Ahmet Taşgetiren
Cumhuriyet’in içini doldurmak
Türkiye, bundan 99 yıl önce yönetim sistemini değiştirdi. Osmanlı’nın son döneminde “Meşrutiyet” vs. diyerek “Halk iradesi ile belirlenen yönetim” istikametinde bir süreç başlamıştı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi.
Cumhuriyet ilan edildi ama, Cumhuriyet’in içinin nasıl doldurulacağı konusu 99 yıldır tartışılıyor.
İlk 27 yıl, köklü bir sistem değişikliği yaşandığı için ve toplum buna hazır olmadığı gerekçesiyle “Yukardan aşağıya” bir yönetim belirlendi. Bunun adına “Halka rağmen halk için” dendi. Cumhuriyet halkın kendi kendisini yönetmesiydi, ama halk buna hazır değildi! “O dönemin Cumhuriyet”’nin öyle olması devdrim geçiren bütün ülkelerde böyle olması yüzündendi. O dönemde halk iradesinin yönetime daha geniş boyutlu yansımasını sağlayacak yeni parti oluşumları, kısa sürede farklı gerekçelerle tasfiye edildi.
Sonra çok partili hayata geçildi. Bu dönemde de halk iradesi, zaman zaman devreye giren “Askeri müdahaleler”le tanzim edildi. Askerler bunu “Cumhuriyeti koruma – kollama misyon”ları çerçevesinde yaptılar. Halkın bir kısmının iradesini tasfiye ederken bir başka kısmında da destek buldular.
Cumhuriyet’i koruma gerekçesi, Başbakan asmaya kadar uzandı. Bir Başbakan, “Menderes’in idamından sonra bütün başbakanlar odalarında darağacı silüeti görmek durumunda kaldılar” diyecekti. Bir başka başbakan göreve geldiğinin hemen akabinde “Sistem restorasyonu” gereğinden bahsedecek ve bunun için “İnanç hürriyeti, teşebbüs hürriyeti ve düşünce hürriyeti”ni olmazsa olmaz görecekti. Tam da bu dönemde Fransa’daki Cumhuriyet tartışmalarından mülhem “Acaba 2. Cumhuriyet’i mi inşa etsek” tartışmaları gündeme gelecekti. Yine bu dönemde bir kesim “2. Cumhuriyetçilerin Cumhuriyet’e komplo kurduğu” iddiaları ile “Cumhuriyet’in korunması kollanması” duyarlılığına hitap edecekti.
Ülkenin son anayasası bir darbeden sonra gerçekleşen ve halktan yüzde 92 oy alarak yürürlüğe giren bir anayasaydı, bu anayasa üzerinde defalarca değişiklik yapılmış ve “Halkın özgür iradesi ile yapılmış bir anayasa” söylemi, biteviye tekrarlanan bir siyasi tirad halinde devam etmiştir.
Türkiye son dört yıldır, Cumhuriyet’in içinin “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile doldurulduğu yeni bir dönemi yaşamaktadır.
Dünyada “Başkanlık”, “Yarı başkanlık” diye nitelenen, adı Cumhuriyet olmayan ama basbayağı “Demokrasi” kabul edilen ülkeler vardır. Buna karşılık adı Cumhuriyet olan, halk iradesi ile seçilmiş Meclis’leri de bulunan ama demokrasi diye nitelenmeyen ülkeler de vardır.
Biz neredeyiz? Şu anda ülke siyasetinin ana gerilim hattı dört yıldan beri icra edilmekte olan sistem üzerinedir. Bu yapı, bir Parti’nin 16 yıllık tek başına iktidarının ardından gerçekleşmiştir. İktidar parlamenter sistem içerisinde iktidar olduğu 16 yıllık uygulamayı yeterli görmemiş, tepede tek bir insanın belirleyici olduğu bir yapıya yönelmiştir.
Dünya deneyimi, bir kişinin başkan olarak seçildiği yönetim yapısı içinde Cumhuriyet’in sonunda ulaşmak istediği “Halk iradesi yönetimi”nin örneklerine tanıktır. Ancak oralarda “Tek kişi iradesi” her şeyi belirlememektedir. “Denge ve denetleme” diye bir şey devrededir. Tek kişi, gücünü hem dengeleyen hem denetleyen kurumlarla birliktedir.
Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçerken bu denge ve denetlemeyi konuşmuş, ama belli ki içini doldurmakta başarılı olamamıştır. Tek kişi “İcra – yürütme”yi temsil ediyorsa, “Yasama” da, “Yargı” da, ne kadar aksi iddia edilirse edilsin, o tek kişinin belirleyici iradesinin etkisine girmiştir. Yapılan kamuoyu yoklamalarına bakıldığında en azından toplumun yarısının bu “Cumhuriyet yorumu”ndan memnun olmadığı açıktır. Bu tepkiyi yöneten muhalefet kadroları da, yeni bir anayasa değişikliği önermektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye Yüzyılı” sunumunda, -o bir “vizyon belgesi” ise ve vizyon dediğimiz şey, ulaşılmak istenen bir ufku ifade ediyorsa- kendisinin en belirleyici olduğu son 20 yılda ulaşılamayan bir Cumhuriyet çerçevesini seslendirmiştir. Şöyle demiştir:
“Türkiye Yüzyılı’nda ülkemizi herkesin kendi yankı odasından çıkıp birbirini dinlediği, birbirini anladığı, birbirine saygı duyduğu bir yer haline getirelim. Gelin, Türkiye Yüzyılı’nı fark edilen, fark atan, farkını hissettiren ve farklılıklarıyla zenginleşen bir ülke haline gelişimizin sembolü yapalım. Gelin, Türkiye Yüzyılı’nda erdem ve adalet devletini zirveye çıkartalım. Gelin, Türkiye Yüzyılı’nda ülkemizi küresel çarkın bir dişlisi olmak yerine lokomotifi haline dönüştürelim. Gelin, Türkiye Yüzyılı’nı milli ve yerli değerlerle evrenseli kuşattığımız, sözümüzü çağa söylediğimiz bir dönem haline getirelim. Gelin, Türkiye Yüzyılı’nı korkularıyla yaşayan bir geçmişten umutları, hayalleri, özgüveni ve cesaretiyle şahlanan bir geleceğe geçişin kapısı yapalım.”
Bu sözleri dinledikten sonra insan ne diyor?
Keşke geçen yirmi yılda, insanların “yankı odasındaymış” gibi kamplaşmadığı bir toplumsal vasat gerçekleştirilseydi. Keşke bu sürede devlet yönetiminde “erdem ve adalet” herkesin teneffüs ettiği bir iklim olsaydı. Keşke gelinen noktada kimi zaman en tepeden salvolar yüzünden “korkuları ile yaşama”yı hiç konuşuyor olmasaydık. Keşke bu problemli iklimi, “muhafazakâr değerler” adına yapıp, o değerleri de yıpratmasaydık.