Selâhaddin Çakırgil
‘Dervişlik Yolu Heman, Tâc’u Hırkası Değil..‘
Bir-iki gündür Adapazarı ve İzmit’deyim, kardeşlerin tertib ettiği sohbet toplatılarında bulunmak üzere..
Adapazarı‘na otobüsle gittim. Cuma günü öğle sonrası İstanbul- Fatih‘ten evden çıkıp, metro ile Esenler Otogarı‘na ve oradan da saati gelir gelmez, oldukça dakik şekilde, ânında hareket eden otobüsümüz, İstanbul içinde biraz trafiğe takıldıysa da, üç saat sonra Adapazarı’ndaydık.
Yollar mükemmel..
Otobüs de oldukça lüks..
Her yolcunun koltuğu önünde, öndeki koltuğun arkasına yerleştirilmiş küçük bir televizyon ve internet.. İster internete girin, ister film izleyin, ister haberleri.. İsterseniz, dilediğiniz müzikleri..
Cep telefonunuz boşalmışsa, onu hemen o cihazdan şarj ediyor, dolduruyorsunuz.
Otobüste ayrıca şirket adına çay, kahve veya meyva suyu gibi ikramlar..
Doğrusu, epeyce gezip gördüğüm Batı Avrupa ülkelerinde yer yolculukları genelde trenle veya özel otomobille yapıldığından, şehirlerarası yolcu otobüsler işletmeciliği bu kadar gelişmiş olmadığından, bir kıyaslama olsun diye söylüyorum., bunları.. Bu durum çok sıradanlaşmış olsa bile.. ‘Ol mahîler (balıklar) ki, derya içredir, deryayı bilmezler.‘ misali..
Yolcuların ortalaması, zâhiren, vasat üstü bir sosyo-kültürel kesime aid olduklarının intibaını veriyorlar.
Ama, yolboyunca açıp bir kitab okuyanı bir kenara bırakalım, önlerindeki o int. tv. cihazını açıp kendi ilgi alanlarına göre bir şeylerle meşgul olmayı tercih edene pek rastlanmıyordu. Hattâ çoğu kimse onları açmayı bile bilmiyor, gözlerini kapayıp uyku aramayı tercih ediyordu. Halbuki kaptan’ın yardımcısı bir taraftan ikramlarda bulunurken, yardım isteyenlere de yetişiyor ve o cihazdan nasıl istifade edilebileceğini gösteriyor.
‘Fakir‘ ise, bir taraftan etrafı seyrediyor, onyıllar boyu ayrı kaldığım ülkemin gelişmişliklerini ya da aksaklıklarını gözlemlemeye çalışıyorum.
Geçmiş 30-40 yıl öncelerle mukayese edilmeyecek bir gelişmişlik..
Kış mevsiminde olunduğu halde her taraf bir hayli yeşil.. Otoyolların iki tarafında nerede bir boşluk kalmışsa, orası hemen yeşil saha haline dönüştürülmüş, gayet güzel çimlenmiş alanlar.. Çiçek tarhlarıyla süslenmiş yamaç kenarlar.. Ve hemen her mahalleden yükselen ve çoğu iki minareli, 2-3 şerefeli güzel ve etrafı yeşil saha haline getirilmiş câmiler..
İnsan ilişkilerinde de geçmişe nisbetle, gözle görülür bir kibarlık ve efendilik..
Bu arada ekliyeyim, kenarından geçtiğimiz o güzelim Sapanca Gölü’nün kurumaya yüz tuttuğunu ve suların son yıllarda devamlı çekildiği haberlerini okuyordum, ama bu yıl yağan karla birlikte göl lebaleb dolmuş, çevreyi bilenler bu durumu sevinçle, şükürle karşılıyorlar tabiatiyle.. Ve, ‘İnşaallah, bundan sonra bu gölün suyu bir daha böylesine hoyratça kullanılmaz da aynı kuruma tehlikesi tekrar yaşanmaz..‘ diyorum.. Yanımda sessizce oturan yaşlı yolcu, asıl sorumlunun TÜPRAŞ olduğunu söylüyor, ‘deniz suyu taşımayıp buradan çekiyorlar..‘ diye ilginç bir tesbiti mırıldanıyor.
Sanıyorum, doğru bilgi olsa gerek..
Ve gerçek ise, gerçekten de yazık..
İki saati aşkın bir yolculuk boyunca bir taraftan etrafı seyrediyorum, diğer taraftan da önümdeki cihazdan çoktandır böyle devamlı dinlemek imkanı bulamadığım onlarca tasavvufî musikî örneklerini dinliyorum kulaklığı takıp.. Hele‚ ‘Can ellerinden gelmişem..‘ gibi nefis parçaları büyük bir haz ile ve tekrar-tekrar..
*
Adapazarı büyük terminale varıyorum. Beni almaya gelecek olan arkadaşı beklerken bir aşina arkadaşa rastladım..
‘Ağabey, sen böyle yalnız mı dolaşıyorsun?..‘ diye soruyor hayretle ve benden çok kendisini veya başkalarını korumaya almak isteyen ilginç bir söz söylüyor: ‘Allah muhafaza.. Bir şey olsa, onunla son olarak kim görüşmüştü, nerede ve niçin ve neler görüşmüştü, bu işin içinde parmağı kimin vardır..‘ diye yığınla sorgulamalar.‘
Tuhaf ilgisine teşekkürle ayrılıyorum.
*
‘Bir dokun, bin ahh dinle. kâse-i fağfûrdan..‘
Asıl proğramı düzenleyen kardeşlerle buluşup, 1979’dan beri görmediğim bu şehrin merkezini yaya olarak biraz dolaştık.. Tabiatiyle 1999’daki büyük Marmara Depremi’nde çok ağır hasar görmüştü. Ama, o zamandan geriye acı hatıralardan başka fazla bir hasar kalmamış..
İki ayrı toplantıda saatler süren sohbetler, sorular.. Biraz iddialı ve hattâ ukalâca, ‘her sorunun cevabını veririm..‘ diyor ve bazıları tuhaf tuhaf bakarken ekliyorum: ‘Bir soruya, ‘Ben de bilmiyorum..‘ diye karşılık vermek de onun cevabını vermektir..‘
O ilk andaki şaşkın bakışlar tebessümle noktalanıyor.
Konuşulan konuların başında Suriye ve Irak‘daki durumlar, İran siyasetini yanlışlığı veya doğruluğu etrafında buradaki eski arkadaşları bile birbirine düşüren ve on yıllardır birlikte olan insanların şimdi birbirlerinden koptuğu ve hattâ bu yüzden bazılarının mezheb değiştirdiğini ve geride kalanları ‘Sizin kafanız basmaz..‘ diye aşağıladıkları gibi konular ve de IŞİD /DAİŞ ve diğer savaşçı örgütlerin kimler olduğu, mahiyeti, uygulamaları yer alıyor.. Ve bu konuda dünyaya yansıtılanların ne kadar gerçek olduğu ve dünyaya yansıtılan o belge, görüntü veya bilgilerin bir algı operasyonu olup olmadığı üzerinde duruluyor.
Bu noktada, IŞİD’çi veya diğer bazı savaşçıların benzerlerinin Afganistan ve diğer savaş cebhelerinde de görüldüğü anlatılıyor ve sıkıştırılmışlık ve çaresizlik içinde savaşmaktan başka bir çare kalmadığını düşünen insanların ruh hallerini rahat kahvaltı masalarında değerlendirmenin sağlıklı olup olmayacağının düşünülmesi üzerinde de duruluyor.
Aklıma aslen Lübnan asıllı hrıstiyan arab bir fransız vatandaşı olan Emin Me’luf (Amin Maalouf) ‘un Atilla ilgili şu cümleleri geliyor: “O, göçmenin ilk örneğidir. Ona, ‘Artık bir Roma yurttaşısın.’ deselerdi, bir togaya sarınır, latince konuşmaya başlar ve imparatorluğun silahlı kuvveti olurdu. Ama ona ‘Sen bir barbar ve dinsizden başka bir şey değilsin.’ dediler ve o da ülkeyi yakıp yıkmaktan başka bir şey düşünemez oldu.”
*
A.B. gibi bazı eski dostlarımızın, Suriye’deki felaketin tek sorumlusu olarak Türkiye yöneticilerini göstermesine duyulan tepki de sözkonusu oluyor tabiatiyle..
Kimisi de, Arab ülkelerinde ortaya çıkan büyük hadiselerin dünyada İslam‘ın korkunç bir hayat sistemi olarak algılanması için, özel bir emperyalist savaş taktiği olarak devreye sokulduğundan söz ediyor.
*
Daha yığınla konular..
Bu konularda ‘fakir’in tavrı yıllardır biliniyor ve bundan dolayı bazılarınca, birilerine , bir yerlere karşı çıkmamın sağlıklı olup olmadığı değerlendirmelerine de muhatab oluyorum.
Tabiatiyle bütün o konuşmaları tekrarlamam mümkün değil.. Diriliş Postası’nda , Haksöz‘de ve diğer sitelerde yayınlanan yazılarımda dile getirdiklerimi kimseye hakaret etmeden, kimseyi rencide etmek gibi bir kasd taşımadan, ama hakikat ve doğru olduğuna inandıklarımın itibarını da birilerinin memnuniyeti veya memnuniyetsizliği için fedâ etmeden tekrar anlatmaya çalışıyorum.
*
Yığınla şeytanî eller devredeyken, sadece bir açıdan anlamak?
Suriye, Irak, Fılistin başta olmak üzere. Ortadoğu’daki bütün problemlerde sadece bir veya bir kaç ülkenin olmadığını, Türkiye, İran, Suûd rejimi, Mısır, sionist İsrail rejimi, ve irili-ufaklı diğer bütün ülke ve rejimler ve bölgede sayıları bir hayli ve de etkileri de küçümsenemiyecek olan yığınla cihad ve savaş örgütleri ve onlardan daha da etkili olarak, B. Amerika’nın , Rusya‘nın, İngiltere, Fransa, Almanya ve daha niacelerinin yığınla hesabı ve entrikası bulunduğu anlatılıyor.
Elbette böylesi bir yangın yerinde, dünyanın her bir yanından gelip bu yangını söndürmek adına hadise mahalline tonlarca benzin döken uzak ülkeler varken, bu yangın yerinin kenarında bulunan ve her iki ülkeyle 1300 km.‘yi aşan bir sınıra sahib olan Türkiye’nin de bu coğrafyadaki gelişmelere elleri böğründe, bön-bön bakamıyacağı ve bu kadar değişik fitne elleri devredeyken sadece temennilerimize uygun müdahalelerin beklenmemesi gerektiği vurgulanıyor.
Nihayet, bütün devletler önce kendilerini merkeze koymak isterler; kendi maslahat ve menfaatleri ve taktik veya stratejik hedeflerini gözününde bulundurarak kararlar verirler.
Tabiatiyle, İran’ın siyaseti, İslam adına hükmetmek iddiası taşımasından dolayı daha bir ilgi veya eleştiri konusu oluyor ve bazı arkadaşlar, sırf bu yüzden onyıllar boyu dost oldukları kimselerle şimdi selamlaşmadıklarını bile ifade ediyorlar; elem duyarak..
Bu arada, Erbakan’ın 4. vefat yıldönümü anma merasimlerine İran‘ın eski c. başkanı Mahmud Ahmedînejad’ın Erbakan Vakfı tarafından çağrılmış olması da sözkonusu oluyor. Ahmedînejad’ın İran C. Başkanlığı sırasında başlayan Suriye Buhranı‘na hiç de müslümanca bir sorumluluk duygusuyla değil İran‘ın stratejik hedeflerine göre yaklaştığı ortada iken davet edilmesi eleştiriliyor. Onu protesto eden birkaç kişiye de birileri vahşice saldırmışlar ve linç etmeye kalkışmışlar.. Saadet Partisi ve Erbakan Vakfı çevrelerinin bu gibi ters yaklaşımlarını anlamakta zorluk çekenlerin bu tavırlarına, sözkonusu kurumlar ne der, bilmiyorum.
Kimileri de sadece sonuçlara bakarak, Suriye ve Irak‘da bu gibi ayaklanma ve silahlı kalkışmalarda yeteri kadar hazırlık yokken harekete geçilmesinin müslümanların bedbahtlığını arttırdığı ve zulüm düzenlerine şartlar oluşmadan başkaldırmamak gerektiği gibi görüşler dile getirdiler ise de, bu gibi yaklaşımlar genelde tepki ile karşılanıyor, haklı olarak..
*
Sadece mezheb değiştirmekle inkılabçı olunabilir mi?
Hele, siyasî ayrışmaların getirdiği kopmaların mezheb değiştirmelere dönüşmesi ise.. Daha bir ayrı akıl tutulması.. Çünkü tek başına bir mezhebe bağlılıkla inkılab yapılsaydı, inkılab yapan bir mezhebin bağlıları o sonuca ancak 1300 sene sonra ulaşmışlardı.
Kaldı ki, her mezheb’in fıqhî bir takım farklı uygulamalarının Hz. Peygamber (S)‘in hadis ve sünnetlerinden çıkarılıp kendi genel düzenlemeleri içinde kurallaştırılmış hususlar olduğu ortada iken.. Bazı kişilerin inkılabçı olmak için mezheb değiştirmek gerektiğini sanmaları ve başkalarını pasiflikle suçlamaları, bizzat kendilerini toplumdaki aktivitelerinin söndürülmesi ve pasifleştirilmesi ve dışlanması gibi neticeler vermiş ve şimdi topluma ulaşmak için nasıl bir yol bulacaklarını bilemeyip, sadece suçlamalarla ve yersiz ve kimseinin, ümmetin hiç bir derdine devâ ve şifa olmayacak fıqhî ve itiqadî tartışmaları yaygınlaştırmakla kendilerini tatmin etmeye çalışıyorlarmış..
Bu konulara tekrar değinmekte fayda olsa gerek.. Çünkü benzer tartışmaların pek çok yerde de cereyan ettiğinin haber ve işaretleri alınıyor.
haksöz