Afgan cihadının kilit ismiyle röportaj

Afgan cihadının kilit ismiyle röportaj

Arap Afganlılar olarak bilinen grubun önemli liderlerinden ve Hasan el-Kettani ile beraber Fas'a cihadi selefi akım olarak bilinen hareketin önemli simalarından biri olan Dr. Ebu Huzeyfe (Ahmed Refiki), yıllar sonra başından geçenleri anlattı. Ebu Huzeyfe

Ahmed Refiki, Afgan cihadına iştirak suçuyla yargılandığı dava sonucu beş yılını Fas hapishanelerinde geçirdi. Hapisten çıktıktan sonra onunla yapılan ilk söyleşide, Faslı mücahit doktor "Ebu Huzeyfe" Sovyetlerin işgali sonrası Afgan cihadına katılım gerekçesiyle tutuklanma sürecini, bunun nedenlerini, teröre karşı savaşın boyutlarını ve bundan çıkış yollarını anlattı.

Fas'ın Daru'l Beyza kentindeki evinde yaptığımız görüşmede "Ebu Huzeyfe" bizlerle cihadi selefilik ve selefi fikriyat üzerine yaptığı yeniden düşünme süreci sonunda ulaştığı kanaatlerini paylaştı. Kendisiyle ayrıca tutuklu siyasal İslamcılar dosyasını kapatmak için kraldan af talebi konusunu, selefiliğin anlamını, tasavvuf ile olan ilişkisini ve Ferid el- Ensari'nin "Fas İslamcılarının Altı Yanlışı" isimli kitabında altıncı yanlış olarak selefilerin taleplerine yönelik dile getirdiği eleştirilere verdiği cevapları da konuştuk.

Afgan cihadı sürecinde mücahitlerin seyyar hastanelerinde çalışan ve onlara tıbbi yardım sağlayan Ebu Huzeyfe, Sovyetlerin çekilmesinden sonra da İslam Dünyası Birliği (Rabıtatu'l Alemi'l İslamî)'ne bağlı bir kuruluş olan Uluslararası Sağlık Teşkilatın Pakistan'ın Peşaver kentinde bulunan bürosunda uzman olarak çalışmaya başladı. Ebu Huzeyfe, Fas da otuz yıl hapse mahkûm edilen Ebu Hafs lakaplı Abdulvahhab Refikı'nin babası ve Hasan el-Kettani ile beraber Fas da cihadi selefi akım olarak bilinen hareketin önemli simalarından biridir.

Öncelikle terörle mücadele kapsamında tutuklanmanızın gerçek nedenlerinden bahsedebilir misiniz?

— Bismillahirrahmanirrahim. Efendimize, âline ve ashabına salât ve selam olsun" Tutuklama sözcüğü bugün tüm gündemi işgal eden meşhur bir kelime durumundadır. Tutuklanmamın nedeni Sovyet işgaline karşı direnen Afgan mücahit kardeşlerimize yardımcı olmak amacıyla Afganistan'a gitmiş olmamdır. Ben oraya sırf, hepimizi bağlayan, İslami ve insani sorumluluğumuzun bir gereği olarak gitmiştim. Fakat ülkemize döndüğümüzde gözlerin üzerimize çevrildiğini gördük. Tam bir kuşatma ve gözetim altında tutuluyorduk. Nereye gitsek takip ve baskılardan kurtulamıyorduk. Bu durum 1993 -2003 yılları arasında on yıl boyunca böyle devam etti. Evime gelen herkesin ismi ve araba plakası alınıyordu.

Güvenlik güçleri benim Afganistan'a, başkanlığını tanınmış isimlerden Abdulkerim el- Hatib'in yaptığı yasal bir organizasyon olan "Afgan Cihadı'nı Destekleme" cemiyeti aracılığıyla, tamamen yasal prosedüre uygun bir biçimde gittiğimi bildiği halde, bunun onlar katında bizim için hiçbir şefaat değeri olmamıştır.

Irak Savaşı başladığı günlerde Amerikan "Washington Post" gazetesi muhabiri gelerek benimle bir mülakat yaptı. Ben, yaradılışın gereği daima hak bildiğimi söyler ve hiçbir şeyi gizlemem" Bana Amerika hakkındaki görüşümü ve Amerikan halkına nasıl baktığımı sordular. Ben de Amerikan halkının yönetiminden farklı olmadığını, çünkü  % 70'nin Bush'u desteklediğini ve dolayısıyla uyguladığı politikaların sonuçlarından halkın da sorumlu olduğunu söyledim.

Bu mülakattan sonra malum süreç başladı. Fakat Allah'a hamd olsun ki, hak olanı yapmaktan ve söylemekten dolayı pişman değilim. Hapiste bana karşı uygulanan onca psikolojik işkencelere ve 8 ay süren hücre cezasına rağmen ki bu süre boyunca gardiyanlardan başka insan göremedim" Allah için sabredenlerden olmak için başımıza gelen bu sıkıntı ve musibetlerden şikâyet etmedik.

Afgan cihadına nasıl bir katkı sağlıyordunuz? Bazı yayın organlarında çıkan yorumlarda sizin Amerika'nı Sovyetlerle olan hesaplaşmasına kurbanı edildiğinizden bahsedilmektedir? 

— Doktor olmam hasebiyle Afganistan da seyyar hastanelerde çalışarak sağlık alanında hizmet verdim. Tıbbi operasyonlar yaptığım gibi, hastaneler için sağlık teçhizatı ve finansman temini için de çalıştım. Temin ettiğimiz teçhizat ve parayı mücahit gruplara ulaştırdık. Yaralılara yardımcı olabilmek için sıcak çatışma alanlarında görev yaptım. 1998 yılında savaş durunca İslam Dünyası Birliği'ne (Rabıta) bağlı olarak çalışan Uluslararası Sağlık Teşkilatın Pakistan'ın Peşaver kentinde bulunan bürosunda uzaman olarak çalışmaya başladım. Zira o dönemde Peşaver'in nüfusunun neredeyse %90'ı Afganlılardan oluşmaktaydı. Burasıyla Afganistan'ın hiçbir farkı yoktu.

Sovyet güçlerinin yenilip kuyruğunu sürükleyerek zelil bir şekilde Afganistan'ı terk etmelerinden sonra Amerika mücahitleri hedef alan saldırılar düzenlemeye başladı. Amerika'nın saldırısıyla Arab mücahitler kendilerini yeni bir savaşın içinde buldular. Zira Arap mücahitler -Allah'ın yardım ve başarısından sonra- Afgan cihadının başarıya ulaşmasını sağlayan en önemli unsur idi. Arapların yardımları ve fiili cihatları olmasa bu savaş on dört yıl sürdürülemez ve başarı sağlanamazdı.

O dönemde Amerika tüm İslam ülkelerini gençlerin cihada katılımlarını kolaylaştırmaları yönünde teşvik ediyordu. Mücahitler şimdiki gibi terörist muamelesi değil, saygın kahramanlar olarak büyük itibar görüyorlardı. Herkesin size saygı göstermesi için mücahit olduğunuzu söylemeniz yeterliydi" Amerika mücahitlere ulaştırılmak üzere Arap devletlerine silah sevk ediyordu. Mücahitler Afganistan'a gitmek üzere ülkelerinden kolayca çıkabiliyorlardı. Hatta Suudi Arabistan gençler kolayca gidebilsinler diye uçak biletlerine dörtte bir indirim uyguluyordu. Fakat tabii ki Amerika bu silahları bedava vermiyordu. Stinger füzelerini Suudi Arabistan'a satıyordu. Suudiler de bunları mücahitlere hibe ediyorlardı. Bu füzeler Rus savaş uçaklarının korkulu rüyasıydı. Rekor sayıda Rus uçağı bu füzelerle düşürülmüştü. 70 bin dolara istediğiniz kadar Stinger füzesi bulabilirdiniz.

Fas'a döndüğüm andan itibaren güvenlik birimlerinin kuşatmasına alındım. Amerika'nın Irak'a girdiği gün olan 9 Mart 2003 tarihinde tutuklandım. Daha önce  "Washington Post" gazetesine verdiğim mülakat ve Amerika'nın kendi aleyhindeki sesleri susturma çabaları nedeniyle beni sorgulayan memurlara: "Beni bu sorgu sandalyesine oturtan güç Amerika'dır" dedim. 

Memurlardan birsi: "O zaman biz Amerika ile işbirliği yapıyoruz" dedi.

— Ben de: Nasıl istersen öyle anla, dedim. 

Tabi bu ifadem hoşlarına gitmedi. Bana yapacaklarını yaptılar. Daru'l Beyza'da ki Ukaşa hapishanesine götürdüler. Burada gençlerin etrafıma toplandıkların görünce sekiz ay tek kişilik bir hücrede kalmak üzere Ayn Burce hapishanesine buradan da Kuneytira hapishanesine naklettiler.

Son zamanlarda cihadi selefilik kavramı sıkça kullanılmaya başlandı. Daha çok terör sanıkları ile irtibatlı olarak kullanılan bu kavram nelere delalet ediyor?

— Cihadi selefilik ifadesi, "tekfir ve hicret" ifadesi gibi icat edilmiş bir kavramdır. Mesela tekfir ve hicret hareketi kendisini bu isimle değil, "muvahhitler" olarak ifade ederler. Cihadi selefilik herhangi bir örgüt veya organizasyonun ismi değildir. Bu ismi medya organları bulmuştur. Bunla yönetimle bir meselesi olmayan geleneksel selef ekolü ile cihad metodunu benimseyen selefileri birbirinden ayırmak istiyorlar.

O halde cihadi selefiliği benimseyenler arasında tam bir düşünce veya proje birliği yok mudur? 

Hayır, cihadi selefi bir yöntem benimsemiş olmaları dışında aralarında organize bir birlik bulunmamaktadır. Bu dinde bidat ve hurafelerle mücadeleyi önceleyen bir yöntemdir. Meşrık'tan ithal edilmiş bir yöntem değildir. Bilakis Mısır cihad hareketinden örnekle bu isimlendirmeyi tercih eden basın kavram ithalatı yapmıştır.  

Fakat Mısır da ki Cemaati İslami ve Tanzimi Cihad hareketleri yeniden düşünme süreci (Müracaat )içine girdiler" Fas Selefi Hareketi benzer bir süreci gündemine almayı düşünmez mi?

— Bilindiği üzere Cemaati İslami, tasavvurunda büyük dönüşümler gerçekleştirdi. Ancak Tanzimi Cihad baştan beri benimsediği metodunu değiştirmeden devam ettirmekte. Dr. Fadl cemaati değil ancak kendisini temsil etmektedir. Bir zamanlar cemaatin emiri idi, sonra bu görevinden çekilmiştir. Şu an Cihad Cemaatini temsil etmemektedir. Cemaat (Tanzimi Cihad) benimsediği fikirlerden döndüğüne dair herhangi bir açıklama yapmamıştır. Ancak cemaat mensuplarından Abdulkadir b. Abdilaziz fikirlerinden döndüğünü açıklamıştır ki, herkesin bildiği gibi bu ancak şahsen onu bağlar, Cemaati ilzam edici değildir.

Fikirlerinden döndüğünü açıklayan Cemaati İslami'ye gelince, bu ihtilaftan uzak bir mesele değildir. Cemaat içinden bazıları metotlarını aynen koruduklarını ifade ederken, bazıları da eski fikirlerden dönüşe karşı çıkmıştır. Cemaat fikirlerini oluşturan kitaplarda bazı hata ve çelişkiler vaki olmuştur. Bazı asılsız rivayetleri sahih kabul ederek üzerine hüküm inşa etmişlerdir. Cemaat geçmişte yanlış yaptığını kabul ederek, sebep olduğu ölümlerden dolayı tekfir olarak maktulün yakınlarına diyet ödemeyi düşünüyor. Aynı şekilde senedin Müslümanların şiarlarından bir şiar olmadığını düşünüyorlar. Doğrusunu isterseniz son beş yıldır mahpus olmam nedeniyle onların tam olarak hangi delillerle ne gibi fikirlerinden döndüklerini çok ayrıntılı olarak takip edemedim. Dolayısıyla bu konuda bir hüküm vermem mümkün değildir.  

Fas selefi akımı, bir cemaat, örgüt veya buna benzer bir şey değildir. Mesele bir takım düşünceler mecmuasının bazı fertler tarafından benimsenmesinden ibarettir. Bu düşünceyi benimsemiş olan fertler arasında da ihtilaflar mevcuttur.

Fas selefi akımdan fikirlerinden döndüğü söylenen gruplar, gerçekte düşüncelerinden dönmemişlerdir. Fakat zor hapis koşulları bazı düşüncelerin değişmesinde rol oynamış olabilir. Gelişigüzel tutuklamalar sonucu birçok kimse büyük mağduriyetler yaşamakta.  Dağılan ve perişan olan aileler, sönen ocaklar var. "Suç örgütü oluşturma" yani öldürme ve yıkma iddiasıyla binlerce insan mağdur edilmekte. Tüm bu baskılar, bazı mağdurların kimi fikirlerini değiştirmesini sağlamış olabilir. Şimdi soruyorum: Cihadi selefi olduğu söylenen bu altı ila yedi bin tutuklunun tamamı mı öldürme, yıkım, terör ve düzeni değiştirme düşüncesini paylaşıyor?

Güvenlik birimleri gece odun toplayanlar gibi karşılarına çıkan herkesi sorgusuz sualsiz tutuklayarak tamamen yapay suç dosyaları icat etmişlerdir. Bu mahpuslar arasında kendisini beklenen mehdi ilan edip, mehdiliğine inanmayan herkesi tekfir eden meczuplardan, akli dengesi yerinde olmadığı için bir turiste bıçakla saldıran akıl hastasına kadar kimler ararsanız bulabilirsiniz" Şimdi tüm bu insanları 16 Eylül 2003 olaylarından sonra cihadi selefiliğin mensupları mı kabul edeceğiz.

Herken bunlardan fikirlerinden dönmesini talep etmekte, bunlar ise hangi fikirlerinden döneceklerini bilememektedirler. Temiz akidelerinden mi dönmeleri gerekiyor? Yoksa ılımlı kabul edilmeleri için ille de bidatlere kapılmaları mı gerekiyor?

Oğlunuz Ebu Hafs (Abdulvahhab Refiki) hapishanede bir kitapçık yazarak fikirlerinden döndüğünü ve hatadan dönmenin fazilet olduğunu ilan etti. Gençlere birtakım tavsiyelerde bulundu. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Ebu Hafs'ın sözünü ettiğiniz anlamda fikirlerinden dönmüş olması söz konusu değildir.. O dönebileceği bir şeye sahip değildir. Patlamalarla ilgili hususa gelince bu konuda onunla aynı fikirdeyiz. Bu tür eylemleri kınıyoruz. Fakat bu görüş değiştirmek anlamına gelmez. Bizler şiddete inanmıyoruz ki, onu kınayınca görüş değiştirmiş olalım. Ebu Hafs hapis öncesinde de şunu öldürelim, şurayı patlatalım gibi bir söylemin içinde değildi. İntihar saldırıları karşıydı. İslam ülkelerindeki saldırı kınıyordu. Onun hapishanede kitapçığında gençlere söylediği şey, sakın aldanmayın, kötü emellere alet olmayın, ülkenin yararına olmayan eylemlere kalkışmayın, demekten ibarettir.  

O halde siz onun bu görüşlerine katılıyorsunuz?

- Tabi ki onun bu görüşlerini tasvip ediyorum. 16 Eylül 2003 olaylarının kimin tarafından gerçekleştirildiği hâlâ meçhul bir konu. Eğer bizim tanıdığımı kimseler gerçekleştirmiş ise, biz bunu kimlerin gerçekleştirdiğini, bunun nasıl planlandığını bilemiyoruz. Bu konu belirsizliklerle dolu. Dönemin emniyet genel müdürü bunun el-Kaide operasyonu olduğunu açıkladı. Fakat İspanya patlamalarından sonra,  eylemin sorumluluğu bu sefer Faslı savaşçılar grubunun üzerine atıldı.

Bazıları oğlunuzun hapis de yazmış olduğu risalenin, salıverilmek  için planlanmış bir taktik veya takiyye olduğunu, zira taşıdığı düşüncelerin öyle kolayca değişebilecek fikirler olmadığını söylemekte. Veya ağır hapis şartlarının onu bu kitapçığı yazmaya  sevk ettiğinden bahsetmekteler. Ne dersiniz?

— Düşman daima her şeyden şüphe uyandırmaktadır. Onlar her zaman iyi niyetin uzağında durmuşlardır. Her şeyi hapisten kurtulmak için taktik veya takiyye olarak yorumluyorlar. Fakat biz Şii değiliz ki takiyye ile amel edelim. Bilakis açıklık içinde hareket ediyoruz". Bazı aşırı sol fraksiyonlar ümmetin en basit bir varlık tezahürüne bile tahammül edemiyorlar. Onların bize olan kinlerinin nedeni, Müslüman gençlerin Sovyetler Birliği ile savaşarak, onun çöküş sürecini hızlandırmalarıdır. Kindar düşmanın İslamcılara kin gütmesinin en önemli nedeni budur. O dönemde şayet Sovyetler Afganistan'ı ele geçirebilselerdi, Güney Asya'nın tamamını hâkimiyet alanına katma imkânı bulacaktı. İslam gençliği Afganistan cihadında gösterdiği başarı ile buna geçir vermedi ve aşırı sol ideolojinin çöküşünü sağladı. Müslümanlara diş bilemeleri, İslami olan her şeyden şüphe uyandırmaya çalışmaları bundandır. Zaten herkes bunun böyle olduğunun farkında.

Tutuklu bulunan gençlere buradan tekrar teyit etmek isterim: Yöneticileri tekfir düşüncesinden vazgeçin. Böylece iyi bir açılım sağlamış olursunuz.

Bu gün biz biliyoruz ki Amerika ve peşinden NATO başta Afganistan, Irak ve Somali olmak üzere tüm yeryüzünde Müslümanlara karşı açık bir savaş yürütüyor. İnsanlar asıl bunu kınamaları gerekirken, ben ülkesi işgal edilen Müslüman kardeşlerime destek için Afganistan veya Irak'a gittim diye kınanıyor ve terörist olmakla suçlanıyorum. Direnişçileri terörizmle suçlamak hakkı tersyüz etmektir.

Dr. Ferid el- Ensari " İslami Hareketlerin Altı Yanlışı" isimli kitabında Fas selefi hareketini Meşrik'ı (Doğu Arap Bölgeleri) taklit ederek Mağrib toplumuna yabancı olan kılık kıyafet gibi şekli ayrıntılara gereğinden fazla önem göstermekle, abartıya kaçmakla ve selefi akıma Mağribi bir ton katamamakla suçlamakta?

— Şahsen bu tartışmaya girmek istemiyorum. Fakat sana sormak isterim. Şu an üzerinizdeki kıyafet (pantolon – gömlek) babanızın veya dedenizin kıyafeti midir? Giyim konusu çağ ile alakalı bir meseledir. Sen Batı tarzı giymekten hoşlanıyorsun, ben ise Afgan tarzı! Çünkü ben bu kıyafetler içinde kendimi daha rahat ve iyi hissediyorum. Bu, şahsi tercih meselesidir. Siz benim kıyafetimi bir şekilde sınıflandırırsanız, ben de sizin kıyafetinizi sınıflandırır ve bunun aslen kâfirlerin giysisi olduğunu söylerim. Kılık kıyafet meselesi daha çok İslam karşıtı laikçi çevrelerin gündeme getirdikleri bir konudur.

Örneğin sakal meselesine bakalım: Peygamber (sav) " Bıyıklarınızı kısaltıp, sakalınızı uzatın" buyurmuştur. Bu, herhangi birisinin değil, Rasulullah (sav)'ın sözüdür. Siz Hz. Peygamber'in sözünü bir yana bırakıp sona bana, bu uzun sakal da neyin nesi, diyorsunuz?!

Bizler "nassın olduğu yerde ictihad yoktur" usul kaidesi gereğince amel ediyoruz. Bir konuda nass var ise, onunla amel etmek gerekir. Yine bir örnek vermek gerekirse, mesela İmam Malik (r.a) sakal tıraşının hükmünden soruldu. Verdiği cevapta bunu hoş karşılamadığını söyledi. O halde bizler şayet Maliki mezhebine uyduğumuzu söylüyorsak, İmam Malik'e uymamız gerekmez mi?

İhtilaf konusu olan diğer basit bir meseleye işaret etmek gerekirse örneğin Kur'an'ın cemaat halinde değil de ferdi olarak okunması gerekir. Bu, İbni Aşur'un  Mürşidu'l Muininde teyit edilmiştir. (Fas'ta Maliki fıkhına dair meşhur bir eser)

el- Ensari'nin yönelttiği eleştirilerden biri de Malik'i mezhebinin dışlanması ve Meşrık selefileri ile mali ilişkilere girilmiş olması. Bu konuda ne dersiniz?

- Allah, Ferid el- Ensari'ye şifa versin ve onu affetsin! Maliki mezhebinden bahsediyor ve ona muhalif her şeye eleştiri yöneltiyor. Eleştirilerinden biri de selefilerin özelikle Arap yarımadası olmak üzere Hanbelî mezhebine mensup Meşrik âlimlerine tabi olmasıdır. Ferid el- Ensari'ye şunu söylemek isterim: Bahsettiğiniz Meşrik âlimleri Hanbeli mezhebi ile mukayyed değiller. Bilakis onlar birçok noktada Hanbeli mezhebi ile çelişen görüşler beyan etmektedir. Onların meselesi Hanbelî mezhebini yükseltmek değil, selefi salihin sünnetini yaşatmaktır.

Ben basit ilmim ile, Ferid el- Ensari'ye meydan okuyorum. Bize selefilerin Hanbelî mezhebi dolayısıyla sünnete muhalefet ettikleri bir mesele söylesin. Allah'ın izniyle böyle bir şey söyleyemez!

Meşrik ile olan mali ilişkilere gelince, doğrudur geçmişte böylesi bir ilişki mevcut idi. Suudi Arabistan genel müftüsü Şeyh Abdulaziz b. Baz döneminde Medine İslam Üniversitesi mezunu öğrenciler İslami tebliğ amacıyla muhtelif ülkelerde gönderiliyor ve bunlara maaş bağlanıyordu. Ayrıca Suudi hayırseverlerin İslam ülkelerinde sosyal hizmetler, yayınevi, cami ve medrese yapımı için yaptıkları yardımlar, bazı kimseler tarafından kendi şahsi hesaplarına aktarılmıştır. İslami eğitim kurumu tesis edeceğim, İslam daveti yapacağım, selefiliği yayacağım diyerek körfez ülkelerinden para toplayıp sonra bunu zimmetine geçirenler de olmuştur. Hemen birçok İslam ülkesinde benzeri şeyler yaşandı.

İhsan ehli kimseler mallarını Allah yolunda harcıyorlar. Fakat ne yazık ki aç gözlü, alçak tıynetli bazı kimseler bu malları uygun olmayan yerlerde kullanıyorlar. Bunla beraber "terörle mücadele" dedikleri İslam ile savaş kampanyasından sonra hayır girişimlerinin teröre destek gerekçesiyle engellenmesi sonucu yoksul ülkelerde faaliyet gösteren birçok hastane ve yardım kurumu mali imkânsızlıklar sonucu kapanmak durumunda kalmıştır.

Bu arada şunu da söylemek isterim. Silahlı eylemler yapan grupların kendilerine özel yeterli mali kaynakları mevcuttur. Bunların, hayır cemiyetlerin parasına ihtiyaçları yoktur.

Fakat gelenekler ve insanların tabiatı bakımından Arap dünyasının iki kutbu olan Mağrib-i arab ile Meşrik-i arab arasında önemli farklılıklar mevcuttur. Dolayısıyla Mağrib tarzına uygun düşmeyen Meşrik atmosferini taklit etmenin gereği var mıdır?

— Biz kendimizi muayyen bir çevre ile sınırlamıyoruz. İslam muayyen bir çevre ile bağlanamaz. Dünyanın her bölgesinde İslam, aynı İslam'dır. Doğru, aynı doğrudur. Zayıf olan şey, yine zayıftır. Örneğin bazıları Maliki mezhebine göre Cuma ezanının üç olduğunu söylemekteler. Fakat bu doğru değildir. Ezan tek ezandır. Ne sünnete ne de gerçekte Maliki mezhebinde üç ezan yoktur. İnsanları Maliki mezhebine uymaya çağıranların en başta kendileri buna muhalefet ediyorlar.  

Doğru dindarlık selefi salihin yoluna uymaktır. Doğrudur, toplum kendi adetlerine uymayan her şeye baştan bir direnç gösterir. Örneğin ülkemizde yakın bir geçmişte namazda el bağlamak büyük bir suç sayılırdı. (Malikiler kıyamda ellerini yana salarak namaz kılarlar. Mütercim) Şimdi camileri dolaşırsanız namaz kılanların %99'nun kıyamda ellerini bağladıklarını göreceksiniz.

Güney Fas tarafından bir kardeşimiz anlatmıştı. Orada elini bağlayarak namaz kılanları tutup mescidin dışına atıyorlarmış! 

Fakat Allah'a hamt olsun ki günümüzde durum olması gerekene dönmüş durumda. Sünnet mevcut, fakat Mağripliler bunların bazılarından haberdar değildi. Örneğin bizler Pazartesi Perşembe oruçlarının sünnet olduğunu bilmezdik. Diğer Müslümanlara temaslarımız sonucu bunları öğrendik.

İslami Hareketten bazı araştırmacılar Mağribde ki Yeni Selefilik veya Cihadi selefilik akımını Mağrib kökenli değil, "Vahabi" kökenli olduğunu ifade etmekteler?

— Bunu diyenler Vahabiliğin anlamını bilmiyorlar. Afganistan'da bulunduğumuz dönemde Abdullah Azam (r.h)'ın bizlere söylediğine göre 36 saatlik yayının 24 saatinde, Afgan halkını Araplardan soğutmak için Peştu ve Farisi dillerinde Vahhabiliği kötüleyici yayınlar yapılmaktaydı. Bu yayınla göre Vahabilik mahremle evliliğe izin veren, İslam düşmanı bir mezhepti. Vahabiliğin alameti olarak da namazda, rükû ve secdeye giderken ellerin kaldırılması ve yüksek sesle âmin denilmesi gösteriliyordu. Vahabilik aleyhine bu çirkin ithamları duyan Afganlı tüm Araplara kafir nazarıyla bakardı. Bazıları Arabistan da ki İbn Baz, Şeyh Useymin veya Şeyh Fevzan gibi tüm âlimlerin Vahabi olduklarını sanıyorlar. Fakat bu âlimlerin Vahabilik diye bir meseleleri yok. Onlar için önemli olan Muhammed b. Abdulvahhab'ın görüşlerine uymak değil, selefi salihin yolundan yürümektir. Muhammed b. Abdulvahhab'ın kendi torunları bile birçok meselede onun görüşlerine muhalefet etmişken,  başkaları muhalefet etmez mi?

Bana göre Vahabilik karşıtlığının amacı Müslümanları bölmektir. Mesela bizler, örneğin mevlit kutlamaları gibi Rasulullah (sav)'den gelmeyen her tür dini uygulamaya karşı çıkıyoruz. Zira Hz. Peygamber'in kendisinin veya bir başkasının mevlidini (doğum gününü) kutladığına dair sahih bir rivayet yok. Bilakis Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur. "Bizim işimize uygun olmayan her şey reddedilmiştir." Yani merduddur. Bizim sözümüz de Muhammed b. Abdulvahhab'dan önceki selefin sözü de budur.

Fakat selefi akım, dini naslarının harf/ lafzi okumaya tabi tutarak maksadı göz ardı etmekle suçlanmakta. Tutuklanmalarında bunun da payının olduğu söyleniyor. Örneğin:  (Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir ) ilahi hitabını tefsirinde ihtilaf edilmiştir?

— "Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir" (Maide, 44) ayetinin tefsirinde geleneksel çizgideki selefilerle, cihadi selefiler arasında görüş ayrılığı mevcuttur.

Geçmiş âlimlerimizden bu ayeti Allah'ın hükümlerini uygulamayan yöneticileri tekfir edecek şekilde tefsir edenler bulunduğu gibi farklı tefsirler yapanlar da olmuştur. Bu âlimlere özgü bir ihtilaf konusudur.

Selefilerin dini nassları lafzi olarak anlayıp açıkladıklarını söyleyenler, bu konuda cahillik içindeler. İnsanların gündemden düşürüp, unuttukları bir sünneti canlandıran kimseler, gelenekselci ve aşırı olarak nitelendirilirken, babalarımızın, dedelerimizin adetlerini yok sayan kimselerin aşırılıkla nitelendirildiğini hiç görmedik. Öyle ki örneğin, günümüzde kravat uygarlık ve ilerleme sembolü yapılmıştır. 

Aşırılık ve şiddet konusuna gelince, bu ancak az sayıdaki selefinin düşüncesine mevcuttur. Kahir ekseriyetin bu tür düşüncelerle bir ilgisi yoktur. Bilakis tüm cemaat ve akımlara açıktırlar. Fakat burada önemli bir hususa dikkat çekmek isterim: Selefiler dinlerinden taviz vermeye asla razı değillerdir. Bazı insanların onları aşırı ve mutaassıp görmeleri bu nedenledir. Oysa bu, onlar hakkında gerçekten uzak bir yargıdır.  

Kendim hakkında konuşmam gerekirse ki -bu bazen zorunlu oluyor- insanlar benim selef yöntemine tabi olduğumu biliyorlar. Fakat benim ister ıslahatçılardan, ister adaletçilerden ve ister tebliğcilerden olsun her kesimle ilişkilerim mevcut.  

Oğlum Ebu Hafs'ın daha önce bir mülakatta ifade ettiği gibi, o yetmişli yılların başlarında İslami uyanış hareketinin canlanmaya başladığı yıllardan itibaren mütedeyyin bir aile ortamı içinde büyüdü. Yönelimleri ne olursa olsun âlimlerimizle ilişkilerimiz hep devam etmiştir.

Cihadi Selefiliğin dosyası çözümsüzlük aşamasına ulaştı. Yani bir Fas atasözünde denildiği gibi "kokusu çıktı." Tecrübeleriniz ışığında bu dosyanın çözümünü nasıl görüyorsunuz?

— Benim şahsi kanaatime göre bu dosyayı dışarıdan uzanan eller hareket ettirmektedir. Neredeyse her gün yeni bir hücre evi keşfedilmekte, böylece sayısız hücre evine kavuştuk!

Bir evde bir araya gelen iki kişi, hemen hücre oluvermekte! Dolayısıyla bu mesele tamamen dışarıdan idare edilen" terörle savaş" harekâtının bir parçasıdır.  

Bizim dışımızda örneğin Sudan'da bir Guantanamo tutuklusu serbest bırakıldığında, el- Cezire kameramanı Sami el-Hacc örneğinde olduğu gibi, kahraman gibi karşılanırken, buraya gönderilen masum bir Faslı derhal hapishaneye sevk ediliyor.  

Sizce bu mesele nasıl çözülür?

— Öncelikle hükümetin kendi tutumunu gözden geçirmesi gerekir. Selefilik dosyası kapsamında delilsiz mesnetsiz içeri tıkanan bu insanların serbest bırakılarak, tarafsız ve nezih mahkemelerce yargılanmaları sağlanmalıdır. Bu dosya ancak böyle çözüme kavuşturulur. Zira yerel ve uluslar arası birçok kuruluş mahkeme safhasındaki yanlışlardan bahsetmektedir. Hatta Kral'ın kendisi bile birtakım hukuk ihlallerinden bahsetmiştir. Mademki bizzat Devlet Başkanı'nın kendisi bazı hukuk ihlallerinden bahsetmekte, o halde sormak gerekir: Bu ihlaller nelerdir? Dolayısıyla böylesine şüphelerle dolu bu dosyanın baştan açılması gerekir.   

Cihadi selefiler bu dosyanın kapatılıp herkesin rahata kavuşması için niçin Kral'dan af talep etmiyorlar?

— Affın iki yönü var. Af talep ettiğiniz zaman suç işlemiş olduğunuzu kabul ediyorsunuz demektir. Fakat bu tutuklular herhangi bir suç işlemiş değiller. İçlerinden Yusuf Fikri ve beş altı kişiden oluşan grubu veya Ramah ve üç dört kişiden oluşan cemaati gibi ancak çok az bir azınlık grup suça bulaştığını itiraf etmiştir. Bunlarda ancak kendilerinden sorumludurlar ve geneli temsil edemezler. Bunlardan dolayı herkesi sorumlu tutmamız adaletle bağdaşı mı?

Affın diğer yönüne ise, bu insanların mahkemelerinin adalete uygun bir şekilde yeniden görülmesidir ki, meselenin çıkış yolu da budur. 

Hükümet terörle mücadele bahanesiyle, hukuku ve insan haklarını çiğneyerek şüphelendiği herkesi hapse tıkıyor. Bu yöntem şiddeti teşvikten başka bir işe yaramaz. Hapse giren insanlar geride çocuklarını, aile ve akrabalarını bırakıyorlar. Bunlar şahit oldukları haksızlık ve zulümden etkilenerek şiddet fikrine daha kolay kapılıyorlar. Dolayısıyla hükümet, uygulamalarıyla şiddeti bitirmek bir yana onu daha da artırmaktadır.  

Aile reislerinin hapse atılması, terör sanıklarının maaş ve emekli aylıklarının kesilmesi büyük bir zulümdür. Kişi geçmiş çalışmasının sonucu olarak emekli olmakta ve kendisine maaş bağlanmakta. Kişinin terör şüphesi veya bir başka suç nedeniyle bu asli hakkından mahrum bırakılması büyük bir haksızlık ve zulümdür.   

Madem bu kimselerin tutuklanma ve yargılanma aşamasında birtakım ihlallerin yapıldığı en üst mercilerce de kabul ediliyor, o halde bu kimselerin adil bir şekilde yeniden yargılanmaları gerekir.

16 Mayıs 2003 olaylarının kim tarafından düzenlendiği henüz net değildir. Bir olay nedeniyle tüm bir fikriyatın ve bu fikriyat mensuplarının mahkûm edilmesi adalete uygun değildir.

Fakat problemin çözümünü kolaylaştırmak için Selefilerin de bazı aşırılıklarını terk ederek ılımlı ve uzlaşmacı bir tavır takınması gerektiğini söyleyenler de var?

— Sorunun çözümü için çağrıda bulunan kimselerin seslerine kulak verilmiyor. Birçok aile, yetkililerden çocuklarının dosyasının tekrar gözden geçirilmesini talep etmektedir. Fakat benim şahsen af talep etmemi istiyorsanız, ben bir suç işlemedim ki af talep eydim. Bilakis bana haksızlık yaptıkları için onların benden af talep etmeleri lazım ki onları affedeyim.  

Yetkililerin şunu anlamaları lazım, yaptıkları tüm haksızlıkların hesabını verecekler. O halde fırsatı kaçırmadan bir an önce kendilerine gelmeleri lazım. Uyguladıkları zulümlere bir son vermemeleri halinde, babalarına zulmettikleri kimselerin evlatları bir canlı bomba olarak bu zalimlerin başına dolu gibi yağacaktır.

Son olarak Tasavvuf ehli ile ilişkileriniz nasıl? Son zamanlarda iki taraf arasında açık bir çarpışma yaşanmaktaydı.

— Tasavvuf bidat kaynaklı bir yöntemdir. Tasavvufun gelişmeye başladığı ilk yıllarda büyük sahabi Abdullah b. Mesud (r.a) Irak valisi idi. Birtakım kimselerin bir mekân inşa ederek orada toplandıklarını duymuş ve yüzünü gizleyerek gizlice orayı teftişe gitmiş. Burada neler yaptıklarını görünce yüzünden örtüsünü sıyırarak: Siz yeryüzünün görmüş olduğu en hayırlı insandan daha mı hayırlısınız? Siz Allah'ın Elçisinin arkadaşlarından daha mı hayırlısınız? Diye onlara çıkışmış. Onlar: Bu yaptığımız ile Allah'ın rızasını kazanmak istiyoruz, diye cevap vermişler. Abdullah b. Mesud, onlara derhal bu işe son vermelerini, aksi halde mekânlarını başlarına yıktıracağını bildirmiştir.

Bunla beraber bütün sufileri aynı şekilde değerlendirmiyoruz. İşleri güçleri şatafat olan, dini oyun ve eğlenceye çevirmiş İslam dışı sufiler ile, uzlete çekilerek günlerini ibadet, tefekkür ve zikir ile geçiren veya sünnete uygun sufileri bir tutmuyoruz. Bunlarla bir meselemiz yoktur.

Burada şu soru kaçınılmaz oluyor. Günümüzdeki mevcut tasavvufun Cüneyd'in tasavvufu ile alakası kalmış mıdır?

— Pek de bir alakası olduğu söylenemez. Şimdiki sufiler tarikatlar aracılığıyla insanlardan mal topluyorlar. Alkolik biri şeyh efendiniz hizmetine girer ve tarikatı için çalışmaya başlar. Bunu gören şeyh efendi onu kendisine daha çok bağlayabilmek için, Resulullah'ın seninle tokalaştığını gördüm, der. Şimdi, böyle bir şey makul müdür? Günümüzdeki tüm bu tarikatlar bu minvalde hareket ederler. Bunların inhiraflarını saymakla bitiremeyiz. Bunlardan en çok "Bush" razıdır. Amerika tüm dünyada tasavvufi hareketleri desteklemekte ve tavsiye etmektedir.

Timeturk