İbrahim Karagül
'Atatürk vizyonu'na dönüş! 2012 neyin zirvesi olacak?
Türkiye üzerine tartışmaları hararetle ve sorgulayıcı biçimde izlemeye devam ediyoruz. Son bir yıldır yoğun biçimde devam ettirilen, bazı çevrelerin ideolojik bir tartışmaya dönüştürerek, Batı-Türkiye ilişkileri açısından bir tür "kopma", Cumhuriyet projesi açısından da "çöküş" olarak nitelediği bu tartışmaya katılanların önemli bölümü birkaç ülkenin Türkiye ve bölgeye yönelik perspektiflerini dile getirdikleri ortada. Böyle olunca da, her söz söyleyenin sağlıklı bir değerlendirme yaptığına inanmak mümkün değil.
Türkiye'nin ekonomik geleceğine ilişkin öngörülerin bir kısmı, küresel ekonomik krizin ABD ve Avrupa'ya verdiği hasarı, kriz sonrası yükselmesi beklenen ülkelere yönlendirme kaygısıdır. Bir süre önce Alman bankalarının "Türkiye çökecek" raporlarını hatırlayalım. Şimdi o bankalar çökmek üzere. Gelişmekte olan ülkelerin batacağına yönelik korku senaryoları yazan ülkelere bakalım. 2010'un daha ilk aylarında bir çok Avrupa ülkesi ekonomik çöküşün eşiğine geldi. Avrupa ülkeleri arasında çöküş sıralamaları, yapılır oldu.
Geçtiğimiz hafta, İngiliz The Telegraph gazetesi benzer bir iddia attı ortaya. ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail'in, İran'ın finansal sektörünü, başlıca ulaştırma şirketlerini ve güçlü Devrim Muhafızları'nın kontrolündeki varlıkları hedef alacak ambargo çalışmaları yaparken, Tahran'ın bunun önüne geçmek için "Türkiye ve Asya ülkeleri ile yerel para anlaşmaları imzalamaya çalışıyor" diye iddia etti.
Bu haber ilk bakışta, oldukça doğru gibi gözüküyor. Çünkü gerçekten de böyle bir süreç var. Eğer bu iddiayı, İran'a yönelik yeni ambargo tartışmalarıyla, nükleer kriz tartışmalarıyla sınırlı ele alırsak, itiraz edilecek bir şey yok. İran hem Türkiye hem de Asya ülkeleriyle ticarette doların dışında yerel para birimlerinin kullanılmasına yönelik anlaşmalar yapıyor. Ama işin aslı hiç de öyle değil.
Dolardan kaçış İran'la sınırlı değil. Latin Amerika ülkeleri, Rusya, Çin, S. Arabistan'ın başını çektiği Körfez ülkeleri ve Asya'da bazı ülkeler benzer aynı yöntemi kullanıyor. İkili anlaşmalarda ve bölgesel ticarette dolardan çıkıyor ve yerel para birimleri üzerinden ticarete yöneliyor. Bu eğilim tamamen ekonomik krize yönelik bir tutum ve doların küresel hegemonyasının bitmesinden kaynaklanıyor. Daha 2007'lerdeki kriz öngörüleri şöyleydi:
ABD ve İngiltere'nin küresel askeri müdahalelerinin iki ülke ile birlikte bazı Asya ülkelerini de ekonomik krizin içine sürükleyeceği, ekonomik globalleşmenin aniden durabileceği, iç ve dış siyasi tehditler nedeniyle transatlantik eksenin çökeceği, doların artık sığınak olmadığı, bölgesel ekonomik ortaklıkların hız kazanacağı...
O zamanlar; Türkiye için "eksen kayması"nı tartışmıyorduk ama küresel düzeyde sistemik bir değişimin bir çok ülkenin pozisyonunu derinden değiştireceğini görüyorduk. Krizin ekonomiyle sınırlı olmayacağını, küresel ekonomik sistemin ve küresel siyasi sistemin yeniden tanımlanacağını, yakın gelecekte her ülkenin geleneksel politikalarında radikal değişiklikler göreceğimizi söylüyorduk. Öyle de oluyor ve bu son derece doğal bir akış..
Şimdi, İran'a ambargo gibi, bölgesel ve uluslararası sorunlar gibi bir çok durum, krizin ortaya çıkardığı yeni önceliklere göre tartışılıyor artık. Öyleyse, ister ekonomik olsun, ister siyasi olsun, Türkiye'ye yönelik, Türkiye'nin iç siyasi gelişmelerine yönelik, Türkiye'nin bölge ile ilişkilerine/yakınlaşmasına yönelik değerlendirmeleri, hangi ülkelerin jeopolitik hesaplarıyla, "yeni öncelikleriyle" bağlantılı olduğunu anlamadan doğru algılamak mümkün olmayacaktır. Son dönemlerde, İran'la ilişkileri konusunda Türkiye üzerinde yoğunlaşan baskı da budur. Mesele sadece Türkiye-İran arasındaki yakınlık değildir. Türkiye'nin yakın çevresiyle ikili ilişkilerin ötesine varan, ulus üstü ortaklıkların temellerini atan ve özellikle Batı'da şaşkınlık ve merakla izlenen büyük çıkışına yönelik "mevzi alışın" göstergesidir.
Avrupa Birliği için 21. yüzyıla yönelik eğilimleri sorgulayan ve farklı düşünce kuruluşları ile işbirliği içinde olan "The Laboratoire européen d'Anticipation Politique Europe 2020 (LEAP/E2020)" adlı kuruluşun krize yönelik öngörülerine burada bazen atıfta bulunurum.
Aynı kuruluş, Kasım aylarında "Türkiye ve eksen kayması" tartışmalarına da katıldı. Krizin en önemli sonucunun "küresel sistemik çözülme", "jeopolitik çözülme" olacağında ısrar eden kuruluşa göre, Türkiye kendine yeni bir yol çiziyor. Bunu bir "uyanış ve Batı kampını terk etme" olarak nitelendiren kuruluş; "sistemik krizin, ABD ve Batı ittifakının zayıflamasının etkisiyle Türkiye'nin kilit jeopolitik çıkarları konusunda kendini yeniden tanımlamaya gittiğini, bunun 1952 yılında NATO'ya girişinden bu yana en büyük değişim olduğunu, 2012 yılında zirve yapacağını, Türkiye'nin Atatürk vizyonuna döndüğünü ve büyük devletlerin kendisi için belirlediği pozisyona sırt çevirdiğini öne sürüyor. Onlara göre işin ironik tarafı, bu süreci muhafazakar siyasi kadroların gerçekleştiriyor olması.
Devam edelim: Türkiye-NATO ilişkileri kritik dönüm noktasında. Türkiye örneği, ittifakın çözülme sürecinin bir başka örneği. Aynı değerlendirmede, Türkiye'yi onlarca yıl kukla siyasi figürlerle yönettikleri, yeri geldiğinde bu figürleri kaldırıp attıkları, onların Atatürk'ün mirasını temsil ettiği tezini işledikleri, oysa bütün amaçlarının Türkiye'yi NATO, AB ve ABD ekseninde tutmak olduğu ifade ediliyor. Kuruluş'a göre işte bu sistem/gelenek çöküyor ve Türkiye kendi yolunu çiziyor. Bu da, küresel ekonomik sistemin yol açması beklenen sistemik krizin, jeopolitik çözülmenin göstergelerinden biri sadece
Türkiye, bu durumu "eksen kayması" olarak nitelendirmiyor. Batı'dan kopma olarak da görmüyor. "Suyun yolunu bulması" olarak tanımlıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın sık sık açıklama zorunluluğu hissettiği, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün "eksen kayması" tartışmasının arkasındaki niyete atıflarda bulunduğu sürecin değerlendirmesi ne yazık ki, bu ülkede pek önemsenmiyor. Türkiye'nin entelektüel aklının bu değişimi neden kendi sözleriyle değerlendirmekten uzak olduğunu anlamak mümkün değil.