Selâhaddin Çakırgil
Bir geçmeyen geçmişin, bir zorbalığın 100 yılından resmi geçit sahneleri
*Önce, Tayyib'le Beşşar'ın zıdlaşmaları üzerine ilginç bir açıklama..
Suriye konusundaki tartışmalarda, 'Yok, Amerika'nın yanında yer alıyorsunuz; yok Rusya'nın, Çin'in yanında alıyorsunuz; yok oradaki mücadelenin özü şudur, yok budur..' diyenlere; bugünkü Suriye rejiminin Dışişleri Bakanı Velîd Muallim'in, 'Tayyîb Erdoğan Hükûmeti ile aralarının bozulması'na dair sözlerini değerlendirmelerini hatırlatalım..
Elbette böyle bir karmaşık konuda pek çok etkenler vardır..
Ama, Velîd Muallim'in kendisiyle görüşen Türkiye'li bir grup gazeteciyle görüşme esnasında söyledikleri, 27 Şubat günü medyada yer aldı.. Muallim'in, 'Tayyîb Erdoğan Hükûmeti'yle aramız 'İkhwan'ul Muslimîyn'in dönüp ülke siyasetinde etkili olmalarına karşı çıktığımız için bozuldu..' şeklindeki sözleri üzerinde de çok ciddiyetle durulmalı.. Hürr. muhabirinin, 'Ankara"nın tavrındaki değişiklik Suriye"nin demokratikleşme konusunda Türkiye"ye verdiği sözleri tutmamasından mı kaynaklanıyor?' sorusuna karşı -mezkûr gazetenin 28 Şubat tarihli sayısında yazıldığına göre- V. Muallim diyor ki: 'Başbakan Erdoğan, Devlet Başkanı Esad ile her görüşmesinde MüslümanKardeşler"i gündeme getirdi. Esad, örgüt üyelerinin dönüşüne izin verip parti kurmalarına karşı çıkınca, Erdoğan"ın politikası 180 derece değişti. 'Ulusal diyalog' sürecinin de parti olarak değil, şahıs olarak parçası olabilirler." Bu cevap Başbakan Tayyib Erdoğan'ı mutsuz etti. Türkiye ilk günden beri çatışmada olumsuz rol oynadı. (...) Türk hükümetiyle 10 yıldır el ele çalışıyoruz. Birçok alanda işbirliği yapıyoruz. Türkiye için Arab dünyasında elçiyiz. Olanlara şaşırıyorum. Türkiye eski rotasından 180 derece döndü. Referandum demokrasiye hızlı bir geçiş sağlayacak ama Türkiye artık "bismillah" desek inanmıyor. Erdoğan geçmişte Esad ile her görüşmesinde Müslüman Kardeşler denen partiyle diyalog çağrısı yapardı. Bizim bu partiyle 1980"e uzanan bir tarihimiz var. İki lider arasındaki temel çatışma bu. Suriye, Türkiye, Lübnan, Irak ve Ürdün"den oluşan bir bölgesel işbirliği konseyi kurma hayalimize de bu çatışma engel oldu. (...) İnşa etmek istediğimiz bölgesel bir rüya vardı. Din bugün olumsuz rol oynuyor. Biz birlikte yaşamayı temel alan bir ülkeyiz. Bununla gurur duyuyoruz. Müslümanlar çoğunlukta olsa da dinî bir devlet haline gelmeyeceğiz. Suriye sistemiyle Müslüman Kardeşler arasında laiklik noktasında ideolojik bir fark var.'
*
Tekrar edelim, buhranlı durumlarda, iç ve dış yığınla etkenler ve eller olur devrede.. Ama, burada Velîd Muallim'in sözleri, sıradan birisinin sözleri olarak ele alınamaz, herhalde..
Kezâ, USA Dışbakanı Hillary Clinton'un, 26 Şubat günü, Fas ziyareti sırasında, 'Suriye'de İslamcıları mı silahlandırıyoruz yoksa.. Bu silahlar bize dönmeyecek mi?' mânâsında, Esed rejiminin, müslümanların lehine olacak şekilde yıkılmaması için dikkatli davrandıklarına da dikkat edilmelidir..
Amerika CBS News televizyonuna konuşan Clinton, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'i devirmek için mücadele eden muhaliflerin silahlandırılması gerektiği fikrine destek veren ABD'li yetkililerden farklı düşündüğünü ortaya koyarken, El' Qaide lideri Eymen El Zevahirî'nin de Suriyeli isyancılara destek verdiğini hatırlatarak şunları söylüyordu: "Suriye'de El'Qaide'yi mi destekliyoruz? Hamas da şu an muhalefeti destekliyor. Biz de Hamas'ı mı destekliyoruz? Silahlandırılacak grubun kim olduğunu gerçekten bilmiyoruz.'
"Suriye, Libya gibi değil. Tüm muhalefetin temsil edildiği ve operasyonların yönetildiği bir Bingazi yok.." diyen Clinton, "Bu yüzden Türkiye, Lübnan ve Ürdün sınırlarından da tankları sokmayacağız. Böyle bir şey olmayacak. En iyi ihtimalle gizlice içeri otomatik silah sokarsınız. Ama kime, nereye?" ifadesini kullanıyordu..
*
Bu vesileyle, Taraf'ta 28 Şubat 2012 günü yer alan bir habere göre, Amerikan Dışbakanlığı'nın gizli yazışmalarını ifşa etmekle meşhur olan WikiLeaks belgelerinden dile getirilen bir görüşe de bu çerçevede bakmakta fayda olabilir: Amerikan istihbarat kuruluşlarından Stratfor'un gizli yazışmalarında dünyanın gündeminde olan 'İsrail'in İran'a muhtemel bir saldırısı' ile ilgili öngörüler önemli bir yer tutuyor. Sözkonusu kuruluşun kurucusu ve direktörü George Friedman, Şubat- 2010 tarihli ve "Istırab acısı üzerine" başlıklı bir e-postada ABD Dışişleri eski Bakanlarından, "kulağı delik" siyasî uzman olarak nitelediği Henry Kissinger ile yaptığı bir toplantıda, Başbakan Tayyib Erdoğan'ın bakış açısıyla ilgili öğrendiği ilginç bir bilgiyi paylaşıyor. Kissinger'ın İsrail'in "panik" içinde olduğunu ve İran'a saldıracağını düşündüğünü aktaran Friedman, "Kissinger'ın kendisine, açık bir şekilde, Erdoğan'ın İsrail ile bir noktada ipleri kopararak İslam Dünyası'na yaklaşmak niyetinde olduğunu söyledi.. Erdoğan İslam Dünyası'nın lideri olmayı hedefliyor" diye yazıyor.
Friedman sözkonusu yazışmada İsrail ve ABD'nin İran'a saldırması halinde, bunun Türkiye'ye yarayacağına kanaat getiriyor. Friedman da şahsî görüşünü şöyle ifade ediyor: "Türkiye hem İsrail, hem de ABD ile köprüleri atar. Böyle bir durum Erdoğan'ın aradığı fırsat olabilir. İran daha görünür hale gelir ama daha güçlenmez. Saldırıdan bir yıl sonra Türkiye'ye yönelik bağımlılığı artar. Kanaatimce bunun sonucu Türkiye'nin güçlenmesi olur."
*
Bu hatırlatmalardan sonra, ülke içi konulara dönelim..
*
"Geçmeyen Geçmiş"in pençesinden kurtulmak için, balans ayarcılarına da balans ayarı..
Bizim hele de son yılımızdaki nesillerimiz ihtilaller / devrimler içinde büyüdü..
Çocuğuna geçmişteki eşlerini anlatan kadın meseli hatırlanabilir:
'Ali ile Veli..
Üç de ondan evveli..
Receb, Şaban, Ramazan..
Bir de rahmetli baban...'
*
45-50 yıl öncelerinin ünlü tiyatrocularından Muammer Karaca da, 'Dedem Meşrutiyet çocuğuydu, babam Cumhuriyet çocuğu..' der ve sonra da, çirkin bir tanımlama yapardı, kendisinin ne çocuğu olduğunu anlatmak için..
Evet, son yüzyıllık nesiller, devamlı ihtilaller içinde büyümediler mi?
Çocukluğumuzda, yaşlılar, ' 14 (veya 24) Temmuz Hürriyet Marşı'nı okurlardı.. Halbuki, bizim ders kitablarımızda artık öyle bir bayram da yoktu, marşı da..
Sonradan öğrenecektik ki, 1908- 2. Meşrutiyet günleri için ilan edilen bayramın kutlanması için öyle bir marş ezberletilirmiş, mekteblerde..
*
Çocukluğumuzda 'ihtilal' deyince, '1789-Fransız İhtilali'ni bilirdik.. Sonra, tam olarak ne olduğunu anlayamadığımız bir 'bolşevik ihtilali'nden de sözedilirdi.. Ama, onun üzerinde fazla konuşulmazdı.. Bolşevikliğin, daha sonra komunizm demek olduğunu, bolşevik ihtilalinin 1917'de Rusya'da gerçekleşen komunist ihtilali olduğunu daha sonra öğrenecektik.. Sonra şehirlerin ana meydanlarında, girişlerinde, 1. Şef"in buyruğu olarak sunulan ve üzerinde, "Türklük âleminin en büyük düşmanı komunistliktir, her görüldüğü yerde ezilmeli!" yazısı bulunan ışıklı panolar görülmeye başlanmıştı, 1990"lara kadar..
*
Bu satırların sahibi, 1950 seçimlerini hayal-meyal hatırlıyor galiba.. Ağır posta uçaklarının köylerimizin üzerinden geçerken alçalarak attığı kağıtları kapıştığımızı ve çoook yükseklerden bile geçen bir tayyare görünce, 'tiyareee.. bize kiyat at..' diye koro halinde 'çığırdığımızı' hatırlıyor gibiyim..
O uçaklardan atılan o kağıtlar, sonra anlıyoruz ki, kapitalist emperyalizm ile komünist emperyalizm arasında bir boğuşmanın başladığı Kore yarımadasındaki savaşa Türkiye'nin de asker göndermesi için toplumu hazırlamak üzere atılan propaganda bildirileri imiş.. O ince ve kaliteli kağıtları kapışmamızın sebebi de, babalarımızın sigara sarması içinmiş..
*
Önceleri tarih derslerinde Fransız İhtilali'ni okuyorduk.. İhtilal, inkılab ve daha sonra da devrim gibi kelimeler zihnimizde yer ediyordu, ama, bunun nasıl bir şey olduğunu yine de tasavvurlarımızda canlandıramıyorduk.. Daha sonra ise, bunun, kendi ülkemizin bir gerçeği olduğunu anlamaya başlıyacaktık.. Kemalist-laikler o yıllarda, Anadolu İhtilali deyimini de kullanıyorlardı.. İhtilal kelimesinin korkutuculuğundan bir de tılsım üretilmiş gibiydi, âdetâ.. Sonra, inkılab / inkılap ve de inkilap kelimeleri yerleşmeye başladı dilimize..
Daha sonra ise, inkilab/ inkilap kelimelerinin gerçekte, kelb kökünden kelbleşme mânâsına geldiğini öğrenecektik.. (Kelb/ kelp / kelbleşme gibi kelimelerin ne mânâya geldiğini bilmeyenler ise, bir şekilde öğrenebilirler..)
Şimdi bile, m.vekili olanların Meclis açılışlarında ettikleri yemini okurken, '... ilke ve inkilaplarına bağlı kalacağıma...' diye andiçmeleri, nicelerini tebessüm ettirir..
*
Kemalist-laik rejimin ilk 27 yıllık diktatörlük döneminin kısmen safdışı edildiği 1950 seçimlerini 'karşı devrim' olarak nitelemişti, kemalistler.. Çünkü, 27 yıl süren tahakkümlerinden ve Birinci ve İkinci Şef'in saltanatları döneminde sahib oldukları imkanlardan, güçlerinden nisbeten de olsa mahrum kalmışlardı.
*
Ama, "ihtilal" le ilk ciddî şekilde karşılaşmam, Temmuz-1958'deki Irak İhtilali'yle olmuştu..
General Abdulkerim Qaasım liderliğinde gerçekleşen bir kanlı ihtilalde, 14 yaşındaki Kral Faisal, amcası Veliahd Abdulillah ve Irak'da 40 yıla yakın bir süre, ingiliz emperyalizminin en mutemed /güvenilir adamı olarak sivrilmiş olan eski bir Osmanlı paşası, Sadrâzam /Başbakan Nurî Said Paşa başta olmak üzere, yüzlerce-binlerce insan korkunç bir sosyal temizleme ile safdışı edilmişti.. (Irak liderleri o ihtilal gecesinin sabahında ise, resmî bir gezi için Ankara'da bekleniyorlardı;caddeler Irak bayraklarıyla donatılmıştı.. Halbuki beklenen resmî misafirler korkunş şekilde katledilmişlerdi.. Bu kanlı ihtilal üzerine, Adnan Menderes Hükümeti hemen Irak"a askerî bir müdahalede bulunmayı bile planlamıştı, ama, Amerikan emperyalizmi, bölgedeki menfaatlerini başka yollarla temin etmeye ağırlık verince, Menderes de, çorbadan daha sıcak kâse durumuna düşmek istemedi.)
Irak'da meydana gelen ve korkunç derecede kanlı geçen o 1958 ihtilali zihnimi allak bullak etmişti.. Ve ondan sonra karşılaştığım her ihtilal veya "inkilap" da bu zihnî travmayı daha bir katmerleştirerek gerşekleşecekti..
Nitekim, iki sene sonra, 27 Mayıs 1960 İhtilali veya "inkilab"ıyla karşılaşacaktık.
*
27 Mayıs'ın ne ağır bir askerî tahakküm düzeni getirdiğini, insanların, CHP'lilerin ülke çapındaki delilsiz ve sırf düşmanlık olarak yaptıkları işaretlemelerle onbinler halinde nasıl tutuklanıp götürüldüklerini ve sonra da Başvekil Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdî Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın idâmı ve Demokrat Parti"nin diğer bütün siyasetçi kadrolarının binler-onbinler halinde zindanlara doldurulmasıyla sonuçlanan Yassıada yargılamalarını yaşamıştım..
Bütün bu yapılanlar "ülkenin kurtarılması" adına yapılıyordu, tabiatiyle.. Ve de, çağdaş yeniçerilerce tek kurtarıcı reçete olarak görülen atatürkçülüğün gevşediği sanılan civatalarını sıkıştırmak içindi..
*
Geçen hafta, 22 Şubat 1962'deki bir diğer ihtilal teşebbüsünün 50. yılı idi.. Halbuki, çoğumuz hatırlamadı bile.. Halbuki, Harbokulu Kom. Kur. Alb. Tal'at Aydemir de giriştiği o ihtilal teşebbüsüne de, ülkenin kurtarılacağı nutuklarıyla başvurmuştu..
Üstelik de, bu ihtilale akşam saat 17.30 civarında, yani resmî dairelerin yeni kapandığı, soğuk bir Ankara Şubatı"nda ve insanların işlerinden evlerine dönmek üzere yollarda, otobüs veya trenlerde olduğu bir sırada teşebbüs edilmiş ve Radyoevi'ni ele geçiren Aydemir'in 'kurtarıcı' mesajları yayınlanmaya başlanmıştı.. Ama, başka bir askerî birlik geliyor, radyoyu geri alıyor ve 'ülkeyi Tal'at'ın üçbuçuk adamına bırakmıyacağız..' diye ateşli konuşmalar yapıyor ve daha sonra, radyo yine Aydemir'in güçlerinin eline geçiyor; Harbokulu Kumandanı Kur. Alb. Tal'at Aydemir adına yayınlanan bildirilerde yönetime elkonulduğu tekrar bildiriliyordu: bir tahtırevalli oyunu oynanırcasına..
Yine de 'kurtarılmıştık' görünüşe göre.. Ama, daha sonra Başbakan İsmet Paşa, kanûnen yetkisi olmadığı halde, ordu üzerindeki etkisini kullanarak, Tal'at Aydemir ve onunla birlikte olanlara, silahlarını bırakmaları halinde, ordudan uzaklaştırılmaları dışında hiçbir cezaî takibat yaptırmayacağı sözünü vermiş ve ihtilali bu yolla bastırmıştı..
Ama, şimdi, o 50'nci yılı kimsecikler hatırlamadı bile..
Çünkü, arkasından da nice darbeler daha görecektik.. Darbeler bizim hayatımızın vazgeçilmez acı ve utanç verici gerçeği olmuştu..
*
Zorbalık, tatmin olmak bilmeyen bir "gücetaparlık"tır ve karşısında dik durmaktan başka çıkar yol yoktur..
Nitekim, 21 Mayıs 1963'de yine Tal'at Aydemir, -askerlikten uzaklaştırıldığı halde- Harbokulu üzerindeki sihirli etkisi ve ordudaki adamları aracılığıyla bir ihtilal teşebbüsüne daha kalkışacak ve Ankara'da Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve Harbokulu civarındaki bombardıman ve çatışmalarda onlarca kişinin öldüğü yeni bir darbe teşebbüsünü daha sahneliyecek ve amma yine başaramıyacaktı..
Bu kez Ank.-Mamak'ta yapılan askerî yargılamalar sonunda Kur. Alb. Aydemir'le birlikte, Binb. Fethi Gürcan ve diğer bazı subaylar da kurşuna dizilerek idâm olunmuşlar, yüzlerce subay ve binlerce Harbiye öğrencisi de askerlik hayatından tard olunmuşlar, koğulmuşlardı.. Fransız İhtilali yıllarının anarşist eylemcisi, Babeuff"ten etkilendiği ileri sürülen ve notlarından da bu çıkarılabilecek olan Aydemir başarılı olmuş olsaydı, kendisinden daha akıllı kimseyi kabul etmiyen bir diktatör olacağı, bu yüzden T.C rejiminin resmî ideolojisini de ve Birinci ve İkinci Şefleri"ni de bütünüyle tarihin çöplüğüne atabilecek birisi olduğu o yıllarda ısrarla vurgulanırdı..
*
Daha sonraki yıllarda..
1968-1970"lerde üniversite işgalleriyle başlatılan ve iyice tırman(dırıl)an sağ-sol kavgaları ve hele de 16 Haziran 1970"de İstanbul"da meydana gelen ve bir çok insanın ölümüyle sonuçlanan marksizan işçi eylemleri ve kanlı gösteriler arkasında gelen sıkıyönetimler.. Ve bunu takib eden yeni ihtilal hazırlıkları..
9 Mart 1971"de yapılması düşünülen sol -marksist eğilimli bir askerî ihtilalin çekirdeğinde yer alan, dönemin KKK. Org. Faruk Gürler"in son anda saf değiştirip, Gen. Kur. Başk. Org. Memduh Tağmaç"ın yanında yer alması ve üç gün sonra TSK"nın 12 Mart 1971 günü yayınladığı bir muhtıra ile Demirel Hükümeti"nin devrilmesiyle başlayan yeni bir ihtilal dönemi.. 40 yıllık CHP"li Prof. Nihad Erim"in CHP"den istifade ettirilip bağımsız olduğu ileri sirilerek bir teknokrat hükümetinin kurulması.. Ve o hükûmet dikiş tutmayınca arka arkaya kurulan Naim Tâlu, Ferid Melen ve Sâdi Irmak hükümetleri..
Yine, özellikle marksist eğilimli gerilla çatışmaları, dev tutuklama kampanyaları, idamlar, dev sosyal çalkantı ve karışıklıklar ve sonra binlerce insanın yargılanması, mahkumiyeti ve sonra Ekim-1973"de yapılan seçimler sonunda, Cumhuriyet"in 50. yılında, bütünüyle kemalist-laik sosyo-politik sahneye İslamî eğilimli bir parti ve kadroların çıkması, Ecevit ve Erbakan"ın ilk olarak koalisyon hükûmeti kurmaları.. Ve bütün o mahkûmiyet sicillerin silinmesi ve onbinlerce mahkum ve tutuklunun serbest kalması..
*
Daha sonra, Org. Kenan Evren liderliğinde gerşekleştirelen 12 Eylûl 1980 Askerî İhtilali ise bugün 40 yaşın üstünde olan dikkatli kimselerin genel hatlarıyla hatırlayabilecekleri bir ayrı meşûm dönem..
Toplumun hassas olduğu hemen bütün mânâ ve mefhumların kanun diye, vatan ve millet diye, hukuk diye yaldızlanarak katledildiği ve milletin ve ülkenin, kendi ordusu tarafından bir kez daha istila edildiği, milletin paralarıyla alınmış silahların millete yine çevrildiği bir karanlık ve kanlı oyun..
Ve artık bu toplum ihtilallere, darbelere, "inkilap"lara teslim olmaz, papuç bırakmaz denilirken..
28 Şubat 1997 Zorbalığı"nın ve yeniçeri hastalığının yeniden hortlayışı ve artık darbelere sessiz kalmıyacağı sanılan toplumun içinden gücetapar nicelerinin çıkması; asker generalleri geride bırakacak sivil generallerin sahneye kurtarıcı olarak yine fırlamaları..
*
Ve görkemli cübbelerinin altında kutsallık vehmeden kocaman kocaman yargıçlar başta olmak üzere, toplumun nice kesimlerinin Genelkkurmay"da ve garnizon komutanlıklarında verilen brifinglerinde yeniden kemalist-laik inançlar formasyonundan geçmeyi tekrar kabullenmek, "iman tazelemek" için, 1923"den beri var olduğu gururla söylenen ve bin yıl devam edeceği ileri sürülen kemalist-laik tahakkümcülüğün, despotluğun karşısında postal yalamaya koşmaları utancı..
Ve amma, bu uygulamaların ve tiranlık gösterilerinin de 2000-2001"deki büyük sosyo -politik ve ekonomik buhranla parçalanması..
*
Ve 27 Nisan 2007 gecesi zamanın Genelkurmay Başkanı"nca tekrar sahnelenmek ve hortlatılmak istenen zorbalık geleneğine karşı, milletin kendilerine verdiği emaneti korumak için, ilk kez bir dik duruş hamlesinin ortaya konulması ve o zorbaların bir kısmından da olsa, -birkaç yıl öncesine kadar tasavvur bile edilemiyecek şekilde- dokunulamaz sanılan anlı-şanlı nice generallerin hesaba çekilir bir noktaya gelmesi; topluma akıllarınca devamlı balans ayarı yapmak yetkisini kendilerinde görenlere de balans ayarı verilmeye başlanması, inşaallah hayırlı gelişmelerdir.. Yeter ki, halkımız aşılan bu engelleri hafife almasın ve kat"olunan merhalelerden geri çekilmesin.. Aksi halde, artık olmaz ve gelmez sanılan zorbalıkların, halkımızı geçmişte olduğu gibi, çeşitli korku ve yanıltmalarla yeniden teslim alacağı unutulmamalıdır..
*
Belki de bin yıl kadar uzun süren şu son yüz yılımızdan bir resm-i geçit sahnesi ile ve tekrarlanmaması ümid ve temennisiyle anlatılmaya çalışılan bütün bunlar, evet, bizim hikâyemiz..
Geçmişte mi kalmıştır bütün bu hikayeler?
Unutulmasın ki, bütün bunlar "geçmeyen bir geçmiş"tir..
haksöz