AB'nin Türkiye'ye İhtiyacı Yok

AB'nin Türkiye'ye İhtiyacı Yok

Financial Times:Avrupalıların sadece beşte biri bu üyeliğe olumlu bakarken her genişleme yeni sorunlar yaratıyor…

AB'nin Türkiye'ye ihtiyacı yok
Türkiye'nin AB üyeliğinin şart olduğunu savunan Britanya Dışişleri Bakanı Miliband, Avrupa kamuoyunu dikkate almıyor. Bakan, Türkiye'yle kurmak istediği köprüleri önce halkla kurmalı; Avrupalıların sadece beşte biri bu üyeliğe olumlu bakarken her genişleme yeni sorunlar yaratıyor

11/09/2007

Geoffrey Wheatcroft

Avrupa'nın bir ucundaki Türkiye kısa süre önce tartışmalı bir yeni cumhurbaşkanı seçti; kıtanın diğer ucundaysa Britanya Dışişleri Bakanı, Ankara'ya yapacağı ziyaretin hemen öncesinde yazdığı yazıda Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılımının bir mecburiyet olduğu yönündeki görüşünü yineledi. Abdullah Gül'le David Miliband Türkiye'nin AB'ye girmesi gerektiği konusunda hemfikir. Ne var ki bizzat kendi aralarında gösterdikleri şey, Türkiye'nin üyeliğinin taşıdığı zorlukların pratikte aşılması epey güç nitelikler taşıdığı.
Gül yemin töreninde yaptığı konuşmada Türkiye devletinin laik geleneğini övdü, fakat bu cumhurbaşkanı seçilmesinin kendilerini o geleneğin koruyucusu olarak görenler (hepsinden öte, tavırlarını yemin törenine katılmayarak gösteren üst düzey askeri kademeler) arasında yol açtığı derin rahatsızlığı gideremedi.

Her geri adım AB'yi rahatlatıyor
Türkiye'nin yeni cumhurbaşkanı dindar bir Müslüman, eşinin başörtüsü giymesi laiklerde infial yaratıyor ve partisi AKP en radikal anlamıyla 'İslamcı' olmasa da, ilhamını dinden alıyor. Gül'ün meclis tarafından seçilmesi yeni bir anayasal krizin tohumlarını attı ve ordu daha kötü bir krize yol açmayacağını bilse Gül'ün cumhurbaşkanlığını engelleyecekti.
Gül siyasi ilerleme konusunda doğru sözler söyledi ve dini-ulusal ayrımcılığı onaylamadığını bir kez daha vurguladı, fakat bütün bunlar olsa olsa Avrupa ülkelerine böyle şeylerin söylenmesine bile gerek olmadığını hatırlatma görevini görüyor. Türkiye, Avrupa Ekonomik Topluluğu'na başvurusunun gündeme alınmasından bu yana geçen 45 yıl boyunca, 1974'teki Kıbrıs işgali, 1980 askeri darbesi, Kürtler üzerindeki baskılar ve idam cezasının kaldırılmasının uzun süre ertelenmesiyle, kendi davasından geri adımlar attı.
Her geri adımda birçok Avrupalı siyasetçinin gizliden gizliye rahat bir nefes aldığını söylemek abartılı olmaz. Bu hazin hikâye, bilhassa Avrupa açısından, bir kötü niyet talimi gibi görülebilir, fakat aslında tam tersi söz konusu. Mesele neredeyse bir sosyal utanç örneği; alalecele yarım ağızla verilen, punduna getirildiğindeyse dönülen sözler.
Türkiye'nin üyeliğinin diğer hararetli destekçileri gibi (bunların başında da eski Britanya başbakanı Tony Blair geliyor), Miliband kulağa güzel gelen, ama gerçekte sağlam olmayan savlar kullanıyor. Geçen aralık ayında Blair Türkiye'nin üyeliğinin 'sadece Türkiye'ye saygı göstermek değil, Batı'yla Müslüman dünya arasındaki daha genel ilişkiler ve iki taraf arasında köprüler kurmanın yolu olması bakımından da' önem taşıdığını söylemişti.
Şimdi Miliband da, Kaide'nin yönelttiği tehdidi zikrederek bunu
çok daha açık bir biçimde telaffuz ediyor. Miliband'a göre cevap gayet açık. Bu tür köprüler kurmak, demokrasiyi Asya'nın batısına yaymak ve köktendinci terörizmle savaşmak... Bunların hepsi son derece arzu edilir hedefler, fakat bunlar 50 yıl önce Roma Anlaşması'yla kurulmasından
bu yana AB'nin amacı olmamıştır.
Miliband'ın öne sürdüğü bir diğer kötü nokta şu sözlerde yansımasını buluyor: "AB her genişlediğinde bundan daha güçlü, daha kendine güvenli, daha yetkin çıktı." Bu 1980'lere kadar gerçekleşen genişlemeler için doğru sayılabilir, fakat 2004'teki son genişleme dalgası için kesinlikle doğru değil. AB, birliğin bugünkü nüfusunun dörtte birini teşkil eden, ancak ekonomisinin ancak yüzde 5'ini üreten 10 yeni üye kabul etti; bunun ne anlama geldiğini, kutlamalar sonrasında baş ağrısı eşliğinde idrak ettik.
Kendini gösteren sorunları görmek için ekonomi doktorası yapmanıza
gerek yok. Ve Britanya'nın kişi başına gelirinin onda biri düzeyindeki (ve dahası nüfusu kısa süre içinde Almanya'yı geçecek olan) bir ülkeyi üyeliğe kabul etmenin bizzat AB'nin varlığını tehdit ettiğini görmek için karamsar olmanıza da gerek yok.

Sorun Avrupa siyasetinde
Fakat en büyük zorluk ekonomik, dinsel, kültürel, hatta coğrafi (bir Fransız siyasetçinin sorduğu gibi: Sınırları Irak'a kadar uzanan bir 'Avrupa' olabilir mi gerçekten?) değil, siyasi. Bundan kasıt Türkiye'nin değil, Avrupa'nın siyaseti. Son derece büyük başarılar kaydetse de, AB'nin bir türlü aşamadığı zayıflığı daima demokratik olmayan bir karaktere sahip olmuştur; siyasi ve idari seçkinler inatçı bir nüfusu daima göz ardı etmiştir. Seçkinlerin imzaladığı anlaşmalar sürekli olarak seçmenlerce (Danimarkalılar Maastricht'i, İrlandalılar Nice'i, Fransızlar ve Hollandalılar anayasayı) reddedilmiştir; seçmenlere doğru
kararı verene kadar tekrar tekrar sandık başına gitmeleri söylenmiştir.
Ya Türkiye? Miliband, Blair ve bazı Alman ve İspanyol siyasetçilerin Türkiye'nin üyeliğine verdiği sofuca desteğin tam tersine, anketler sıradan Avrupalıların sadece beşte birinin Türkiye'yi AB üyesi olarak görmek istediğini ortaya koyuyor. Belki bir başka köprü kurmayı düşünmenin zamanı -Avrupa içinde, yönetenlerle yönetilenler arasında bir köprü.