"Bu Kürtler'i ne yapacağız?"

"Bu Kürtler'i ne yapacağız?"

Akşam'dan Engin Ardıç "Kürt sorununa" kendi uslubu ile değinmiş..

En başından bıraksa mıydık?



İki gün sonra cumhuriyetimizin seksen dördüncü yıldönümünü kutlayacağız, vereceğiz coşkuyu, ama İsmet İnönü’nün “daha cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte düşünmeye başladık bu Kürtler ile ne yapacağız” sözü hiç aklımıza gelmeyecek.

Elbette cumhuriyet tarihimizin, PKK terörü bunların en azgını ve en tehlikelisi olsa bile, bir “Kürt isyanları tarihi” olduğu da hatırımıza gelmeyecek.

Çünkü bağırıp çağırmak kolaydır, oturup düşünmek zordur.

İnönü’nün bu sözünü bir zamanlar Metin Toker Hasan Cemal’e aktarmış, ben de ondan öğrendim.

Atatürk’ün ve İnönü’nün, ilk günden beri düşünüp durdukları bu meseleye “ayaklanma bastırmaktan öte” bir çözüm bulamamış olduklarını biliriz.

Bugün de durum değişmemiştir. Seksen dört yıldır, onlar başkaldırıyorlar, biz tepeliyoruz.

Kuklanın ipini tutan, bundan çıkar sağlamaya bakan el değişiyor yalnızca, 1926’da İngiltere, bugün Amerika.

Bu sefer bu iş çok uzun sürdü ve bir türlü kesin sonuç alamadık, onun sıkıntısı içindeyiz. 1938 yılında hemencecik bitirmiştik. Yani, bitirdiğimizi sanmıştık da, ertelemiştik.

Hasan Cemal, bu çözümsüzlüğü, meselenin seksen dört yıldır “kapalı kapılar ardında tutulmuş” ve “askerin tekeline bırakılmış olmasına” bağlıyor.

Af buyurun ama, 1925 yılından sonra memlekette sivil politikacı mı bırakılmıştı ki ağzını açıp konuşacaktı bu konuda? 1945 yılından sonra sivilin eli kolu ekonomiden başka hangi alanda serbest bırakıldı ki politika oluşsun?

Acaba en başında, 1923 yılında bir federasyon kurulabilir, bunlara bazı haklar verilebilir miydi? Akla bu soru geliyor.

Hayır. “Ulus-devlet” merkezî olmak zorundaydı. Ayrıca Kürt unsurunun, “federe” bir eyalet oluşturabilecek ne kadroları vardı, ne önderleri, ne eğitimi, ne de çapı...

Ya da, en başından, Kürtler’in de Araplar gibi “gitmelerine” izin verecek, başımıza bu derdi almayacaktık! Bu kamburu sırtımıza kendi elimizle vurmayacaktık! Bırakacaktık onları da çok kaşınan ötekiler gibi İngiliz emperyalizminin eline, ne halleri varsa görsünler...

Acaba 16 Mart 1920 günü kapatılıp dağıtılan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı, Misak-ı Milli sınırlarını çizerken gerçekçi davranmamış mıydı? Beş hafta sonra toplanan ihtilalci Ankara Meclisi, bu misakı olduğu gibi kabul ederken acele mi etmişti?

Gazeteci dediğin, savaş tamtamı çalacağına, bu soruları sormalı...

Bendeniz bu belanın temellerinin 1908 yılında atıldığını düşünürüm. Maçın kırılma noktası orasıdır.

Devrim yapan Jöntürkler, asıl o zaman bir federasyona gidebilirlerdi... Çünkü ülkede olumlu, iyimser ve çok liberal bir hava esiyor, herkes imparatorluğun derlenip toplanacağına inanıyor, çok bilinen örnekle “imam, papaz ve haham kolkola geziyordu”...

Fakat İttihat ve Terakki tam anlamıyla iktidara da gelememişti, 1913 başında darbe yapana kadar... 1910 yılında İtalya Libya’ya saldırınca, İttihat ve Terakki politikası birdenbire değişti, hem ırkçılığa hem diktaya yöneldi. Dikta, zaten “mayasında” vardı. Liderleri de, dağılan imparatorluğun yerine başka bir imparatorluk kurmayı hayal edecek kadar uçuk bir maceraperestti.

Eh, 1908’de kurulamayan federasyon, 1923’te hiç kurulamazdı tabii.

Böylece, Ermeni ve Rum unsurlarını ezdik, Yahudi unsurunu korkuttuk ve sindirdik, lakin Kürt unsuruyla başa çıkmanın diğerleri kadar kolay olmadığını da gördük.

Fakat, DTP milletvekilleri başta olmak üzere, “ikinci cumhuriyetçiler” de dahil olmak üzere, bugün hiçkimse bir federasyon rüyası da görmesin! Geçmiş ola.

Kan ve gözyaşı daha da dökülecektir, sonunda her şey olacağına varacaktır. Varılan nokta da çok kötü bir nokta olacaktır.

Diktanın, baskının, korkunun, klişenin, sloganın, cehaletin, tabuların, devekuşluğunun bedeli ödenecektir. İttihatçılar, politikalarını değiştirmiş değiller. Değiştiremezler.

Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl batırdılarsa, korkarım Türkiye Cumhuriyeti’ni de batıracaklar.

Yazık. Akılcı ve gerçekçi olunacaktı, olunamadı, bugün hiç olunamaz. Herkes istese, basın bırakmaz. Öptüm seni Ertuğrul.