalar, ABD tarafından Türkiye’nin iyiliği için yapılabilecek fazla bir şeyin kalmadığı savına ulaşabiliriz. Bu da demek oluyor ki, Türkiye ile ABD arasındaki ittifak ilişkileri “Siyonizm davasına kurban” edilmiştir. Öte yandan, küçük bir Filistin toplumunun topraklarını işgal etmenin yüklemiş olduğu suçluluk duygusu, sorumluluk ve düşmanlık kümesini bertaraf etmeyi bile beceremediğini gören dünya Yahudileri, “uydurma efsanelere dayanarak” ürettikleri “Yahudi Kürtleri, Yahudi Acemleri, Yahudi Arapları, Yahudi Türkleri ve Yahudi falanları” üzerinden “örtülü İsrail devletleri” üretme projesini devreye girdirmeye başladılar. Bu amaçla, örneğin, Yahudi kökenli oldukları propaganda ve gizli yönlendirmesine inandırdıkları Iraklı Kürtler vasıtasıyla, İkinci İsrail konumundaki “Büyük Kürdistan Devleti”ni kurmaya çalışıyorlar. Bu çalışma, bu bölgede oluşturulması tasarlanan diğer uydu devletler için de bir model olacaktır. O halde, şayet “Büyük Kürdistan Devleti”nden söz edilecekse, İsrail’in hedefindeki ülkelerin birincisi Türkiye ise, diğerleri de İran ve Suriye’dir. Öyle ise, İsrail’in idealleri ve Siyonizm’in hedeflerinin odağına yerleştirilmiş olan bir Türkiye’nin, Batılı ülkelerin hedef tahtası haline getirilmiş olmasından daha tabii bir şey olamaz kanaatindeyim.
3- Soğuk savaş sonrası dönemde, özellikle 11 Eylül süreciyle birlikte önü ve şansı tamamen açılmış olan nadir ülkelerden biri konumundaki Türkiye’nin “potansiyel küresel aktör” konumuna yükselmesinin Mihver ülkelerinde oluşturduğu ciddi rahatsızlıklar kullanılarak, kendilerinde “bu tehdit” ortadan kaldırılmak istenmektedir. Türkiye, soğuk savaş döneminin bitiminin hemen arkasından Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da çok sayıda kardeş Cumhuriyete kavuşmanın verdiği ayrıcalıklı bir konuma sahipken; 11 Eylül süreciyle birlikte, ABD-İsrail-AB mihverinin İslam coğrafyasını işgal etme politikalarını devreye girdirmelerinin ve 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM tarafından reddedilmesinin de etkisiyle bütün İslam ülkeleri nezdinde ayrıcalıklı bir konuma yükselmiştir. Dolayısıyla Türkiye, soğuk savaşın hemen akabinden (1991-2001) “bölgesel bir aktör” olma yolunda ilerleyen bir ülke olarak dillendirilirken, 11 Eylül süreciyle ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığa gelmesiyle birlikte “küresel bir aktör” olma yolunda ilerleyen ülkeler kategorisine dâhil edilmeye başlandı. Bu yönüyle bakınca, 11 Eylül süreciyle birlikte iyice “alternatifsizleştirilmeye çalışılan” ABD önderliğindeki tek kutuplu dünya sisteminin “öncelikli yayılma alanı” olarak belirlenen İslam coğrafyasında, Türkiye gibi “alternatif küresel aktörlerin varlığı” ABD-İsrail-AB mihveri tarafından kesinlikle kabul edilememektedir. Açıkçası, “bölgesel aktör” olma yolunda ilerleyen bir Türkiye, Mihver ülkelerinin İslam dünyasındaki “ikna elçisi” olarak görülürken; “potansiyel küresel aktör” konumundaki bir Türkiye ise, Mihver ülkelerinin neoemperyal politikalarının önündeki yegâne engel olarak varsayılmaya başlanmıştır. Öyle ise, her ne kadar Türkiye’ye “Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) eş başkanı” sıfatı yakıştırılsa da, BOP gibi hegemonya amaçlı projelerin önündeki en büyük engel Türkiye ve hatta İran ile Pakistan gibi nispeten kendisini ifade edebilen İslam ülkeleri olduğu Mihver ülkeleri tarafından çok iyi bilinmektedir. O nedenle, Şii-Sünni cepheleşmesini beceremeyen Mihver ülkeleri, şimdilerde Türk-Kürt-Acem kavgası başta olmak üzere, “etnik ve ırk temelli” çatışmalar vasıtasıyla “Türkiye, İran, Pakistan” ve diğer İslâm ülkelerini karıştırarak parçalama planlarını devreye girdirmeye çalışıyorlar.
4- İran ile Türkiye’nin önderlikleri ve Şii-Sünni kutuplaşması temelinde “mezhep kavgaları”nı bütün İslam dünyasına yayma hesapları üzerine bina edilmeye çalışılan Büyük Ortadoğu Projesi’nin zeminini kaydıran ya da bu zeminin oluşturulmasına engel olan Türkiye’nin “belirleyici ve yönlendirici” konuma yükselmeye başlamasının önlenmesi arzu edilmektedir. 11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki İkiz Kulelere uçaklı saldırı düzenlenmesi gerekçe gösterilerek, “küresel terörle savaş” ve “önleyici savaş doktrini” çerçevesinde İslam dünyasına yöneltilen savaş bağlamında gerçekleştirilen Afganistan ve Irak’ın işgali sürecinde Türkiye ile ABD’nin “her şeye rağmen” birlikte hareket ediyor görüntüsü vermelerine rağmen, gerçekte iki kesim arasında “örtülü ve soğuk bir savaş” başlamıştır. Ancak, Türkiye’nin yatıştırma ve ittifak ilişkilerini korumaya yönelik fedakârlıklarına karşın, ABD-İsrail-AB mihveri ise Türkiye ile İran’ı kapıştırma hesaplarının altyapısını oluşturmak üzere Türkiye’yi ürkütmemeye gayret sarf etmişlerdir. Mihver ülkelerinin hesabına göre önce, “Irak’taki Şii gruplar, Suriye, Lübnan Hizbullah’ı ve diğer bölge ülkelerindeki Şii grupların hepsini çevresinde toplamış İran’ın önderliğinde güçlü bir Şii Blok oluşturulacak; sonrasında da Türkiye-Suudi Arabistan-Mısır gibi ülkelerden müteşekkil “Batı destekli” Sünni kutup ile İran önderliğindeki Şii kutup arasında “uzun soluklu” bir mezhep savaşı başlatılacaktı. Açıkçası, Mihver ülkelerinin, Şii-Sünni bloklarını birbirleriyle vuruşturma oyunlarının bozulmasında en etkin rolü oynayan kişiler Başbakanımız Sayın Recep Tayip Erdoğan ile dönemin Dışişleri Bakanı (şimdiki Cumhurbaşkanımız) Sayın Abdullah Gül olduğu için, bu kişilerin daha da güçlü ve etkin bir şekilde iktidarlarını kuvvetlendirmeleri sebebiyle, artık Türkiye’den bu tarz bir çatışmacı rol bekleyememektedirler. O nedenle, PKK terörü kullanılarak, Türkiye’nin Irak bataklığına çekilmesine çalışılıyor. Unutulmamalıdır ki, mihver ülkelerinin “silah ve asker” desteğinde bulunacakları Peşmerge kuvvetleri Türkiye’yi gerçek anlamda meşgul edebilir. Öyle ise, bu oyuna gelmemek ve oyunu terse çevirmek için, komşularımız da dâhil olmak üzere, bölgedeki Kürt kardeşlerimizin hepsiyle birlikte “koordineli hamleler yapmayı esas alan” projelerin devreye girdirilmesine çalışılmalıdır.
5. “Büyük İsrail”in kurulması ve istikrarlı bir güven ortamına kavuşturulabilmesi için, “küçültülmüş Türkiye, büyültülmüş Ermenistan ve bağımsızlığına kavuşturulmuş Kürdistan” üçlüsünden oluşan devletler ile İsrail Devleti arasında acil ittifak ilişkilerinin oluşturulması gerekmektedir. Bunun sağlanabilmesi için de, öncelikli olarak Türkiye’nin gerçek anlamda savaş veya çatışma ortamı içerisine sürüklenmesi hedeflenmektedir. Orta Büyüklükteki bir Türkiye, İslâm dünyası için “çekim ve ümit merkezi” rolünde algılanmasından aldığı güçle, Mihver ülkelerinin yönlendirmelerine boyun eğmeyerek “aykırı ve alternatif” açılımlara kalkışmaktadır. Bu durum, sadece Mihver ülkelerinin çıkarlarının menfaatleri için tehdit oluşturmakla kalmıyor; aynı zamanda, “Büyük İsrail veya Siyonizm davası”nın başarıya ulaştırılabilmesi için Türkiye’ye yüklemeyi planladıkları misyona da ters düşüyor. Öyle ise, “başına buyruk” olma sinyali veren Türkiye’yi hizaya getirebilmek, Türkiye üzerinde ince hesaplar yapan Ermenileri tatmin ederek İsrail’e daha güçlendirilmiş yeni bir müttefik kazandırabilmek ve İkinci İsrail konumundaki muhtemel Kürdistan devletinin sınırlarını Türkiye’den koparılacak topraklarla daha da büyüterek güçlü bir ortak oluşturabilmek için, PKK terörü kullanılarak, Türkiye’nin Irak topraklarında ciddi bir savaşa sürüklenmesi gerekmektedir. İşte, ABD-İsrail-AB mihverinin PKK terörünü örtülü bir şekilde desteklemelerinin ve Türkiye’yi hiçe sayarak karşılarına almalarının bir nedeni de budur denebilir.
Sonuç olarak; ABD-AB-İsrail mihveri ile Türkiye arasındaki ilişkiler hayali heveslere dayalı olarak bir çırpıda ters yöne çevrilemeyecek derecede sağlam zemin ve köklü ortaklıklara dayanmaktadır. Kaldı ki, yukarıda bahis konusu ettiğimiz gerekçelere dayanarak, Türkiye’yi karşısına alacak olan İsrail’in bu bölgede varlığını sürdürmesi mümkün olamayacağı gibi, Mihverin diğer üyelerinin de bu bölgedeki tüm hayati çıkarları tamamen alt üst olacaktır. Hâlihazırdaki gelişmeler bu iddiamızın bariz kanıtıdır; ki, bunu Mihver ülkeleri de çok iyi bilmelerine rağmen, Siyonizm davası için kendilerini bile bile riske atmaktadırlar. Pek tabii olarak, çok riskli bir bölgede ve tehlikeli koşullarda kurulmuş olan İsrail Devleti’nin varlığını sürdürebilmesi ve geleceğe daha emin adımlarla yürüyebilmesi için, “statükoyu koruma çabası” yerine, olabildiğince dinamik yapılı olmaya çalışması “uluslararası ilişkilerin doğası gereği” anlayışla karşılanabilirse de; başkalarının “kan, çığlık ve gözyaşı”na dayalı bir politikayı kendine ilke etmesi hiçbir şekilde kabul edilemez. Hâlbuki Türkiye, sadece Batı ittifakına göstermiş olduğu sadakatle değil, aynı zamanda “kendi sınırlarıyla yetinmeyi içine sindirme becerisi gösterme gayreti içerisinde” olan bir İsrail’in güven içerisinde yaşaması için de elinden gelen her türlü desteği vermekten kaçınmamış ve kaçınmayacaktır. Öyle ise, yol yakınken ve ortalık toz duman olmadan, Mihver ülkeleri ile Türkiye arasındaki dostane ve ittifaka dayalı ilişkilerin yeniden tesis edilmesi için, “herkes ve herkesim” üzerlerine düşen vazifeyi icra etme noktasında sorumludurlar. Açıkçası, bölgemizdeki huzursuzlukların giderilmesi ve dünya barışını tehdit eden risklerin ortadan kaldırılması için, Türkiye ile Mihver ülkelerinin yeniden “stratejik ortaklık” temelinde bir araya getirilmeleri zorunludur.
Dr. Sıddık Arslan ([email protected])
AB-Uluslararası İlişkiler Uzmanı Ve Stratejist-Siyaset Bilimi Doktoru