Dokko Umarov'la Röportaj

Dokko Umarov'la Röportaj

Kafkas Emirliği Genel Kumandanı Dokka Umarov, Kafkas Center gazetecilerinden Şemsüddin Nashkhoyev ile Mayıs 2008 (Cemaziyelevvel 1429) itibariyle bir röportaj gerçekleştirdi. Şimdi okuyacağınız röportaj, Emir Dokka’nın en son videosunun bant çözümüdür.

S. Nashkhoyev: Melûn şeytandan Allah'a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun Ebû Osman.
 
Ebû Osman, sizi tanıyan herkes sizin hiçbir zaman politikadan hazzetmediğinizi, sizi de içine çekmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, herhangi bir politik hizipleşme ve çatışmadan daima uzak durduğunuzu söylüyorlar. Bu, ne kadar doğru? Kafkasya'daki Cihad'ın başına geçtiğinizden bu yana, politikaya olan bu tavrınız değişti mi?
 
D. Umarov: Melûn şeytandan Allah'a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Hamd, Bir ve Biricik olan Allah'adır. Salât ve selâm, kendisinden sonra başka hiçbir nebînin gelmeyeceği Peygamber Efendimizedir.
 
Gerçekten de, politikadan hiçbir zaman hoşlanmadım ve ondan daima uzak durmaya çalıştım. Hakikati ifade etmem gerekirse, ondan, Müslümanların şerefini zedeleyen politikadan bugün de hoşlanmıyorum.
 
Birinci savaştan sonra, omuz omuza savaştığım bir grup mücahidle birlikte dağlara çıktım ve askerî bir eğitim üssü tesis ettim. O dönem, hem grubumuz hem de üssümüz hiç de fena değildi. Ve biliyoruz ki, birinci savaştan sonra mücahidler arasında eski günlerdeki gibi bir birlik mevcut değildi, herkes çeşitli gruplar oluşturmaktaydı. Kumandam altında bir grup bulunduğu, üstelik bir de eğitim üssüm olduğu için, o vakitler siz ne kadar dışında durmak isteseniz de size izin verilmeyeceği için, politikadan kaçınmak mümkün olmuyordu. O dönemin Devlet Başkanı Aslan Maskhadov, Allah kendisine rahmet eylesin, beni Güvenlik Sekreteri olarak atadı.
 
Ben bu vazifeyi icrâ ederken gerçekleşen Gudermes fitnesi sırasında, ben ve mücahidlerim hakem ve sulhu kollayıcı taraftık. Başkanımıza yaklaşık on kez istifa mektubu yazdım ancak her defasında reddedildi. Benim için savaşmak ve verilen görevleri yerine getirmek çok daha kolaydı. Güneybatı cephesinin kumandanı olarak zaten yeterince problemim vardı. Ve yine benim için, Allah cihadlarını mübarek etsin, Aslan, Abdulhalim ve Abdullah Ebu İdris'in –ki bu Şamil'dir- politikayla ilgilenmeleri kâfiydi.
 
Mücahidlerin idarecisi olduktan sonra siyasete olan bakışım değişti mi? Evet demek durumundayım. Çünkü hem Cihadın başında bulunup hem de siyasetin dışında olmak imkânsızdır. Üstelik, siyaset, İslâm'ın en önemli yönlerinden de biridir. Fakat, başta da söylediğim gibi, bir kez daha tekrar edeceğim, net biçimde tesbit edilmiş hedefin bulanıklaştırıldığı, belirgin bir mevkiin belirsizleştirildiği ve tüm bunların bir maske ardında yapıldığı bir yerde politikayı hâlâ tanımıyorum. Bu zamanda tüm böylesi faaliyetlerin iddia edildiği üzere siyaseten faydalı olması da sözkonusu değildir. Gerçekte, bunların tümü Müslümanların kendi öz benliklerini tahfif ederek dinlerinden sapmalarıyla neticelenmektedir ve yine tüm bunlar, tam tersinin açığa çıktığı tarzda, şüpheli birtakım faydalar karşılığı elden çıkarılmaktadır. Dünya siyasetinde bunun pek çok örneği mevcuttur ki, zaten her birimiz yeterince bildiğinden, bunları tek tek sıralamayalım dilerseniz.
 
S. Nashkhoyev: Geçen Ramazan ayında Müslümanlara yaptığınız seslenişten sonra, Mücahidlerden gelen tasdik yanında, o vakte kadar destekçimiz olmuş kimi muhalifler de ortaya çıkıverdi. İddialarından biri de, siyasette aceleci ve ânlık düşüncelerle keskin bir değişimin gerçekleştirildiği yönündeydi. Sizce bu ne derece hakikat?
 
D. Umarov: Hakikat hiç de bu değil. Abdulhalim'in Cihada liderlik etmeye başlamasından bu yana, siyasî sistemimizin gözden geçirilmesi ve onun Akide'mizle uygun hâle getirilmesi, liderlik bünyesinde olduğu kadar diğer Mücahidler arasında da düzenli olarak tartışılmaktaydı.
 
Ebu İdris, devlet yapımızın Şeriat'le uygun hâle getirilmesinde bir Başkan yardımcısı, Abdulhalim'in Vekili olarak benim düzenlemeler yapmamda, bense onun yapmasında ısrar ediyorduk. Ben reddediyordum, çünkü Cihad liderliğinin mesuliyet sahasına giren bir alana dahil olmak istemiyordum. Ebu İdris bunun üzerine tartışıyor ve bana güceniyordu ancak ben bu pozisyonumu daima korudum. Şu ân baktığımda, haklı olduğuma inanmıyorum. Ebu İdris, uzun zaman ikilikler içerisinde olabilecek mevkide bir insan değildi, o hakiki bir Mücahiddi, soylu, enerjik ve faal bir adamdı.
 
Yeri gelmişken, şehadetinden altı ay kadar önce, Ebu İdris, Kafkas Emirliği için bir mühür sipariş etmişti. Bu mühür bende şu ân. Bu husus, politikalarımızın yeniden gözden geçirilmesinin aceleci ve ânlık alınmış kararlar olmadığını, politikalarımızda keskin bir değişimi ifade etmediğini bir kez daha ispatlamaktadır. Her şeyin aceleci ve ânlık biçimde geliştiğini söylemekse, ikiyüzlülerin fantezi ve sayıklamalarıdır.
 
S.Nashkhoyev: Ve size karşı yaygın bir itham da, açıklamanız her ne kadar berrak bir İslamî mevkii göstermekteyse de, bizlerin, finans ve insan kaynaklarımız bulunmaksızın tüm dünyaya savaş açtığımız yönünde. Oysa dediğiniz şuydu: Müslümanlara saldıran ve topraklarını işgal edenler sizin düşmanınızdır; kendi din ve haysiyetlerini savunan Müslümanlar sizin kardeşinizdir. Bu meseleyi biraz daha açabilir misiniz?
 
D. Umarov: Evet, bu benim İslamî mevkiimdir, isterse alelâde bir mücahid olsun, hakiki bir Müslümanın mevkii. Çünkü ben hür bir Müslüman olarak düşünüyorum, bir köle olarak değil.
 
Ve bugün bir kâfir bir Müslüman toprağını muhtelif gerekçeler altında işgal etse ve tüm dünya bu gerekçelerin uydurma olduğunu apaçık görse bile, onlar herhangi bir Müslüman toprağına, orada İslam'a dair, Şeriat'a uygun ve Allah'ın bize emrettiği bir hadise gerçekleşir gerçekleşmez sürüler hâlinde, tüm ordularıyla ve hep birlikte çullanıyorlar. Ve bir kafir bu Müslüman ülkelere saldırdığında, bu ülkeler yok edildiğinde, bombalandığında, çocukları, aileleri, evleri ve şehirleri imha edildiğinde, eğer benim Kafkasya'da yaşayan alelâde bir Müslüman olarak tüm bunların kalbimde bir ıstırabla yankılandığını söyleme hakkım yoksa, işte bu haksızlıktır, yanlıştır. Eğer benim mevkiim, kayıp Müslümanlar, evet bu şekilde ifade edeceğim, kimi kayıp Müslümanlar tarafından tüm dünyaya savaş açmak olarak telakki edliyorsa, yine aynı şeyi tekrarlayacağım, bu kendini aşağılamadır, Müslümanların kendi kendini aşağılamasıdır.
 
Çünkü savaş, bugün benim tarafımdan ilân edilmiş değildir, küfre karşı savaş uzun zaman önce ilân edilmiştir. Müslümanlar artık kâfirlerin yasalarıyla yaşamayacaklarını ancak Allah'ın kanunlarıyla yaşayacaklarını ilân ettikleri ânda, bu ülke hemen kâfir ülkelerin orduları tarafından saldırıya uğramaktadır, yok edilmekte ve bombalanmaktadır. Bu yüzden, (bize itiraz eden) bu Müslümanların malûl oldukları hastalık, onların böylesi ifadelerindedir, izhar ettikleri şüphelerindedir.
 
Şayet bu meseleye sağlıklı bir muhakemeyle yaklaşırsanız, bugün güç ancak Allah iledir. İslâm burada ülkemizde hâkim olsun ve bizler de İslâm Ümmetinin hür bir parçası olalım diye 1991 itibariyle Sovyetler Birliği'ne savaş ilân etmişizdir, Rusya'ya savaş ilân etmişizdir ve işte o günden beri de kendi toprağımızda böylece Cihad etmekteyiz. O hâlde, kuru toprak bakımından bu kadar büyük bir ülkeye ve gücü kendi bünyesinde bir araya gelmiş devletlerin tümünün toplam gücünden hiç de daha az olmayan bir süper güce niçin savaş ilân ettik? Biz bir savaş ilân ettik ve hâlâ da etmekteyiz, çünkü, Allah'ın emri gereği bir savaş ilân edildiğinde ve bu savaşta rol almak icab ettiğinde, eğer savaşa iştirak edemiyorsanız, hiç olmazsa dua etmelisiniz, eğer kâfirler Müslümanların dinlerinin gereğini tatbik etmesine, Allahın kanunlarıyla yaşamalarına ve dine davetlerine izin vermiyorsa, en azından kalbinizde onları kınamalısınız. Şayet savaşa katılamıyorsak, kâfirleri kınamalı, olan bitenler hakkında konuşmalıyız. Ancak bugün, onlar bizim konuşmamıza dahi izin vermiyorlar ve burası tüm hastalığın yattığı yerdir.
 
İşte bu, benim niçin sözlerimin arkasında durduğumun sebebidir. Misâl olarak, farzımuhal eğer burada varolan Cihada katılamıyor olsaydım (ki bugün Kuzey Kafkasya'daki Cihad'a katılıyorum), yani şayet bugün Kafkasya'da bir Cihad olmasaydı, ben (inşallah, Allah güç kuvvet verirse) Müslüman kardeşlerimin imha edildiği, öldürüldüğü yerdeki bir Cihada katılıyor olacaktım. Bu benim mevkiimdir, İslamî mevkiimdir, hür bir Müslümanın mevkiidir.
 
Tüm kardeşlerimin aynı mevkide olacaklarını ümid etmekteyim.
 
S.Nashkhoyev: Kardeşlerimizin bazıları, askerî operasyonlarla birlikte esnek bir diplomasinin de gerekli olduğunu söylüyor ve Peygamberimiz (S.A.V) tarafından imzalanan Hudeybiye Antlaşmasını gündeme getiriyorlar.
 
D. Umarov: Bu muhakemeyi çok defalar işittim. Hudeybiye Antlaşması sık sık zikrediliyor ancak onun mânâsına nüfuz edilmiyor. Şudur onun mânâsı ki, vaktin en etkili gücü, Kureyş'in putperestleri, Müslümanları eşit bir güç olarak tanıdılar ve onlarla on yılık bir ateşkes antlaşması imzaladılar. O antlaşmanın içinde, Din'i, Müslümanların davetini sınırlayan tek bir madde, tek bir kelime yoktu. Şimdi soru şu: Bugün Müslümanlara Hudeybiye Antlaşmasını teklif edenler kimdir? Kim dinimizi hür biçimde tatbik etmemize ve Şeriat'ı tesis etmemize müsaade ediyor? Hiç kimse.
 
Biz Müslümanlara göre, bugün tüm dünyada bize teklif edilen şey Hudeybiye Antlaşması değil, daha ziyade bir ültimatomdur: "Şeriat'ı reddedeceksiniz yoksa şehir ve köylerinizi bombalar ve topraklarınızı işgal ederiz", ki şu ân olan da budur ve bize teklif edilen antlaşma işte bu şekildedir. Yani kendinizi kandırmamalısınız, biz bu şartlara razı olmayacağız, bu kendini aldatmaktır.
 
Fakat inşallah, kâfirlerin bize barış teklif ettiği zaman da gelecektir ve biz de onların barışını kabul edeceğiz, çünkü Kur'an bize, şayet size barış teklif ederlerse siz de kabul edin mealinde buyurmaktadır. Savaş Müslümanlar için kendi başına ve kendiliğinden bir gaye değildir elbette. İşte bu yüzden, Hudeybiye Antlaşmasının bugünün siyaseti çerçevesinde ne mânâya geldiği ve bu bakımdan neler olup bittiği âlimlerimiz ve çoğu kardeşlerimiz tarafından anlaşılamamakta ve yanlış yorumlanmaktadır.
 
S. Nashkhoyev: Ebu Osman, birçok kişi Kafkas Emirliği'nin hangi ayırt edici işaretleri kullanacağını merak ediyor.
 
D. Umarov: Ayırt edici işaretler, anladığım kadarıyla, bir arma, bir millî marş ve bunun gibi şeylerdir. Şayet Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir arma, bir millî marş ve benzerlerine sahip olduysa, elbette hiç itirazsız biz de kabul ederdik. Şayet biri bana böyle olduğuna dair sahih bir delil getiremiyorsa, o hâlde bu tür ayırt edici işaretler olmaksızın da bizler pekâlâ işimizi görebiliriz. Hassaten, bizi tanıyıp Kafkas Emirliği'ni kaydetmek üzere BM Sekreterliğinden bir davet almayacağımıza göre, Allah bizleri bu tür sahte hülyâlardan korusun.
 
Biliyorum ki, Hazreti Peygamberin siyah bir bayrağı vardı. Bu, tüm dünya üzerindeki Müslümanların yeni neslinin, altında Cihada katıldıkları bir bayraktır ve bizim ayırt edici işaretimiz de işte bu bayraktır.
 
İkincisi, mühür"  Bizim bir mührümüz var ve ayırt edici işaretler zımnında şu âna kadar en son varılan yer de budur. Aynı şekilde, kardeşlerimizi ve destekçilerimizi de bilvesile uyarmak isterim ki, atın önüne arabayı koymak yollu bir acelecilikle, hakiki bir Emirlik Devleti'ni hemen şimdi tesis etmede yoğunlaşmasınlar. Mücahidler bugün itibariyle ormanlık bölgeyi, dağları ve tepelerdeki köylerin bir kısmını kontrol etmektedirler, bunlar bizim toprağımız ve üssümüzdür inşallah. Kontrol henüz tam ve mutlak değildir. Çünkü kâfirler zaman zaman büyük güçler toplamakta ve topraklarımıza girmektedir. Ancak yine de bu kâfir ve mürtedler vadiyi kontrol edememektedirler. Üstelik, Mücahidler şehirlere girmekte, operasyon ve akınlar düzenlemektedir.
 
İnşallah, dengenin tam tersi olacağı ve Mücahidlerin kontrolünün Kafkaslardaki tüm alanlara yayılacağı bir zaman gelecektir. Netice, Allah iledir. Ve en önemlisi, Allah yolunda her kim savaşırsa o asla kaybetmez ve şu hayatta onu hangi netice bekliyor olursa olsun, bu hakikatin ta kendisidir.
 
S. Nashkhoyev: Ebu Osman, şu ân birçok genç adam Cihada katılıyor. Hâkim olan çoğunluk 18 ilâ 33 yaşları arasında. Mücahidlerin eski neslinden çok fazla kişi kalmadı geriye. Her iki savaşta da bulunmuş olanlar, bu iki neslin birbirinden karakter bakımından farklı olduğunu söylüyor. Bu hususta sizin görüşünüz nedir?
 
D. Umarov: Tüm savaşlar bir şekilde birbirine benzer olmasına rağmen, doğrudur, bir fark var. İki savaş arasındaki tüm farkların bir listesini sunmayacağım ancak, önemli bir farka dikkat çekmek isterim. İlk savaş kendi gelişimi bakımından cidden zordu, çünkü bizim neslimizin ilk savaşıydı o. Sâkin bir hayattan bomba şarapnellerinin ve mermilerin yağmuru altındaki bir hayata geçiş kolay değildi. Savaş, hayatın lütufları kadar zorlukları, Allah'ın bir imtihanıdır. Allah Kur'an'da, geçmiş toplulukların geçirdiği üzere, bizlerin de korku, soğuk, açlık ve mahrumiyetlerle imtihan edileceğimizi ihtar etmektedir. Bunların tümü bu veya şu şekilde birinci savaşta ve ikinci savaşın başlangıcında gerçekleşti.
 
Fakat mesele ve hadiselerin niteliği değişiyor. Geçmişte, nisbî olarak kimin hangi tarafta olduğu belliydi. Ancak şu geçtiğimiz yıllar boyunca Allah Müslümanları gerçek imtihanlardan geçirdi: acaba dostlarınıza ihanet edecek misiniz yahut sevdiklerinizin hayatını tehlikeye atabilecek misiniz! Bu öyle bir imtihandır ki, Cihad içinde çok uzun zaman yeralmış olanlar, hatta birinci ve ikinci savaşlar içinde bulunanlar, güvenilir ve asla yozlaşmaz bilinenler için bile kolayca üstesinden gelinebilir değildir. Allah'ın bu imtihanları seyrinde, bu insanlar günden güne daha da sapkınlaşmakta ve yılların mürtedlerini dahi gölgeleyecek çapta imana ve inananlara karşı suçlar işlemektedir.
 
Kanaatimce, Mücahid saflarındaki büyük arınma sürüyor, fakat en iyisini Allah bilir, biz hiçbir şey bilmiyoruz. Arınma tamamlandığında, Allah inşallah bize zafer ihsan edecektir. Biz sadece dua etmeli ve bundan emin olmalıyız.
 
S. Nashkhoyev: Politikalar üzerinde bir kez daha duralım. Anladığım kadarıyla, Mücahidler de bunu tasdik ediyor, yani politikalarımızın olanca özünün Akide'den sapmamak olduğunu teslim ediyorlar. Cihad yürüten ve sonunda bağımsızlığa ulaşan, ki birinci savaşta bizim hedefimiz de buydu, Müslümanlar arasındaki sapma ve yanılmayı hangi noktada görüyorsunuz? Örnek olarak, Bosna ve Kosova'daki Cihadı kastediyorum.
 
D. Umarov: Evet, Balkan örnekleri, bugün Cihada katılan herhangi bir Müslüman için ön uyarı vazifesi görmektedir. Onlar Sırbistan'dan bağımsızlık kazanmak için Cihad ediyorlardı ancak Amerika ve NATO'ya bağımlı oluverdiler. Kâfirlerden kâfirlere intikal için bir Cihad vermiş oldular. Allah hepimizi böyle bir yoldan muhafaza etsin.
 
Kur'an'da Tevbe Suresi'nde şöyle buyurulur:
 
"Yoksa, Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve mü'minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
 
Apaçık ve başka türlü anlaşılmaya kapalı biçimde, herhangi bir Müslümanın hemen anlayabileceği tarzda ifade edilmekte, yani Allah'tan, Resûlü'nden ve inananlardan başkasını dost edinemezsiniz, yani BM, AGİT, Avrupa Birliği ve NATO'yu Balkan Cihadında vâki olduğu üzere dost edinemezsiniz. Bu kâfir teşkilâtları Müslümanlara hayrına bir yardım temin etmek üzere değil, tam tersine diktalarına boyun eğdirmek üzere oluşturulmuştur. Ve yine Kur'an ihtar etmekte:
 
"Ey îmân edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, gerisin geriye (eski dîninize) döndürürler de, hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz."
 
Yani, böyle bir durumda her iki hayatı, buradakini de ötesini de kaybediyoruz, Allah bizi böyle bir Cihaddan muhafaza etsin.
 
S. Nashkhoyev: Görüşmemizin sonunda, Ebû Osman, Kafkaslardaki ve tüm dünyadaki Müslümanlara neler söylemek istersiniz?
 
D. Umarov: Bugünkü görüşmemizi nihayetlendirirken, tüm Müslümanlara, Kafkasyalı Müslümanlara ve dünyanın her yerindeki Müslümanlara şöyle seslenmek isterim:
 
Her şeyden önce, birlik arzu ederdim, birlik daha önce hiç olmadığı kadar önemli bugün; ve yine hürmet, kendileri için, Allah Resûlü'nün Ümmeti için, âlemlerin hürmete en ziyade lâyık Peygamberi için hürmet arzu ederdim. Olan biten hadiselerin en doğru değerlendirilişi hakikat oluyor bugün; bugün içinde bulunduğumuz kölelikten hürriyete doğru.
 
Biz, Kafkasyalı Mücahidler ve Müslümanlar, Kafkasya'nın hakiki Müslümanları, birlik içinde olmaktan dolayı Allah'a, O En Yüce Olana hamdediyoruz ki, bugün böyle bir fırsat ihsan etti bize Allah. Şu âna dek ne kadar güçsüz olursak olalım, ne kadar küçük olursak olalım, bunların tümü Allahın iradesi gereğiydi. Fakat, bugün tek aslî nokta, bizim hepimizin birleşmiş olmasıdır. Bu, sanıyorum şimdiye kadar gerçekleşmemişti ve bugün bize bunu bağışlayan yalnızca O'dur. İnşallah, O'nun bu iradesinden hepimize bereket doğacaktır. Esas olan şey, kudretin Allah'ın ellerinde olduğudur ve ne zamanki O bu kudreti bizim ellerimize koyar, işte o ân o bizim ellerimizde olacak ve bizim ellerimizle kâfirler ve mürtedler mahv-u perişan edilecektir. Esas olan şey, bugün birleşmiş olmamızdır, esas olan şey, bir diğerimizi sevmemiz ve bir diğerimiz için endişelenmemizdir.
 
Arzum, bu sayede ve bir şekilde kölelikten hürriyete kavuşmamızdır ki, bu da muhteşemdir. Niçin? Çünkü bugün Allah Resûlü'nün Ümmeti, âlemlerin hürmete en ziyâde lâyık Peygamberinin Ümmeti bugün kölelik içindedir. Öyle bir kölelik ki, bir yerlerde bir şeyler olduğunda, bir yerlerde Müslümanlar öldürüldüğünde yahut aşağılandığında bundan dolayı endişelenmiyoruz. Terörizm etiketinin zararı bize ulaşmadığı ve dokunmadığı sürece, tümünü soğukkanlılıkla karşılıyoruz. Öyle bir etikettir ki bu, onların izin verdiği biçimden başka türlü düşünen herkesin üstüne yapıştırılmaktadır.
 
Haydi böyle bir dünyadan tek bir günü gözümüzün önüne getirelim. İsrailli işgalciler tank ateşi açıp Filistin'de içlerinde dört de çocuk bulunan bir aileyi katleder, ki bu çocuklar henüz karşılarındakinin kim olduğunu, neyin olup bittiğini bile bilmemektedir ve elbette İsraillilere yahut dünyadaki herhangi bir kimseye en ufak bir zararları da dokunmamıştır. Ancak dünyanın tümü bunu soğukkanlılıkla izler ve aynı soğukkanlılıkla kabul eder. Afganistan'ın Mücahidleri, Taliban savaşçıları, hayatlarını riske atarak mürtedlerin başı Karzai'nin yönettiği bir merasimin yapıldığı stadyuma sızar ve o mürtedi ortadan kaldırmaya yönelik bir teşebbüste bulunur, tüm dünya ânında şok olur ve hemen ertesi gün kınamaya başlar. Aradaki "fark"a dikkat edin! Fark! Hangi sınırlar içine sürüklendiğimize dikkat kesilin. Bu dünya kâfirler ve Şeytan arasında paylaşılmıştır. Bizeyse, köle rolü tahsis edilmiştir, kendisine durumundan şikayet etme hakkı bile tanınmayan köle! Bu dünya paylaşılmıştır ancak bizim tarafımızdan değil, bu dünyadaki tüm ama tüm değerler altüst edilmiştir. Ve bize sızlanma müsaadesi bile tanınmamaktadır, bize sırf bu kölelikten kurtulmak için direnme hakkı da aynı şekilde tanınmamaktadır.
 
İşte bu yüzdendir ki, Müslüman kardeşlerime uyanmaları çağrısında bulunuyorum. Ki böylelikle tek hakimiyetin Allahın hakimiyeti olduğunu bilip hatırlasınlar. Öyle bir hakimiyettir ki bu, Allahın önceden takdir ettiğinin dışında dünya üzerinde hayır veya şer hiçbir şey gerçekleşemez. Budur işte hakimiyet: Bize gelen hayır veya şer ne varsa, Allah'ın iradesiyledir. Bu dünyada esas olan, Allahın rızasını arama mükellefiyeti içinde bulunmamızdır. Bu yolda olalım ki, ahirette iyi bir mevkide bulunalım, cennete kavuşalım, bu dünyadaki hayatımızdan dolayı öteki tarafta pişman olmayalım. Niçin? Çünkü, henüz fazla bir şey yapmış değiliz ve tüm bunların da hesabını vermek zorundayız. Tüm Müslümanların bunu düşünmesini isterim.
 
Vallahi, vallahi, kimbilir belki de şeytanî medya, savaşımızı, Cihadımızı, sanki bizler fanatiklermişiz gibi takdim ediyordur. Elbette hayır. Zaten, kölelikten kurtulup hür biçimde düşünebilen bir adam, Kur'an'ı okuyabilen bir adam, hemen anlayacaktır İslâm nezdinde bugün ne durumda olduğumuzu. Kur'an da bunu söyler: Biz kendimiz değiştirme iradesi gösterene dek, Allah içinde bulunduğumuz durumu asla değiştirmeyecektir. İşte bu yüzden kardeşlerim, içinde bulunduğumuz durumu değiştirmeliyiz. Bilmeliyiz ki, bizler, en çok sevilen ve kendisine en çok hayran olunan bir Peygamberin (S.A.V) Ümmetinden olan insanlarız. O hâlde kardeşlerim, hürriyetimize kavuşmalı, dinimizi tebliğ etmeli, daveti gerçekleştirmeli, İslâmı yaymalı ve kâfirlerin bize dayattığı yasalarla değil, Allah tarafından bize indirilen kanunlarla hür biçimde yaşamalıyız.
 
Bugün bizim anlayışımız nazarında din, sözlerden başka bir şey değil. Oysa Allah dinini tesis ettiğinde, o hem söz hem de ameldi, fiildi. Bugün biz fiiliyattan ayrıldık, artık fiiliyatımız yok. Tam da bu yüzden, günümüz Müslümanlarından ve Mücahidlerinden, dini hem sözler hem de ameller, fiiller hâlinde benimsemelerini diliyorum. Fiiliyat, dinin ehemmiyetli kısmıdır. Ve Allahın kelâmı, Kur'an'dadır, elhamdülillah hiç kimse değiştiremeyecektir onu. Ve inşallah, Kur'an'ı görür görmez ve okur okumaz, Allahın faziletli olabilelim diye bizden ne istediğini ve neyi taleb ettiğini hemen anlayacağız.
 
Burası, konuşmamı nihayetlendireceğim yerdir.
 
Medh-ü senâ sanadır Allahım, hamd sanadır. Lâyık olamama mahcubiyeti içinde şâhidlik ederim ki, senden başka kimsenin kendisine ibadet edilme hakkı yoktur. Allahın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
 
Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber!
 
Bu röportaj Hayreddin Soykan tarafından Press Medya için çevrilmiştir.