Abdurrahman Dilipak

Abdurrahman Dilipak

Biz neden mes'ulüz?

Bu yazıyı, bugün, daha ortada sandık yokken seçim için yapılan konuşmalar ve geleceğe ilişkin siyasi vaadleri düşünerek okuyun.

Bakın iman ile hayat arasındaki bu çelişki insanları dinden ediyor. Son on yılda, o kadar cami ve İmam Hatip açıldı ama dinden uzaklaşma inanılmaz ölçüde arttı. Bu başarıya o sizin laikçiler bile inanmıyor. Söylem ile eylem arasındaki fark insanları dinden ediyor. Kader, rızık, ecel, cemaat, ahiret çoğu kimse için artık fazla bir anlam ifade etmiyor. Hala kaçtığımızı sandığımız şeye doğru koşuyoruz.

Peygamberlerin bile kendilerinde olmadığı bir takım güç ve imkanların kendilerinde olduğunu söyleyen bir takım adamların, gelecek ve kurtuluşun kendileri olmadan mümkün olmadığını söyleyenler, aslında toplumun inanç dünyasında nasıl bir tahribata yol açtıklarını görmüyorlar mı? Unutmayın, size hayır gibi gelen şeylerde Allah şer murat etmiş olabilir. Şer gibi gelen şeylerde ise hayır murat etmiş olabilir. Biz bilmeyiz Allah bilir. Kim ne yaparsa Allah onu bilir ve onun karşılığını verir.

Bu dünya bir imtihan yeridir ve biz ahir zaman peygamberinin ümmetiyiz. “Onun bildiğini bilseydir, çok ağlar az gülerdik!” Yahu sabretmeyenler, hüsrana uğrayacaklar da, “sabır” bile diyemiyoruz artık! Çünkü sabrın algısı değişti, siyaset ve media üzerinden, cami yapsanız ne yazar, bu ahval ve şerait altında!
Biz yeryüzünden mes’ulüz. Yeryüzünde Hakk'ın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesi olacağız. Biz alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetiyiz. Yeryüzünün bütün açları ümmetin yetimidir. Hiçbir Müslüman bu anlamda dünyada olup-biten şeyleri, görmezden, duymazdan, bilmezden gelme hakkına sahip değildir. Biz, Allah’ın rızasının tecellisinin vesilesiyiz.


Hepsi doğru da, biz bunların hiç birisinin başarılı bir şekilde neticelendirilmesinden sorumlu değiliz. Onun zamanını, yerini, şeklini Allah belirler. Bizim çabamız, toplumun liyakatı, bizim imtihanımız, herşey bu konuda ayrı bir önem taşısa da, sonuçta o konuda hüküm Allah'ındır. Allah bizi nimetlerini artırarak ve eksilterek imtihan edecektir. Allah bunların gerçekleşmesi için de bize muhtaç ve mecbur değildir. O “ol” der ve o şey olur. O Kadir-i Mutlaktır. Yani mutlak iktidar sahibidir. O vermediği şeyi hiç kimseden istemeyecektir. Verdiği şeyi biz Onun rızası için feda edersek O da onun karşılığını bize, on katı, yüz katı hatta 700 katı ile geri verecektir. Bakın bizden istenen Mescid-i Aksa’nın kurtulması için çalışmak. Biz o yolda çalışırsak, karşılığını alacağız. Ama Mescid-i Aksa kurtulsa, fakat birilerinin bu kurtuluşta emeği, çabası yoksa ona bir şey yoktur.
Biz Mescid-i Aksa’nın kurtulduğunu görmek istiyoruz. Bu beşeri bir arzudur. Hz. İbrahim’in, parçalanmış kuşun dirilişine şahidlik etmeyi arzu etmesi gibi bir şey. Yoksa, Hz. Musa, kavmini Sina’dan, vadilerinden bal ve süt akan Kudüs’e götürmek için Hz. Harun ve Hz. Yuşa ile birlikte 10 günlük yolu 40 yılda aşarken, Hz. Harun yolda vefat etti. Biliyor musunuz, Hz. Musa Kudüs’ü göremedi. Musa aleyhisselamın kavmini Kudüs’e Yuşa aleyhisselam indirdi.
Denizi geçenler, düz ovada sapıtmıştı. Hz. Musa kurban kesmeleri için onlara bir sığırı işaret etmişti. Oysa onlar, “iyi niyet” ve “takva” zannettikleri “aşk”ları ile, Allaha en iyi şekilde bir şeyler takdim etmek istiyorlardı. Akıllarınca Samiri de çözümü buldu. Sarı dana yerine altından bir buzağıyı, Allah'a şükran olarak takdim edeceklerdi. Fakat, 40 gün önce peygamberleri ile birlikte bir mucize yaşayıp denizi geçenler, 40 gün sonra iyi bir şey yaptıklarını zannederken lanetlendiler. Bu kez, 40 günlük bıldırcın kebabı ve kudred helvasının yerini 40 yıl sürecek çileli bir yolculuk aldı! Hem de düz yolda ve başlarında 3 peygamber olduğu, bir yandan da omuzlarında emanet sandığı ve vahiy tabletlerini taşıdıkları halde.
Samiri kavmine coşku verecekti, motivasyon sağlayacaktı, aklınca iyi bir şey yapıyordu. Birileri de bunu takvalı bir davranış gibi görüyordu. Onun için Mısır'dan gelirken yanlarında getirdikleri altınlarını cömertce Samiri’ye verdiler. Aslında onlar cennet hayali ile ve iyi niyet taşları ile cehennemin yolları döşüyorlardı.


İsrailoğulları, mallarına el koyan, çocuklarını ellerinde alan ve kutsallarını aşağılayan tanrı kral Goliath’a/Calud’a karşı, İşa'ya/İşmuel/Samuel Peygamberden yardım istediler. O da onların tevbe etmesini istedi, geçmişteki günahlarından, korkaklıklarından dolayı. Onlar keramet sahibi mucizeler göstererek, peygamber soyundan birini ya da savaş tecrübesi olan bir kurmayın kendilerine komutan olarak tayinini beklerken, Cebrail aleyhisselam Hz. İşaya’ya Talut’un ismini verdi. Rivayetlere göre Bünyamin Hz'lerinin soyundan, eşeği üzerinde su satan biriydi, kurmay özellikleri yoktu. Ama yapacak bir şey de yoktu. ''Mecburen'' razı oldular. Calud’un 100.000 kişilik profesyonel ordusuna karşı 70.000 kişilik gönüllülerden oluşan bir ordu kurdu. Hay Allah, bu 70.000 kişilik gönüllüler ordusundan 69.700 kişi savaş meydanına gelirken, bir ırmaktan geçerken içme denilen suyu içtikleri için orada yığılıp kaldılar. Nehri geçen 300 kişi idi ve karşılarında 100.000 kişilik dev bir ordu vardı. Onlar kendi aralarında ne yapacaklarını konuşurken, 15 yaşlarındaki Davud, elindeki sapanla Calud’a karşı koştu. Calud ne oluyor diye miğferini kaldırınca Davud sapan taşını fırlattı ve Calud alnına çarpan taşla düştü ve öldü. Ordusu da dağıldı. O 300 kişi üzerine düşeni yaptı ama Allah zaferi Davud’un sapan taşı ile gerçekleştirdi. Ama o 69.700 kişi yolda kaldılar. Aynı şey, Sina’ya geçenlerle, Samir’i fitnesi sonrası yaşananların ardından, hayatta kalan Kudüs’e doğru yola çıkanlar ile ilgili de yaşandı.

Zafer, Cebrail’in haberini verdiği komutanın eliyle olmadı, daha sonra peygamber olacak bir çocuğun, daha sonra bize Zebur'u getirecek olan Hz. Davud’un eliyle oldu ve Talut’un askerleri nehrin öbür tarafında kaldı. Hz. Musa’nın kavmini Kudüs’e götüren ise yola çıkarken bir genç delikanlı olan Yuşa aleyhisselamın yol göstericiliğinde oldu, Tevrat’ı bize getiren Hz. Musa ve O'nun yardımcısı, kardeşi Hz. Harun’un rehberliğinde değil.

Kim, misgali zerre kadar bir iyilik ya da kötülük yaparsa, karşılığını görecektir. O zaman işin sonucu değil, bizi ilgilendiren, o süreci nasıl yönettiğimizle, ne yaptığımızla, nasıl yaptığımızla ilgili. Hele bir şeylerin gerçekleşmesi için birileri, kendilerini ya da birilerini mutlak zaruretmiş gibi görürse hata yapar. Allah’ın hiç kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Şunu bilelim, Allah, cahillere ve zalimlere yardım etmeyecek. Burada bir diğer ölçü, toplumun liyakatıdır. Kim neye layıksa, neyi hakediyorsa, onu görecek. Biz hep başkalarını değiştirmek ve dönüştürmek istiyoruz, oysa asıl değişmesi gereken biziz biz. Müslümanların önderleri, Allah’ın yardımı için toplumun kendini dönüştürmesini ister, değilse, Allah’ın gazabının onları bulacağı uyarısını yapar. Benden söylemesi. Biliyorum, birilerinin canını sıkıyorum. O birileri, kendilerinde olmayan bir şeyi, onlardan istiyorlar ve onlar, bu kendilerinde olmayan şeyi, onlara vadediyorlar. Bu da bizim imtihanımız. Mersin’e değil, tersine gidiyoruz!?

Selam ve dua ile.

Bu yazı toplam 542 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar