Başörtüsü yasağının 'sosyolojisi'
Zaman gazetesi yazarı Ali Ünal Başörtüsü yasağının sosyolojisini yazdı...
Başörtüsü yasağının 'sosyolojisi'
Batı'da Rönesans'la birlikte değişen dünya görüşü, kadın ve aile konusunda en önemli tesirini I. Dünya Savaşı'nı takiben ortaya koymuştur. O zamana kadar Batı'da da aile büyük oranda hâlâ güçlüydü ve kadın hâlâ cemiyetin temeli mesabesindeydi; giyimi de, Doğu'daki gibi uzun ve boldu.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra milyonlarca kadın kocasız, yuvası erkeksiz kaldı. Bir yandan o ayakta kalabilmek için çalışma hayatına dökülürken, bir yandan da savaşın meydana getirdiği psikolojik tesir altındaki genç erkekler, hem hayattan "kâm" alma arzusuyla, hem de ihtiyaç duyulan iş gücünü karşılamak maksadıyla sokaklara saçıldılar.
Rönesans'tan sonra din'le merhale merhale bağları koparmanın neticesinde, artık ölümden sonra kendini bekleyen ebedî bir adalet, mükâfat ve ceza diyarının olduğuna inanmayan; bütün insanlığı azaları, organları, melekeleri birbirini tamamlayan, birbirine yardım eden bir fert değil, tek kendisinden, kendisini de bedenî arzularından ibaret gören; hayatı doğum ile ölüm arasında geçen kısa bir zaman parçası olarak değerlendiren insanın ana uğraşı, kendisine maddî açıdan en yararlı gördüğü şeyleri toplamak ve en fazla zevk ve eğlence veren, tatmin olduğunu sandıkça daha çok açlığını hissettiği bedenî arzuları doyurmaktan başka ne olabilir? Bu anlayışta her şeyin yararı ve değeri, maddî-biyolojik bir organizma, bir hayvan olan insana ne kadar zevk verebiliyor ölçüsüyle değerlendirilmekte ve ona en hayvanî, en baştan çıkarıcı zevk verecek şeylerin başında da insan vücudu gelmektedir. Batıda Rönesans'tan itibaren çıkan bu anlayış, insan vücudunu sanatın da, edebiyatın da en önde gelen konusu yapmıştır. M. Angelo'nun, Hz. Davut'u, bir peygamberi, gücünün ve güzelliğinin zirvesinde, yalnızca bütün adaleleri değil, cinsel organları bile ayrıntılarına kadar ortada bir genç şeklinde gösteren heykeli, Rönesans'tan önce masumiyet ve haya timsali olarak resmedilen Hz. Meryem'in Rönesansla fizikî güzellikleri önde bir kadın olarak tasvir edilmesi, buna iki örnektir. Bu anlayışta cinsî arzular sürekli kamçılanır ve vahşileşir ve kadın da ancak verdiği zevk ve tatmin nispetinde değer taşır. Dolayısıyla o, bedenini sürekli teşhir etmelidir. Teşhirin başladığı yer ise saçlar, yüz ve boyundur. Bu sebeple, başörtüsüne karşı verilen mücadele, inanç, dünya görüşü, kültür ve medeniyet mücadelesidir; manâya karşı maddenin, din'e karşı dünyanın, masumiyete, manevî değerlere karşı şehvetin mücadelesidir.
Meselenin bir diğer önemli boyutu da: Söz konusu dünya görüşü, kültür ve medeniyetin kurduğu mevcut modern sistem, sürekli tüketim zemininde yürümektedir. Bunun için de, temelde pek az şeye muhtaç olan insanın ihtiyaçları sürekli artırılmakta, kamçılanmakta, özellikle de cinsel arzular ön plana çıkarılmaktadır. Böyle bir sistemde kadına biçilen rol, tüketen ve tükettiren bir araç olmaktır ve onun değeri de bu rolünü oynayabildiği ölçüdedir. Sadece bir bedenden ibaret görülen kadın, tüketmek ve tüketilmek zorundadır; giyiminin şeklini ve türünü tayin eden de bu zorunluluktur. Kadın, bu vahşî sistemin en zayıf ve en çok sömürülen kurbanı, aynı zamanda en keskin silahıdır.
Altında bu temel gerçeklerin yattığı başörtüsü meselesini en fazla düşünmesi gerekenler, onu özellikle dinî bir vecibe olarak takanlardır. Dolayısıyla başörtüsü, kadının önce kendisini fizikî cazibeden ibaret bir beden olarak görmesine mani olduğu, sonra yabancı gözler karşısında böyle bir beden olmaktan kurtardığı, iffet, haya, masumiyet gibi en engin faziletler âbidesi olarak görünmesine hizmet ettiği, bırakın üretim-tüketim çılgınlığından, dolayısıyla en büyük araç olarak kadın bedeninden ve câzibesinden beslenen modern sisteme bir tüketim aracı olarak hizmet sunmayı, onun çarklarına çomak sokabildiği ölçüde baş örtüsüdür. Yoksa, manâsını da, gerçek değerini de kaybedecektir.
Ali Ünal / Zaman