Selâhaddin Çakırgil
Bu trajedi karşısında, hele de, muhteşem bir hayat sürenler..
Yürekler parçalayıcı.. Onlarca değil, yüzlerce insan daha.. Bir umuda yolculuğun karanlığında kayboldular, belki de köpekbalıklarına yem oldular..
Geçen hafta 400’den fazla insan Akdeniz’in derinliklerine gittikten sonra..
Son bir haber daha..
Şimdi de 950’den fazla insanın daha, ‘belki kurtuluruz ümidiyle, Afrika’dan kaçıp, Avrupa’ya sığınmak için ‘umuda yolculuk’ adına çıktıkları bir yolculuğun, Akdeniz’in karanlık sularının dibine doğru bir faciayla noktalandığı haberi ulaştı. Libya ile Sicilya arasındaki denizdibi vadisi denilebilecek ve beş bin metre derinliğindeki bir mekanda, Lampadusa adası civarında alabora olduğu bildirilen bu son gemiden geride kalan sadece 30 kadar cesed.. Canlı ise, hemen hiç yok.. Buradan, diğerlerinin geminin anbarlarına balık istifi dolduruldukları ve üzerlerinin kilitli olarak tutulduğu anlaşılıyor.
Bu gibi köhne deniz araçlarına insanları doldurup, paralarını alan insan tâcirlerinin, o deniz araçlarını kaptansız olarak ya da çıraklarına bırakarak o gemileri terkettikleri iddiasının doğru olması da mümkün.. Bu da, trajediyi daha bir katmerleştiriyor.
Birileri para derdinde, birileri hayat..
*
Müslümanlık gösterisinde bulunan petro-dolar zenginlerinin umurlarında değil bu durum.. Onlar ve onların yönetiminin devamı için hayır-dua edip fizikî bünyelerini daha bir kalınlaştırmakla ve zevklerini, daha bir doyumsuzluklara ulaştırmak için iştihalarını sonuna kadar kullanıp, ellerine geçen dünya saltanatının tadını çıkarmakla meşguller..
Ne diyordu, Endülüs çökerken, Ebu-l’Beqa Salih bin Şerif, yazdığı ‘Endulus Mersiyesi’ isimli yürekler parçalayıcı şiirinde..
‘Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek, ne demek uyku! (…)
Ve siz, ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan,
Yay gibi gergin Arab atlarının üstüne kurulu süvariler!
Ve siz savaşın karanlığı toz dumanı içinde
Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu!
Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,
Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler; bir hayat kesiksiz bir ömür boyu!
Endülüs’ten, Endülüs’ün zavallı halkından var mı haberiniz?
Herkes onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalbleriniz mefluç mu?
(…) Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken,
Siz müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve haz maymunu!
Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan, kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde?
Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek kişi yok mu?
Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi.
Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Ya Rab, ne kaderdir bu! (…)
Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?
Alçalışın örtüsü kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını..
Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları korkulu..’
*
Bugün de yüzlerce -binlerce nsanın, ateşten, yoksulluktan kurtulmak hayaliyle, ölüme gitmeyi göze almak çaresizliği, insan olan herkesin ve özellikle de İslam Milleti’nin bir utancı olarak karşımıza daha bir çıkmakta..
Doğdukları topraklardan her neleri varsa herşeyi bırakıp yaban diyarlara sığınmaya çalışan bu insanların ne kadar ilkel olduğu ve gelenlerin reddetmeleri için özel haberler ‘yapılması’ da bir ayrı tuzak..
Bu cümleden olmak üzere.. Geçen hafta, İtalya gazetelerinde yer alan ve dünya medyasına da yansıyan habere göre, yüzlerce kişinin bindiğe bir eski teknede, müslüman mülteciler, güya, aralarında bulunan 20’den fazla hristiyanı, dinî bir tartışma sonunda denize atmışlar..
Hiç bir delil yok.. Ama, yazıldı ve dünyaya yansıtıldı ya.. Hedef de bu zâten..
O şartlarda gerçekten öyle bir şey olmuş mudur, kabulü veya reddi, zor..
Ama, biz sorumluluğumuzu düşünüp gerekenleri yerine getirmektense, masasına oturup, olanları değil, olabilecek olanları okuyucu kitlesinin ilgisini çekebilmek için yazan kalemlerin entrikalarından yakınmayı mı esas almalıyız?
O ‘sıkıştırılmış insan’ çaresizliği içindekilerin, en küçük ihtilaflarda bile, hırçınlaşıp cinnet krizleri geçirdiklerini ve birbirleriyle nasıl kavgalara tutuştuklarını bilmiyor muyuz?
Bu noktada, her herhalde, ‘sıkıştırılmış, çaresiz bırakılmış bir idrak’den söz edebiliriz. Kaçınılmaz bir ölüm tehlikesi ile karşılaşan insan, kurtulma ümidi zayıf bile olsa, bir ihtimal ve ümid kapısı gördüğü zaman o yolculuğa çıkmak zorunda kalıyor.. (Ki, bunu o şartlarla karşılaşmayanların idrak etmesi, son derece zordur.. Bu satırların sahibi, Pakistan- İran sınırında, binlerce km. karelik bir çölde, gecenin karanlığında, 30 küsur yıl öncelerde, her şeyinin bulunduğu valizin bir anda çalındığını görünce.. Ortada pasaportsuz bile kalıvermişti.. O sırada, orada, bulunan 10-15 kadar Afganlı ile birlikte, onların kılık kıyafetlerinde olan ve Afgan kimliği taşıyan birisi olarak İran’a geçmek için çareler ararken, pikap sahibi bir kaçakçının devreye girdiğini görmüştü.. Çaresizdim.. Sınır kapılarının nerede olduğu bile belli değildi.. Afganlılar belli bir meblağ karşılığı kaçak olarak yollardan İran’a geçmeyi kabul etmişlerdi.. Onlar da giderse, ben ortada, gecenin karanlığında, en yakın yerleşim biriminden onlarca km. uzakta, çölün ortasında yapayalnız kalıverecektim..
Sonunda, pikaba balık istifi binenlerin arasında ben de katmıştım kendimi.. Ama, pikapımızın gecenin karanlığında, bir otomobille takib edildiğini gördük.. Bu bir resmî araç olabilir ve üzerimize ateş açılabilirdi.. Gecenin karanlığında, taşlı çöllerde, arabamızın bazan devrilecek derecede bir hızla kaçışını ve izini kaybettirmek için aacaib yollara saptığını ve sonra takibden kurtulduğunu ve sabahın ilk ışıklarıyla, ana yola yakın bir yere birkaç km. uzakta bir tepenin arkasına bırakılışımızı hatırlıyorum.. O çaresizlik hâlet-i ruhiyesi faarklı bir şeydir.)
*
Geçenlerde Fatih Camii’nde, yatsı namazından çıkarken, kapı eşiğinde, soğuk havada, üzerinde incecik bir elbiseyle, arabça olarak yardım isteyen 9-10 yaşındaki ve dünyaları yıkılmış Suriyeli kızlı-oğlanlı çocukların bu yürek parçalayıcı durumlarını düşünmek yerine, yardım etmek isteyenlere, ‘Vermeyin, vermeyin, devlet bakıyor onlara.. ‘ diye gürleyen bir ensesi kalın kişinin sözleri derinden sarstı bu satırların sahibini..
‘Sen hiç, bu hali yaşadın mı? Sen hiç, anne-babanı bu çocuk yaşta kaybettin mi, evini-barkını- yurdunu ve de kendini, bir tufanda, bir yangında, bir zelzelede kaybedip, üstelik dillerini bile bilmediğin yaban ellerde çaresiz kaldın mı? Kendin vermiyorsan, verene olsun engel olma.. Burada namaz kıldın.. Namazda okunan Maûn sûresinin mânâsını bir düşün..’ dedim.. (Ki, Maûn Sûresinde ‘Yetimlere, çaresizlere yardım etmeyenler, doyurmayanlar, yardım etmek isteyenlere engel olanlar, namaz kılsalar bile, onların namazlarının gösterişten ibaret olduğu’ belirtilmekte ve bu gibiler, ‘yazıklar olsun..’ diye kınanmaktadır..)
*
Geçenlerde Üsküder-Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde, Sudanlı şairlerin proğramına katılmıştım.. Orada, Sudan’lı hanım şairlerden Ladan Osman’ın bizzat yaşamışcasına duyarak okuduğu bir göçebe ve mülteci şiiri, sarsıcıydı..
Tercümesi, şiirin asıl havasını ne kadar yansıttı, bilemem, ama, yine de özünden haberler veriyordu.. Yaklaşık olarak şöyleydi:
‘Nereye yerleşeceğimizi bilmeyen tohumlarız..
Göçebe- mültecileriz, biz..
Didinip duruyoruz, ayaklarımız tozlu..
Bunca zaman nereye yürüdük.. Dünyaya…
Uzaklara çekilen ufka..
Bize yol göster, Allah’ım..
Evlerinin yolunu bile kuşlara, örümceklere gösterdiğin gibi..
İbadethanenin duvarında kaçışan böcek olmayacağız..
Bizden iğrenen ve kadınlara sığınmaya da çalışmayacağız..
Bazılarımız kaçan böcekleri seyretmede..
Ağızlarımız, ölümden öncekilerin yünle tıkanmışlığı gibi..
Yakında öleceğiz demektir..
Ya, bize su ulaştır, ya da ulaştır bizi denizlere..
Allah’ım..’
*
Dönülen her köşede, duvarlar soruyor, neden olmasın?
Binbir yerden birbir soru uçuşuyor..
Yankılanan cevablarsa, bir o kadar bulanık..
Kurtar beni diye bağırıyor adam..
‘Uzat elini..’ diye bağırıyor kadın..
Çocuklarsa, çaresizliklere terkedilmiş bir yuvada tüneyen kuşlar gibi..
Kardeşinin birisi atlayıp ölmüş..
Diğeri son nefesini veriyor yanıbaşında..
Herşeye rağmen soruyor:
Uçmalı mıyım?
Uçabilir miyim?
Ve, hâlâ buradayım..
‘Özür dilerim..’ bile yok,
Heryerde, ‘Canın Cehenneme..’ ilgisizliği..
*
Evet, materyalist dünyanın müstahkem kalesi durumundaki Avrupa’nın yaklaşımı genelde böyle de; biz müslüman coğrafyalarındaki halkların tutumu nedir? Tayyîb Bey, halkı müslüman ülkelerin liderlerine bu konuda ortak bir hareket belirlemek ve çareler hazırlamak için bir mektub yazmalı değil midir? Belki, birilerinin utanma duygusu biraz da tahrik edilebilir.
*
dirilişpostası