Selâhaddin Çakırgil
Anayasa Mahkemesi de, ‘Yargıçlar Diktatöryası’na Özenirken..
Çeyrek yüzyıl öncesine kadar tasavvur bile edilemiyen İnternet, Youtube, Facebook, Twitter, hattâ akıllı telefon vs. denilen yeni teknolojik araç ve imkanlar, bugün bütün dünyayı hattâ, bir elektronik uyuşturucu etkisiyle sarmış bulunmakta..
Dünyada yüzmilyonlarca, milyarca insan, günlük hayatının büyük kısmını bu modern iletişim cihazlarıyla meşgul olarak geçirmekte..
Bu elektronik iletişim kanallarının herbirisi, birer ticarî şirket görünümü altında çalışıyor- çalıştırılıyor ve, hepsinin arkasında veya başında da, Amerikan emperyalizmi bulunuyor. Amerikan emperyalizmi bu hegemonik, üstün konumunu gizlemiyor da.. Tersine, bu gibi elektronik iletişim kanalları aracılığıyla yapılan konuşma, görüşme, yazışma ve sair irtibatlardan 6 milyar adedini hergün, 24 saat soyunca kontrol edebilmek imkanına sahib olduğunu da açıkça bildiriyor.
Hatırlayalım, birkaç ay önce, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in de dinlendiği ve hattâ özel hayatına aid konuşmaların bile kaydedildiği anlaşıldı ve Amerikan Başkanı Barack H. Obama, böyle bir durumun bir daha tekrarlanmıyacağına dair teminat verdi, Merkel’e..
Ama, ilginçtir, bu teknolojik iletişim araçlarının bazen bizzat Amerikan emperyalizmini de vurduğu görüldü; Amerikan gizli istihbarat bilgilerinin yayınlanması gibi durumlarla karşılandı. Ve bu duruma karşı USA emperyalizminin tepkisi çok sert oldu.
Nitekim, WikiLeaks belgeleri adıyla yapılan yayımlar bu alandaki en çarpıcı örnek..
Ki, o belgeleri yayınlayan Julian Assange, B. Amerika’dan kaçtıktan sonra, dünyanın her bir tarafında fellik fellik aranırken, Londra’da Ekvador ülkesinin İngiltere’deki büyükelçiliğine sığındı ve iki yıla yakın zamandır, hâlâ da orada ve oradan çıkamıyor.. Çıktığı anda yakalanacak ve casusluk suçlamasıyla Amerikan emperyalizminin hışmına uğrayacak..
Daha sonra, Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi’nin istihbarat uzmanlarından Edward Snowden, Amerikan gizli belgelerinden bir kısmını yayımlamaya başladığında, bu açıklamaları onun da Amerika’dan gizlice kaçarak yaptığı anlaşıldı ve Hong Kong’da ortaya çıktı. Ama, orada tutunamayacağını anlayınca, gizleneceği bir yer aramaya başladı. 20’den fazla ülkeye sığınma talebinde bulunduğu halde, kimse kabullenmeye yaklaşamadı. Çünkü, kimse, Amerikan emperyalizminin hışmını üzerine çekmek istemiyordu. Ve nihayet, gizlice Rusya’ya gizlice girdiği açıklandı ve Moskova Havaalanı’nda bir aydan fazla bir müddet tutuldu. Rusya, önce ona iltica hakkı vermiyeceğini açıkladı; ama, daha sonra, ’B. Amerika aleyhinde bir faaliyette bulunmayacağı taahhüdü alınarak, kendisine iltica hakkı tanındığı açıklandı. Amerika da, bu durumu önceleri kendisine yönelik düşmanca bir tavır olarak nitelemiş olsa bile, sonunda kabullenmek zorunda kaldı.
Ve Amerikan Hükûmeti, kendi vatandaşlarının haberleşme özgürlüğüne darbe vuran bu gibi gizli dinlemelerin veya gizli bilgilerin açıklanmıyacağına dair söz verdi, kendi kamuoyuna.. Bir de, bazı güçlü müttefiklerine.. O ülkelerin itiraz veya yargı kararlarına itibar edildiği gözlendi.
Rusya, Çin, İran gibi bazı ülkeler ise, bu gibi ’ticarî şirket’lerin hizmetlerine ulaşılmasının yolunu kesmek için, kendi özel yöntemlerini geliştirdiler.
*
Ama, Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri, bazı ülkelerin iç işlerini, dolaylı olarak ve haberleşme özgürlüğü adı altında bu gibi etkin ve yaygın elektronik iletişim araç ve imkanlarıyla etkileme çabalarını daha bir hızlandırdı. Özellikle, Orta ve Latin Amerika, Orta ve Güneydoğu Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki sosyal çalkantılarda bu ’ticarî şirket’lerin manipulasyonları, gerçekte, emperyalizmin modernleştirilmiş köhne taktiklerinden başka bir mânâ taşımıyordu.
Bunun birçok örneği dünyanın birçok yerindeki sosyo-politik hadiselerin yönlendirilmesinde görüldü. Bu durumdan zarara uğrayan devletler veya rejimler itirazlarını bildirdiğinde ise, o devletlerin gücüne göre kısıtlamalara gidildi veya hiç oralı olunmadı.
İtirazlara kulak asılmadığı durumlarda, sözkonusu ’ticarî şirket’lerin, ’Biz ticarî bir şirketiz ve ticaretin serbestliği kurallarına göre hareket ediyoruz. Bu bakımdan, müşterilerimizle aramızdaki ilişkilerin mahiyetini açıklamamak, ticarî sırlarımızı korumak hakkımızın bir gereğidir.’ gibi zâhiren haklı; gerçekte ise, komik izahlara sığındıkları görüldü.
2013 Haziranı’ndan itibaren Türkiye’de de yoğun şekilde yaşanan ve Gezi Hadiseleri diye bilinen karışıklık günleriyle, son aylarda yaşanan ve yolsuzluk iddialarıyla başlatılıp Tayyîb Erdoğan ve hükûmetini hedef alan yoğun manipulasyonlarda da bu emperyalist ’ticarî şirket’lerin dahli açıkça görüldü. Yüzlerce-binlerce sahte isim adına açılmış twitter ’hesab’ları üzerinden veya youtube ve faceboook ve sair teknolojik iletişim imkanlarıyla öylesine yoğun saldırılar yapıldı ki, bunları kimin yaptığını belirlemek mümkün değildi. Bu iddiaların doğruluğunu belgelemek gibi bir problem de sözkonusu değildi.
Halbuki, Hucûrât Sûresi-6’da, biz müslümanlara, ’Bir fâsıq’ın getirdiği haberleri, tahkik etmeksizin kabullenmememiz’ emrediliyordu. Burada ise, emperyalist -şeytanî bir gücün eliyle bir yığın haber ulaştırılıyor ve amma onları tahkik imkanımız bulunmasa da, kitleler bu haberleri, ’Belki de doğrudur..’ gibi ifadelerle gerçekmiş gibi kabul ediyorlardı.
Şeytanî güçler, entrikacılar bir takım yalanları tezgahlıyorlar, piyasaya sürüyorlar ve bu iddiaları araştırmadan yaymakta mahzur görmeyenler de entrikaya katılıyorlar ve böylece siyasî hayat şekillenmeye çalışılıyor; bu doğruluğu-yanlışlığı ve yalanlığı isbatlanamayan bu iletişimlerden dolayı zarar ve hakaretlere uğrayan gerçek veya hükmî şahsiyetler ise, uğradıkları zararların giderilmesi imkânını da bulamıyorlardı.
Çünkü, bu ’ticarî şirket’lerin merkezi Amerika’da bulunduğundan, Türkiye’deki yargı organlarının da, idarî makamların da eli oralara uzanamıyordu. Söz konusu‚ ’ticarî şirket’ler ise, diledikleri gibi yalan ve hakaretlerle insanların haysiyetleriyle oynayan, kimlikleri gizli -bu gibi- ’müşteri’(?!)lerine aid bilgileri ’ticarî sırları saklama’ haklarına dayanarak -Amerikan yargı makamları dışında- kimseyle paylaşamıyacaklarını bildiriyor ve Başbakan Erdoğan da, Türkiye gibi ülkelerin bu alandaki mahkeme kararlarını uygulamayan twitter’in kapatılacağırnı duyuruyordu, seçime 4-5 gün kala..
Ama, bu kapatma kararı üzerine, emperyalist dünyanın medya organlarından resmî makamlarına kadar bir çok yerden itiraz sesleri yükseldi. ’Erdoğan diktatörlük yolunda ilerliyor’du, onlara göre..
Ama, o odakların planları tutmadı..
30 Mart Seçimleri’nin yüzde 45 oyla ve kesin bir zaferle AK Parti tarafından kazanıldığı anlaşıldı.. Bunun üzerine, -sadece alman medyasında değil, emperyalist dünyanın bir çok medya organlarında da- Erdoğan’ın ’Yakındoğu’nun Putin’i..’ şeklinde değerlendirmelere konu olması boşuna değildi. Aynı şekilde, bu gibi seçim zaferlerinden sonra siyaset adamları arasında râyiç olan usûl gereği, tebrik -kutlama mesajları gönderilirken, emperyalist dünyadan, Putin dışında kimseden, hele Türkiye’nin NATO’daki müttefiklerinden hiç bir tebrik mesajı gelmemiş olması da ilginç değil midir?
Atlantik’in ötesindeki merkezler sadece Twitter veya Youtube gibi ’mâsum’ (?!) ’ticarî şirket’ler aracılığıyla değil, diplomatik ve stratejik değerlendirme merkezlerinin planlarıyla da Tayyîb Erdoğan’ın sandığa gömülmesini beklerlerken, onun yeni bir seçim kazanarak çıkmasından dolayı rahatsız olmasınlar da n’apsınlar?
B. Amerika’nın Türkiye b.elçisinin yolsuzluk operasyonu adı altında sahnelenen 17 Aralık 2013 darbe teşebbüsünün bir gün öncesinde, AB ülkelerinin Ankara’daki elçilerine verdiği yemekte‚ ’İmparatorluğun çöküşüne şâhid olacaksınız..’ dediğini ve bu seçim sonuçlarından sonra ise, hemen her konuda konuşan / konuşmaya pek hevesli olan bu b.elçinin dut yemiş bülbüle döndüğünü de bu tabloya ekleyince.. Bütün bu işlerin arkasında sıradan bir ’ticarî şirket’in olduğundan değil, uluslarası entrika merkezlerinin düzenlemelerine uygun bir düzenlemeden söz etmek gerektiği daha bir aşikar oluyordu.
*
Seçim sonrasında ise..
Anayasa Mahkemesi, kendisine yapılan bir müracaat üzerine, 3 Nisan günü, Tvitter’in kapatılmasının vatandaşların haberleşme özgürlüğüne engel teşkil ettiği gerekçesiyle, bu yasağın kaldırıldığını açıklayıverdi.. Halbuki, herşeyden önce, Anayasa Mahkemesi’ne bu gibi konularda başvurulması, ancak, iç hukuk yollarının tükenmesinden sonra mümkün olabiliyordu.
Ama, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına bir itiraz makamı bulunmayıp, bu kararların kesin hüküm mahiyetinde olması yüzünden, ’Dediğim dedik..’ kabilinden bir etki yapıyordu.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararının haberini Kuveyt’e yaptığı resmî gezi sırasında alan C. Başkanı Abdullah Gül’ün, kararın son derece memnuniyet verici olduğunu, böylece uluslararası hukuk normlarına uygun bir düzeltme yapıldığını söylemesi de bir başka önemli gelişmeydi. Çünkü, Gül bu noktada, Erdoğan’ın görüşlerine itibar etmemişti, zımnen..
Nitekim, Başbakan Erdoğan da, 4 Nisan sabahı Azerbaycan’a giderken yaptığı açıklamada, ’Mahkeme kararını uygularız, çünkü uygulamaya mecburuz; ama, bu, bu karara saygı duyduğumuz mânâsına gelmez. Bu kararın doğruluğuna katılmıyorum. Herşeyden önce, Anayasa Mahkemesi’ne böyle bir müracaat, iç hukuk yolları tüketilmeden yapılamazdı, şeklen.. Bu bakımdan, böyle bir müracaati, ilk müracaat kapısının kendisi olmaması gerekçesiyle reddetmesi gerekirdi.. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi’nin elinde yığınla dosyalar varken, bu mahkemenin yeni bir usulsüzlük yapıp, bu konuda iki gün içinde karar vermesi, ilginçtir. Ve bu kararı,’millî’ değildir; saygı duyruyorum..’ diyordu..
Erdoğan’ın hele de, ’Bu karar, millî değildir..’ sözünün, zımnen, uluslarası etkileme odaklarının gizli veya açık diktesi veya etkisiyle alındığı ithamını taşıması açısından ayrı bir önemi vardır..
Evet, Anayasa Mahkemesi, twitter yasağı konusunda yapılan bir müracaatı hemen almış ve kendisine müraaat için gerekli şeklî şartlarının gerçekleşip gerçekleşmediğine bakmadan, twitter yasağının kaldırılmasını kararlaştırmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına dayanılarak Youtube isimli siteye erişilmesine yasak getiren mahkeme kararı da kaldırılmıştır.
Bu da, yargının bağımsızlığı adına, yargıçlar diktatöryasına giden yolda yeni bir merhalenin aşıldığı tehlikesinin de habercisidir.
Ama, bu konuda daha da önemli olan, Başkan Erdoğan ile C. Başkanı Gül arasında çok açık, net bir görüş ayrılığının ortaya çıkmasıydı.
*
’Emperyalizmin pîri’nin sözcüleri ne diyor?
Mahallî seçimler öncesinde hele de anglo-sakson dünyasının medya organları, âdetâ alman medyasından geri kalmamak istercesine, Pennsylvania Şeyhi ile bir tam bir ağız ve söz birliği sergiliyordu. Onlara göre, ‘otoritarizm ve hattâ diktatörlük eğilimleri’ içindeki Erdoğan’ın bu hali, onun tükeniş çırpınışları idi..
Seçim neticeleri ise, onları şaşkına çevirmiş olmalı ki, bu zamana kadar vargüçleriyle destekledikleri adamlarının cezalandırılmamasını, bağışlanmasını sağlamak istercesine, ‘Erdoğan büyüklük göstermeli..’ diye başlıklar atmaya başladılar..
Nitekim, 9 ay öncelerdeki Taksim-Gezi Hadiseleri’nden beri Erdoğan düşmanlığını bayrak edinen ve hattâ onu, kapağında yayımladığı ilginç bir resimle, bir yeni Sultan kılıfı içinde resmeden ve ‘Demokrat mı, sultan mı?’ diye soran ing. The Economist dergisi, 4 Nisan tarihli ve ’Bağışlayıcı ol, Büyük Sultan’ (Be merciful great Sultan) başlıklı ve başlığında bile bir alaycılık ve istiskal yansıtan yazısında Tayyîb Erdoğan'ın, -beklenmedik şekilde açık farkla kazandığı seçimler sonrası- büyüklük göstermesi gerektiğini yazıyor ve bu arada, Erdoğan’ın seçim sonrasında yaptığı konuşmada, ‘Türkiye’ye tuzak kurmaya kalkışanlara kanunlar dairesinde gereken darbenin vurulacağı’ şeklindeki sözüne takılarak, "İstikrarsız bir ülkede böylesi bölücü bir söylem tehlikelidir" diyerek, Türkiye’nin istikrarsız bir ülke olduğu iddiasını tekrarlamaktan da geri durmuyor ve Türkiye için iyilik düşünüyormuşcasına tavsiyelerini sıralayarak şöyle diyordu:
‘90'lı yılların kaos ortamından sonra Türkiye 10 yıl boyunca Mr. Erdoğan'ın yönetiminde istikrarlı ve müreffeh bir dönem geçirdi. Bu dönemin iki güçlü çıpası vardı: Bunların ilki başta IMF, sonra da malî piyasalarca desteklenen doğru makro-ekonomik politika, diğeri de Mr. Erdoğan'ın Ekim 2005'te üyelik müzakerelerine başlaması ile muhtemel Avrupa Birliği üyeliğiydi. Türkiye bugün bunların ikisini de kaybetme riskiyle yüzyüze..’
Dikkat edilirse, bu tahlilde, Erdoğan döneminin başarısı, IMF’nin planlarının da neticesi olarak gösteriliyor. Halbuki, durum hiç de böyle değildi ve Erdoğan Hükûmeti, IMF’nin tavsiye, plan ve diktelerine itibar etmeyip kendi planlarını uygulamıştı.
The Economist, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmayı, Cumhuriyet'in 100'üncü yılı olan 2023'de o makamda oturmayı planladığını da yazmaktaydı.
The Economist'in, "Erdoğan'ın şansı açık.." başlıklı bir başka yazısında ise, Cumhurbaşkanlığı seçiminde kürdlerin Erdoğan'ı desteklemesinin beklendiği, başbakanlık için de en güçlü adayın C. Başkanı Abdullah Gül olduğu belirtiliyor ve şöyle deniliyordu:
’Ekonominin durgunluğa gittiği, Gülen Cemaati mensublarının da muhtemelen teslim olmayacakları düşünülürse, Mr.Erdoğan belki de AK Parti'nin üç dönem kuralını ortadan kaldırtıp dördüncü kez başbakanlığa aday olabilir. (...)Bazı çevreler Erdoğan'ın ekonomik durgunluğun etkileri hissedilmeden erken seçime gidebileceği yolunda spekülasyonlar yapıyor. AK Parti seçimler sonrası Meclis'te üçte iki çoğunluk sağlarsa, Mr. Erdoğan'ın uzun süredir hayalini kurduğu yürütme yetkisi açısından daha güçlü bir Cumhurbaşkanı olmasını sağlayacak şekilde anayasayı yeniden yazabilir. Her durumda 30 Mart'taki seçimler bir kez daha gösterdi ki, Mr. Erdoğan hâlâ Türkiye'nin en etkili siyasî figürü..’
Evet, bu görüşler, emperyalist dünyanın medya organlarında 30 Mart seçimleri sonrasında kaleme alınan yazılardan sadece bir küçük örnek.. Bu gibi değerlendirmeler karşısında, üzerinde durulması gereken asıl husus, emperyalist sistemin en güçlü ve yaşlı temsilcilerinden olan İngiltere’nin medya kuruluşları aracılığıyla bile, Türkiye’nin ve diğer ülkelerin mes’eleleriyle ne kadar derinden-yakından ve niçin meşgul olduğudur.
Konuyu şöyle de değerlendirebiliriz:
Türkiye veya benzeri ülkelerin medyası da, meselâ İngiltere, Almanya, B. Amerika vs. emperyalist devletlerin iç siyasetleri konusunda, bilgi verici mahiyetteki yazıların ötesinde, yön göstermeye kalkışan bir niyeti yansıtacak şekilde yazılar yazabiliyorlar mı?
Ya da, Türkiye ve benzeri ülkelerin medyasında yayınlanan makaleler de, emperyalist devletlerin başkent veya medyalarında merak konusu oluyor ve yansıtılma ihtiyacı duyuluyor mu?
Bu sorunun cevabı, hayırdır.
Ama, ilginçtir ki, 100 yıl öncelerde, içinde bulunduğu bütün olumsuzluklara rağmen, İstanbul gazetelerinde yayınlanan makaleler, Batı başkentlerinin siyasî ve diplomatik mahfillerinde veya medya organlarında derin ilgi ve yankı uyandırıyordu.
Dünyada söz sahibi olmak ve güdülmemek istiyor, yönlendirilmek istemiyorsanız, sadece haklı değil, güçlü de olmanız gerekmektedir. Bu, hemen bütün zamanlar ve mekânlar için de geçerlidir.
Hele de günümüzde, bu, daha bir böyledir.
haksöz