Selâhaddin Çakırgil
Başına buyruk "Silahlı Kuvvetler Partisi", disiplin altına...
Başına buyruk "Silahlı Kuvvetler Partisi", disiplin altına alınmaya çalışılırken..
Geçmiş asırlarda, adı açıkça saltanat olan, yani sulta"nın, zer ve zor"un (altın-servet ve kılıç- silah gücüne) dayalı yönetiminin geçerli olduğu dönemlerde iktidar oyunu, bir müselles / üçgen içinde şekilleniyordu..
Müsellesin tepe noktasında Saray, diğer iki köşede ise, İlmiyye (ulemâ sınıfı) ve Seyfiyye (kılıç ehli olanlar, ordu) sınıfı bulunuyordu..
Bu üç güç odağı arasında ihtilaf ve de iktidar kavgaları çıktığında, bazen İlmiye ile Seyfiyye (Sultan 2. -Genç- Osman"ın katlinde ve 2. Abdulhamîd"in tahttan indirilişinde olduğu gibi) Saray"a karşı birleşir; bazen Saray, (Yeniçeriliğin kaldırılışna olduğu gibi) İlmiye ile birleşip, onların fetvasıyla Seyfiyye"ye ve bazen de Seyfiye ile birleşip (birçok ulema kalkışmalarının sindirilmesinde olduğu gibi) İlmiyye"ye darbe indirirdi..
Bu gelişmeler içinde halk/ cumhûr nerede midir?
Halk/ cumhûr, üçgenin içinde mahkûmdur.. Onun adı yoktur ve bu tabiîdir de.. Çünkü, sistemin adı alenen saltanattır..
Ve saltanat, zer ve zor"a dayalı gücü eline geçirmiş olanların rejimidir, yönetimidir..
Halk/ cumhûr ise, bu rejimde sadece vergi verir, askere gider ve de itaat eder..
Kendilerinin yönetmek için yaratıldıklarına inananların yönetme arzularını tatmin için varolan kitleler durumundadır, halk..
Ve bu zorbalık ve haksız tahakküm anlayışına karşı geliştirilmiş bir sistem olan (gerçek) "cumhûriyet" ise, tabiatiyle bu fâsid daireyi parçalamayı esas alır..
Ama, durum bizde pek farklılaşmamıştır..
Dünkü Saray"ın yerinde Çankaya Köşkü vardır, İlmiyye"nin yerinde ise, okumuş, tahsilli kabul edilen kitleleri yönlendiren medya gücü ve üniversite; Seyfiyye"nin yerinde de, Silahlı Kuvvetler..
O halde, saltanat ile bugün karşılaştığımız cumhûriyet arasında bir fark yok mudur?
Olmaz olur mu?
Çünkü, bu sistemin adı Cumhûriyet"tir; lâkin 90 yıla yaklaşan uygulamaya rağmen, cumhûr yine yoktur ortada..
İşte temel çelişki buradadır..
Ve ilmiyye"nin yerini alan yargı, medya ve üniversiteler henüz de, halkın ekseriyetinin iradesine geçmemiş ve bu güç odağı, "Ankara Sultanlığı"nın gösterdiği istikamette, yani jakoben/ dayatmacı mantıkla tahakkümünü kuran resmî ideolojiye uygun bir çizgiyi takib etmeyi kabullenmiştir, genelde..
Seyfiyye"nin yerindeki ordu ise..
Özellikle de, 1923"den beri, tam bir İttihad-Terakki Komitacılığı mantığıyla ülke yönetiminin bütün kilit noktalarını ele geçirmiş ve hele de 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi"nden itibaren gerçekleşen 4 askerî müdahale ile, halkın temsilcilerinin üzerinde söz sahibi olamadığı, kanunlarını kendilerinin koydukları ve herşeyi kendi iç bünyelerindeki iktidar, menfaat ve denge oyunlarına göre otomatiğe bağlanmış bir durumdadır.. Ve, cumhûr"un temsilcilerinin, bu gücün bağlı olması gereken kanunların yapımında ciddî bir etkisi bulunmamakta ve sadece, Meclis"e dayatma yoluyla kabul ettirilmiş bir yapılanma hüküm sürmektedir..
Yani, sistemin adı cumhûriyet, halkın iradesine dayalı bir yönetim biçimi olduğu halde.. Halk yine yok sayılmaktadır, bu rejimin temel mentalitesinde..
Ve halk, yine sadece vergi veren, askere giden ve itaat eden kitleler olarak algılanır..
Saltanat yönetiminde zora, kaba güce dayalı oyun ve entrikalar o sistemin mantığına uygun iken; Cumhûriyet yönetiminde, bu durum, sistemin isminde şekillenen mantığa aykırıdır..
*
Bugün, mevcud rejimin kuralları içinde bile olsa, siyasî iktidara milletin iradesine göre gelen ve bu emanetin gereğini kendi anlayışına göre yerine getirmekte kararlı olduğunu çalışan Tayyîb Erdoğan liderliğindeki AK Parti isimli siyasî organizasyon, işte bu fâsid daireyi kırmaya ve bunu yaparken verdiği mücadelenin tabiatı gereği nice tehlikeleri de göze almış gözükmekte..
(Bu hareketin iktidara geldiği günlerden beri, "iktidar koltuğundan önce dârağaçlarını gözönüne alamazsanız, zorluklar karşısında, emaneti koruyamıyacağınızı bilmelisiniz" diye ısrarla yazdığımı bu vesileyle bir daha belirtmeliyim..)
Erdoğan, bu tarihî fâsid daireyi kırabilir mi, o ayrı mes"ele..
Ama, epeyce çatlaklar meydana gelmiştir.. Ancak, mes"elenin ne kadar çetin olduğu, her an, kelleler götürücü mahiyete dönüşebileceğinin ipuçları sürekli gündemdedir..
Nitekim, şu "Ergenekon Yargılaması" etrafındaki gelişmelerin, bazı askerleri de içine alan basit bir adlî mes"eleden ibaret olmadığını, her geçen gün karşılaşılmakta olan müthiş direnişler ve parmak ısırma denemeleri ve tehlikeli entrikalar ve karanlık bölümleri ve nice karartmaları gözler önüne sermekte, gelişmeler her an yeni bir şekle bürünmektedir..
Özellikle de, asırlardır hep iktidarda olan ve iktidarlarını korumak için her yol ve metodu mubah sayan ve bir "silahlı kuvvetler partisi" durumundaki ordu"nun sergilediği tehlikeli tavırlar, oyunu daha bir tehlikeli çizgide tutmaktadır..
Bu cümleden olmak üzere, Kur. Alb. Dursun Çiçek"e aid olduğu Adlî Tıb raporuna göre de kesinleşen ve teknik terimi itibariyle "ıslak imza", yani orijinal belge olduğu kesinleşen darbe çalışmaları etrafındaki zıdlaşmalara biraz daha dikkatlice bakmakta fayda olsa gerek..
Bir takım güç odakları ve kurumlar arasındaki karşılıklı güç denemeleri ve entrikalar, kanun sınırları içinde şekillendirilmeye çalışılıyor..
Meselâ.. Genelkurmay Askerî Savcılığı bu belgenin aslının, orijinalinin kendisine gönderilmesinde ısrar ediyor; medyadaki fiilî sözcüleri aracığılıyla, "bir devlet kurumunun ötekine güvensizlik göstermesinin devlet idaresinde kabul edilemiyecek bir davranış olduğunu" vurgulayarak.. Ama, İst. C. Savcılığı da, askerî savcılığa belgenin aslını değil, o konudaki Adlî Tıb kurumu raporunu gönderince duyulan rahatsızlığın mantığı ele alınmıyor..
Üstelik, sözkonusu resmî belgenin askerî savcılığa verilmesi halinde, onun ne gibi çarpıtmalara uğratılacağı hususunda, kamuoyunda genel bir yaygın kanaat yer bulunmaktadır..
Kaldı ki, TSK içindeki illegal çalışmaların nasıl gizlenmesi gerektiği konusunda geçmiş darbeler öncesinde takib edilen usûllerden de çıkarmak mümkün..
Ne var ki, Başbakan Erdoğan konunun takibini bırakmyıcağını gösteriyor.. Dahası, TRT"den yayınlanan bir proğramda, gazetecilerin kendisine darbe söylentilerini hatırlatmaları üzerine, "Ben öncekiler gibi çekip gitmem. Gerekeni yaparım.." diye açık bir mesaj veriyor..
Ve bunu yapabileceğinin işaretlerini kendine özgü usûllerle ortaya koyuyor. Çünkü, kendisine "-Seni tanımıyorum.." mânasına gelen muhtıralar yayınlayan bir gücün başındaki kanûnen isyan durumundaki kişiye, Dolmabahçe"ye gelmesi emrini verebiliyor ve o (B.Anıt) da, itaat etmiyeceği muhtırasından sonra, o emre itaat etmek mecburiyetini hissediyor ve tıpış tıpış veya paşa paşa gidiyor!..
Denilebilir ki, Erdoğan bu isyankâr komutana karşı hangi kanunu uygulayabildi?.
Ama, hele de kellelerin koparıldığı bir siyaset sahnesinde, ilm-i siyaset"in sergilenişinin çeşitli şekillerinin olabileceği de unutulmamalıdır.. (Unutmayalım ki, 22 Şubat 1962"de Harbokulu Kom. Kur. Alb. Tal"at Aydemir, ihtilale teşebbüs edip, başta radyo olmak üzere bir çok kurumları ele geçirdiğinde ve arka arkaya bildiriler yayınladığı sırada, zamanın başbakanı İsmet İnönü, ordu içinde kendisine ve Genelkurmay"a yani kanûnî emir-komuta zincirine bağlı kalan subaylarlarla direnme kararını vermiş ve teslim olmaları halinde, onları sadece ordudan uzaklaştıracağı ve amma, cezaî takibât yapmıyacağını darbecilere bildirmişti; kanûnen böyle bir yetkisi olmadığı halde.. Ve, TSK"nın bazı birimleri de hükûmete bağlı kalınca, Tal"at Aydemir teslim olmak zorunda kalmış ve beraberindeki yüzlerce subay ve Harbokulu öğrencisi orduyla ilişkileri kesilerek, serbest bırakılmışlardı..
O da, bir ilm-i siyaset taktiği idi.. Kanûnî dayanağı olmasa bile..
Amma, aynı Aydemir, sivil hayattayken de, Harbokulu ve orduda kalan öteki uzantılarıyla irtibatı kesmemiş ve 21 Mayıs 1963"de bir kez daha darbe teşebbüsüne girmiş ve şiddetli çatışmalar geride onlarca ölü bırakırken, yine başarısız kalıp yakalanan Aydemir ve arkadaşları yapılan muhakemeler sonunda, idâma mahkum edilip, iki yardımcısıyla birlikte kurşuna dizilmişti..)
Şimdi de, benzer entrikalar çevrildiğinin en çarpıcı örnekleri ortaya konuluyor, bir kapalı kutu durumundaki ordu içinde..
Bu arada o belgeye bir "kağıt parçası" diyen veya ele geçirilen Lav silahlarını "bir boru" diye küçümsemeye, soruşturmayı sulandırmaya çalışan Gen. Kur. Başk. Başbuğ da iyice köşeye sıkışmış bulunuyor.
O zaman, (dört buçuk ay önce) Kur. Alb. D. Çiçek tutuklanmış, ama, 20 saat sonra serbest bırakılmıştı; "Islak imza"lı, orijinal belge yok diye..
Ancak ilginç olan şu ki, bu zamana kadar birçok farklı imzalar kullanarak yırtmayı başaran bu kişi, bu kez savcılıkta, sorgulama sonrasındaki tutanağı imzalarken, eline eldiven giyiyor ve bunun sebebini de, "Size güvenmiyorum, parmak izlerimi alabilirsiniz.." diye açıklıyor..
(Geçmişteki nice darbelerin de, başarısızlık halinde zayiat vermemek için muteber sayılamıyacak şekilde belgelerle düzenlendiği biliniyor..)
Yani, devletin içinde bir ayrı devlet.. Bir devletin bir adlî kurumuna güvensizliğini bu hadde vardırıyor, o devlet içindeki bir ayrı kurumun, askerî organizasyonun en etkili yerlerinde bulunan bir kurmay albay..
Bu durum, kurumlararasındaki güvensizliğin boyutlarını göstermeye yetiyor..
Ancak ilginç olan şu ki, bu kez, "ıslak belge"nin ele geçirilmesinden günler sonra, Genelkurmay"ın istihbarat gibi, en hassas bölümlerinden olan birinde çalışan işbu D. Çiçek isimli kurmay albay, nihayet savcılığa getirilebiliyor / savcılığa gönderilmesi sağlanabiliyor ve yapılan sorgulaması sonunda, 11 Kasım 09 günü ikinci kez tutuklanıyor
Ama, yeniden tutuklanması üzerinden henüz 45 saat geçmekteyken, bu kez de, avukatınca bir diğer mahkemeye yapılan itiraz üzerine, "adresinin belli olduğu ve kaçma ihtimalinin bulunmadığı" gerekçesiyle yine serbest bırakılıyor!!..
Tutuklama kararı veren ilk mahkemede de bu gerekçeler ileri sürüldüğü ve nazar-ı itibara alınmadığı halde, bir diğer mahkemenin bu hususu gözönüne alması, ilginç değil mi?
Kaldı ki, ülkenin hapishanelerinde, üstelik darbe teşebbüsü gibi ağır ithamlara mâruz kalmamış nice binlerce insan vardır ki, adresleri de bellidir, kaçma ihtimalleri yoktur; ama, arkalarını kuvvetli yerlere dayandıramayanlar aylarca değil, hattâ yıllarca tutuklu kalırlar.. Bizzat nice Ergenekon sanıkları için de böyle değil midir?
"Hâkimleri, mahkemeleri etkilemenin nice yolları vardır" sözü boşa söylenmiyor, demek ki..
Em. Org. Şener Eruygur"un eşinin teknik dinlemeye takılan bir konuşmasında, GATA"daki askerî doktora "....(filanca) mahkemeler bizdenmiş.." diyerek, sağlık durumunu gösteren raporun o mahkemelere gönderilecek şekilde, belirli günlerde düzenlenmesi ricasında bulunduğu hatırlanmalıdır..
Aynı şekilde, dikkat edilecek olursa, Şener Eruygur, Hurşit Tolon gibi em. orgeneraller, birkaç ay tutuklu kaldıktan sonra, sağlık durumları gerekçe gösterilerek tahliye edildiler..
Jandarma İstihbaratı"nın / JİTEM"in en önemli isimlerinden birisi olan em. Tümg. Levent Ersöz gibiler ve Prof. Mehmet Haberal gibi isimler ise, bir takım gizli ellerin himayesiyle, aylarca, hastahane köşelerinde korunuyorlar, hasta oldukları iddialarıyla.. Ve bunlar, kalacakları hastahaneleri de kendileri belirliyorlar.. Mahkeme huzurundaki ifadesinde bile, "Ben darbeci değilim, ben üniversitede türban darbesi yaptım ve bununla gurur duyuyorum.." diyerek, kemalist despotluğunu bizzat tekrarlayan Prof. Alemdaroğlu gibiler ise, yine hastalık gerekçesiyle, -iddianamedeki onca ağır ithamlara rağmen- birkaç günlük tutukluluk sonrasında serbest bırakılmaları nasıl izah edilmeli?
*
Bu arada İst. Başsavcısı ve Yargıtay"ın dinlendiğine dair feryadlar ayyuka çıktı..
Adalet Bakanlığı yaptığı açıklamada, 50 küsur hâkim ve savcının dinlendiğinin aylarca önce resmen açıklandığını ve bütün bu dinlemelerin Mahkeme kararıyla yapıldığını belirtiyordu.
Ancak, daha önce, bizzat Başbakan Erdoğan, kendisinin de dinlendiğini söylediğinde seslerini çıkarmayanlar, bu dinleme iddiaları üzerine feryadı koyveriyorlardı.
Nitekim, bu konuyu Telekomunikasyon İletişim Başkanı (TİB) Fethi Şimşek de dile getiriyor ve "(TİB) kurulmadan önce, hiçbir hâkim veya mahkeme kararı olmaksızın, Başbakan"ın 6 yıl boyunca dinlendiğini ve bunun toplumda hiç de tartışılmadığını, önemsenmediğini" belirtiyordu.
*
Evet, kemalist rejim içinde, son derece çetin bir güç boğuşması hesablaşması cereyan etmekte olup, onun sadece küçük bir kısmı bir buzdağı gibi su yüzüne vuruyor, asıl büyük gövde suyun altında..
Bu konulara ideolojik kalıplarımızın dışında diye ilgisiz kalmak, sonunda, yine Silahlı Kuvvetler Partisi"nin kazanmasıyla noktalanabilir..
Herkes yerini ve tavrını bu şartlara göre de belirlemelidir..
*
haksözhaber