Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Bu ‘Redd-i Mîras’ Göstermelik Değilse; Buyur, Gereğini Yap!

CHP lideri Kılıçdaroğlu, Tayyîb Erdoğan’ın CHP ve MHP liderleri için sık sık dile getirdiği, ‘Sivas’ın ötesine gidemedikleri’ne dair tahrik edici eleştirilerinden bezmiş olmalı ki, nihayet 20 Haziran günü Diyarbekir’de bir toplantıya katıldı. Böylece, Erdoğan’ın elinden, hiç değilse kendisiyle ilgili olarak bu eleştiri konusunu almış oldu.

Ne var ki, o toplantının adı bile, halkımızın her kesiminin ve hele de Diyarbekir’linin zihin dünyasında vazgeçilemez bir isim olan Dicle yerine, Dicle’nin ingilizce ismi olan 'Tigris’ ile öne çıkaran bir şekilde ‘Tigris  Diyalogları' şeklinde konulmuştu.

Hani, bir uluslararası toplantı olsaydı, bu biraz anlaşılabilirdi belki.. Öyle bir özelliği de yoktu, ‘Tigris Dialogları’ toplantısının..

Geçelim..

*

Ancaak, onun sözkonusu toplantıda yaptığı konuşma, Kılıçdaroğlu’nun nabza göre şerbet vermek taktiğine fena halde tutulduğunu bir daha gözler önüne sermekte.. Ve tıpkı, 10 Ağustos’da yapılacak C. Başkanlığı için kendi fikriyatından, ideolojisinden aday gösterecek kimseyi bulamayınca, büyük bir acziyet içinde, ama, büyük bir başarı imiş gibi, net bir siyasî çizgisi olmasa bile, yine de İslamî kimliği ile tanınan bir Ekmeleddin Bey’i -kendi partisinin ve cenahının büyük bir kısmını hışımlandırmak pahasına- aday göstermekten meded umar hale düşmesindeki gibi bir tuhaf durum daha sergiledi, Diyarbekir’de..

Çünkü, devamlı, ‘CHP, Cumhuriyeti kuran partidir, CHP Atatürk’ün partisidir, CHP İnünü’nün partisidir..’ diye aklınca propaganda yapan ve o propagandaların ters teptiğini bile anlamayan Kılıçdaroğlu, makas değiştirdi ve Diyarbekir’de, ‘CHP 1930’ların partisi değildir..’ demek gereğini duydu.

Bu sözlerine kendisinin inanıp inanmadığını bilemem, ama, eminim ki, o bu lafları sırf, Diyarbekir’de olduğu için söylemiştir. Hani, ‘karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar..’ diye bir türkü var ya, onun misali bir komik durum.. Partisinin, ideolojisinin, kemalist bayrakdarlığının, ülkenin ancak yüzde 25 kadarından destek alabildiğini ve Akdeniz, Ege sahilleri ve Trakya bölgesi dışında, ülkenin hemen her köşesinden olduğu gibi, Diyarbekir’den yediği darbe karşısında Kılıçdaroğlu, orada doğru söylüyor gibi, ama, Ankara’ya dönünce, yine eski nakaratlara sığınacağı, ‘CHP, Atatürk’ün partisidir, İnönü’nün partisidir..’ diye nutuk atacağı rahatlıkla iddia edilebilir.

 

Bu durumda, hangi sözü doğru kabul edilmelidir?

ve siyasî nezaket kuralını kaale almaksızın eleştirirken, ikide bir, ‘Yalancıdan başbakan olmaaaz..’ deyip duruyor ya; galiba, bu sözle kendisinin ve partisinin niçin bir türlü seçim kazanamayıp, başbakan çıkaramadığını da böylece izah etmiş oluyor. Çünkü, söyledikleri özü itibariyle, -haydi, direkt olarak yalan demiyelim de-, biraz daha frenli bir şekilde yanlış konuştuğunu ifade edelim. Ama, her iki durumda da, ya önceki söyledikleri gerçeği yansıtmıyordu, ya da şimdiki söyledikleri..

Ki, Kılıçdaroğlu’nun, başında bulunduğu CHP’nin, kemalist-laik rejimin 90 yıllık bütün zorbalıklarını nasıl benimsediğini ve gizli ajandası olan, İttihad- Terakki uzantısı nasıl bir tuhaf politik örgüt olduğunu halkımız çok iyi biliyor. Hattâ, bizzat Kılıçdaroğlu’nun, sık sık bağlılık ve sevgi ifadeleriyle andığı Ecevit bile, yıllarca CHP Genel Başkanlığı yaptıktan sonra, ‘bu partinin ıslahının kabil olmadığını, çünkü, cumhuriyet rejiminin bütün mütegallibe, zorba, dayatmacı güçlerinin bu siyasî yapı içinde teşkilatlandığını’  söyleyerek, bu partiden istifa etmiş ve artık aynı temelden gelmiyeceğini düşündüğü DSP’yi kurmuştu, Rahşan’la birlikte.. Ama, hem Ecevit ve hem de Rahşan, yeni bir parti kurarken, yine o karşı olduklarını söyledikleri mütegallibe sınıfının, taife-i laicus’un önde gelen isimlerinin çocukları olmaları hasebiyle, yeni partilerinin en üst karar organlarını da yine aynı çevreden kimselerle doldurmuşlardı.

 

Ama, şimdi, Kılıçdaroğlu Diyarbekir’de, evet başka bir yerde değil de, Diyarbekir’de, CHP’nin, ‘1930’ların CHP’si olmadığını’ söyleyerek, herhalde kendisinin de inanmadığı zâhirî bir ‘redd-i miras’ eyliyor; ama, yine de o partinin başında.. Eğer gerçekten de Ecevit’i anlıyorsa, en azından onun yolundan gidip, bu partinin liderliğinden istifa etmelidir; yoksa, Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de tekrarlarsa, kemalist-laikler, ona o sözü; yalatırlar.   

*

Çelişkiler ve yalanlar yumağı

 

Kılıçdaroğlu, Diyarbekir’deki konuşmasında, kendisini tabiatiyle, sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermeye çalışıyordu. Bunu her siyasetçi yapmaya çalışır, ama, hele de Kılıçdaroğlu’na ve partisine hiç yakışmıyor ve yapışmıyordu bu tavsif..

‘Dayatmacı olmayan bir cumhurbaşkanı adayından yana tavır almanızı çok isterim’ derken, bu görüşünü, ‘Bu ülke kavgadan çok etti. Herkesi kucaklayan, güzel bir dil kullanan birini cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtalım.’ diye gerekçelendirmeye çalışıyordu, ama, o eleştirdiği siyasî tabloyu bizzat kendisinin zehirlediğinin hatırlanmıyacağını sanıyordu, herhalde..

Kesinleşmiş bir mahkeme kararı olmaksızın, hiç kimse hakkında ‘hırsız, yalancı..’ vs.. denilemiyeceğini bile bilmeyen veya bildiği halde, böyle çirkinlikler üzerine siyaset yapmaya çalışan, ve siyasî rakibinin ailesi efradına bile yolsuzluk, hırsızlık nisbet eden; Başbakan’a ‘başçalan’ yakıştırmasıyla hakaretler yağdıran ve bu sözlerini mitinglerinde, onbinlerce tarafdarına, şu son 30 Mart mahallî seçimleri öncesinde tekrar ettiren de bu lider değil miydi?

 

Hatırlıyorum, Sivas’da 15-20 bin kişi kadar tarafdarına, o çirkin hakaret sözlerini tekrar ettiriyor ve binlerce kişi, Başbakan için, ‘Hırsız..’ diye tempo tuttukça, bu lider mest oluyordu, âdetâ.. Ama, seçimlerde Sivas’ta aldığı oy’a baktım, Sivas Belediye Başkanlığı için kullanılan oylardan yüzde 5’ini bile alamamıştı.. O yalan ve hakaretlere karşı öyle bir sille yemişti. Ve yapılan bütün o hakaretlere karşı, Başbakan ise, ‘Bizim inancımız ve aldığımız terbiye size sizin uslûbunuzla karşılık vermeye müsaade etmiyor..’ demekle yetiniyordu.

Şimdi bu kişi, onca hakaretleri, yakıştırmaları, çirkinlikleri yapanların başında sanki kendisi bu gelmiyormuş gibi, gerginliğin, hırçınlığın, gerilimin sorumlusu olarak siyasî rakibini gösteriyordu. 

 

Bu liderin 20 Haziran günü Diyarbekir’de yaptığı konuşmasına baktım da, baştan sona yığınla yalan-yanlış bilgiler ve mantıkî çelişkilerle doluydu. ‘Ülkeyi yöneten kişi hem barıştan söz edip, hem de kılıç taşırsa olmaz..’  diyor; hem de, ’IŞİD, insanları rehin alırken, (ülkeyi yöneten kişinin) sessiz kalınması’ndan yakınıyordu. Onun, rehinelerin kurtarılması diye bir kaygusu yoktu, âdetâ..

Kılıçdaroğlu, ‘Çözüm Süreci’yle ilgili olarak ise, ‘sürecin başarısını demokrasiyi içine sindirmeyen bir insana bağlamışız. Ne konuşuluyor? Hiç kimse bilmiyor.’ diyordu. Halbuki, bütün dünyada, silahlı örgütlerle silahsız bir döneme girilmesi için yapılan görüşmeler, aylarca-yıllarca gizli yapılır, meydanlarda nutuklar çekilerek değil.. Kaldı ki, nelerin konuşulduğu, Öcalan’ın mesajlarından bile aşağı-yukarı anlaşılabiliyor.  
*

Kılıçdaroğlu, daha sonra, ’CHP neden bu konuda çalışmıyor?’ diye kendilerine sorulduğundan yakınıp, sözlerinin en ilginç bölümüne geliyor ve şöyle diyordu:

’Bizim sözlerimiz bu bölgede de yeteri kadar yankı bulmuyor.
Bizi hâlâ 1930’ların CHP’si gibi görmeyin. Dünya değişiyor, biz de değişiyoruz.
Yeni şeyler söylüyoruz. Demokrasi ve özgürlüğü savunuyoruz.
Madem bir sorun var, sorunu oturup el birliği ile çözeceğiz.

Bana, ’Sen söyledin oyun mu arttı?’ diyorlar. ’Artmadı bırak o bölgeyi..’ diyorlar. (...) Ya siz beni anlayacaksınız, ya da ben sizi. Gerekirse kavga edeceğiz. (...)

Her olayı sonuna kadar izledik. (...) Hesabını sormak isteyen CHP’ye bölgede oy çıktı mı? Hayır!. O zaman aramızda sorun var. Ben sizin hakkınızı savunuyorum, siz sizi savunmayana oy veriyorsunuz.

Sınır ötesi operasyonlar, parlamentonun yetkisinde. Talimatı kim verdi? Hükümet. Bu açık gerçek ortada dururken biz bölgeden beklediğimiz desteği alamadık.’ (…) Ben bekledim ki bölgede Kılıçdaroğlu’na destek çıkacak. Tam bir sessizlik. Şöyle bir algı da var. ‘AKP sorunu çözecek, ama, CHP karşı..’ (…)

Bir kitapçığımız var. Toplumsal Barışı demokrasi ile güvence altına almak. CHP bu konuda ne düşünüyor, ne adımlar attı? AKP’nin dediği gibi hiç çözüm üretmedi mi? Burada göreceksiniz.. (…)Kapalı kapılar ardında demokratik çözüm olmaz.
Süreç yasal bir zemine oturtulmak zorundadır. Süreç saydam olmalıdır.
Elbette birileri karşı çıkabilir. Ama samimi olarak tartışırsak bu sorunu aşabiliriz. Türkiye’nin bu sorunu çözme birikimi var. (…)
Sorun tarihsel kökleri olan bir sorun. Yeri ve zamanı geldiğinde, biz kendi tarihimizle de yüzleşmeliyiz. Hata olur, eksik olur.
Kurumların da hatası olur. Önemli olan hatadan ders alıp onu tekrar etmemektir. (...)
Dersim arşivlerini açın dedik. İsteyen gitsen baksın dedik. Gereği şu ana kadar yapılmadı. (...)  Özür dilerim ama Diyarbakırlılar da koşa koşa gidip AKP’ye oy verdiler. (...)
Biz bölgeden oy mu aldık. Yok efendim.

Neden? CHP 1930’ların CHP’si..

21. Yüzyılda demokrasi ve özgürlük mücadelesi veriyoruz. (…) bölgeden oy mu aldık.

Hayır!
(…) 22 Mayıs 2012’de dil yasakları için kanun teklifi verdik. Dil yasağı mı olur Allah aşkına? (…)Bunu söylediğinde bölgeden çıkıp biri ‘Helal olsun Kılıçdaroğlu’ desin.
Tık yok. Oylar koşa koşa AKP’ye.. (...) Benim söylediklerim sizi tatmin etmeyebilir. Eksik bulabilirsiniz. Sorunlarınızı getirdiniz de dinlemedim mi?’

*

Evet, Kılıçdaroğlu ağlamaklı yakınmalar içinde bunları söyledikten sonra ’Bize güveniniz..’  diye yakarıyor, ama, somut, elle tutulur hiç bir çözüm getirmiyor. Sadece, ’Meclis’de şunları-şunları teklif ettik, kabul etmediler..’ diyor. Bir kitabçık hazırladıklarından söz ediyor, ama, daha geçen hafta, o broşürdeki 17 kadar maddeden sözederken, sadece birisini söyleyebilmiş, diğerlerini ise, ’Sorulacağını bilseydim, getirirdim..’ demişti. Daha sonra ise, o maddelerin sayısının da, 19 olduğu anlaşılmıştı.

Kaldı ki, Kılıçdaroğlu, birçok tekliflerinin iktidar partisince kabul edilmediğinden yakınıyordu, ama, değiştirilmesini teklif ettikleri konuların ise, bizzat geçmişini, muktesebâtını sahiblendikleri kemalist-laik- türkçü rejimin halkımıza bir ’deli gömleği’ gibi giydirdiği zorbalıklar zencirinin bir parçası olduğunu itiraf edemiyordu.

Dahası, başta anayasa değişikliği olmak üzere getirdiği ve hele de Diyarbekir bölgesindeki insanların daha bir beklediği çözümlere ve rejimin korunması refleksiyle karşı çıkanların başında da yine kendilerinin geldiğini hatırlamak bile istemiyor; ülkenin daha çok kürd etnisitesine mensub insanlarının yaşadığı Güneydoğu’da bugün sadece iki partinin varlığının sebebini anlamaya da çalışmıyordu.

Evet, bir tarafta, kemalist-laiklik yüzünden açıkça söyleyemese de, zımnen, örtülü olarak hissettirmeye çalıştığı şekilde, soy ve dil beraberliğini değil, inanç birlikteliğini esas alan ülke partisi AK Parti ve karşısında da, kemalist-türkçü rejimin resmî ve katı ideolojik söylemlerine karşı, kürd etnisitesine dayalı, soy ve dil beraberliğini esas alan ve bölge partisi konumundaki BDP veya yeni ismiyle HDP..

Tarih’le hesablaşmak, ağır bedeller ödemeyi göze almayı gerektirir..

Bu tablo, CHP’nin temel ve rejimin temel ideolojisini teşkil eden kemalist-laik-türkçü rejimin acı faturasıdır.

Ki, Kılıçdaroğlu, -bizzat Dersim’li olduğu halde-, 1937 yılında, Reis-i cumhûr Kemal Atatürk, Başvekil İsmet İnönü, (İnönü’nün azlinden sonra Celâl Bayar), Erkan-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) Mareşal Fevzi Çakmak’ın kararlarıyla sahnelenmiş olan ve ancak, Başbakan Tayyîb Erdoğan’ın 70 küsur yıl sonra açıklayabildiği kadarıyla, resmî rakamlara göre, 13 700, halkın rakamlarına göre ise, onbinlerce insanın, belki 60-70 bin insanın katledilmesiyle noktalanan Dersim Faciası konusuna bile aylarca yaklaşamayıp, ancak, son bir yıldır o ismi telaffuz etmeye başlamışken; bir taraftan da M. Kemal ve İsmet Paşa’larını sahiblenmeyi sürdürüyordu.

Bu yaman çelişkiden sonra, şimdi de, ’1930’ların CHP’si değiliz, değiştik..’ diyor, Diyarbekir’de..  O değişikliğin inandırıcı olması için, ağır bedel ödemek gerekir. Sovyet lideri Nikita Kruşçef,  1953’de ölen Stalin’i 1956’da, ’tarihin en korkunç cinayetkârlarından birisi..’ diye suçlayıp, onun Kremlin Duvarı’ndaki  mumyalı cesedini de Moskova Mezarlığı’na attırdı, ama, bunun bedelini 1963’de, stalinist Leonid Brejnev eliyle iktidardan uzaklaştırılmak şeklinde ödedi. Kılıçdaroğlu da, Diyarbekir’de dile getirdiği 1930’larla ilgili o ’redd-i miras’ beyanlarının karşılığını böyle ödemeye hazır mıdır? Yoksa, orada sırf, yöre halkının dudağına bir parmak bal sürmek taktiğini mi güttü? 

Kılıçdaroğlu’nu bir siyasî parti lideri olduğu için değil, 100 yıla yaklaşan bir kemalist-laik-türkçü rejimin bütün temel anlayış ve kurumlarına sahib çıkan bir güç merkezinin başındaki isim olarak dikkatle takib etmek gerekir. O, Diyarbekir’de yaptığı ve baskılar, cinayetler, dârağaçları ile tesis olunan kemalist rejimin ilk yıllarını, 1930’lu yılları suçladığı bu konuşmayı, ülkenin diğer yerlerinde de tekrar edebilirse, yine de alkışlayalım.

Ama, büyük ihtimalle edemiyecektir. Çünkü, o zaman, bindiği dalı kesmiş olacaktır. Çünkü, ülkenin diğer bölgelerinde 1930’lu yılları ve o zamanın liderlerini reddedemiyecek, suçlayamıyacak ve yine, ’CHP, Cumhuriyet’in kurucusudur.. Biz Atatürkm’ün partisiyiz, İnönü’nün Partisiyiz..’ diyerek, geniş kitleleri korkutarak, nicelerini de, tarihin üzeri açılmamış yalanlarıyla uyutarak, mevcud sistemin Birinci ve İkinci Adam’larını sahiblenmeye devam edecektir. Bu da, Diyarbekir’deki o yakarış ve yakınmalarının sonuçsuz kalacağının şimdiden habercisi sayılabilir.

Bunun tersini yapabilirse, biz onu o alkışlamaya hazırız.. Ama, bu mümkün mü? Bir çok kanunların değişmesi için teklifler verdiğinden sözeden Kılıçdaroğlu, suçladığı 1930’ların üzerindeki örtünün kalkması için, o korkunç baskı ve dehşet rejiminin ilk şefini koruyan kanunun kaldırılması için de bir teklif versin, bakalım; doğru söylüyorsa..  

Yoksa, halkına her yerde ayrı konuşan, yalan-yanlış bilgiler ve umutlar veren bir kimseye, halkımız hele de bundan sonra, kendi deyimiyle, ’Yalancıdan başbakan olmaz..’ diyerek iktidar yetkisi vermez, herhalde..

*

haksöz

Bu yazı toplam 1099 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar