Dünkü başyazımız vesaire hakkında kamuoyuna duyuru

İstiaze ve Besmele’den sonra: Resmen ve alenen itiraf ediyorum, siz de zaten biliyorsunuz: Dünkü başyazıyı ben yazdım. Ne yazdığımı, niye yazdığımı, neye rağmen ve ne pahasına yazdığımı bilerek yazdım. Üzerime çektiğim hakaretlerden şikâyet edersem, mağdur ayağına yatarsam, “Ama ben… Ama ben….” diye kendimi ‘masum’ göstermeye çalışırsam hinlik etmiş olurum. Konuya damardan girdim ve tepkiler de elbette damardan gelecekti.

Savunma hakkı kutsaldır ama ben taarruzu sürdürmeyi yeğliyorum. Yalnız, bir hususta geri adım atmam gerekiyor: AK Parti Gençlik Kolları’nda vazife yapmış olan bir grup milletvekili ve parti yöneticisi, ‘Gençlik namına Berat Albayrak’ın MKYK listesine sokulmasından başka bir şey yok’ meyanındaki ifademden ötürü, “cehalet”imi vurgulayıp ‘Biz gençler de parti yönetimindeyiz’ diyerek kendilerinden özür dilemem gerektiğini ileri sürmüş. Hakk’ı bilmemek veya genel kültür sahibi olmamak anlamında değil ama belli bir konuyu bilmemek anlamında “cehalet”imi kabul ederek o arkadaşlardan özür diliyorum. Kim olduklarını, kaç yaşlarında olduklarını, bugüne kadar ne yapıp ettiklerini gerçekten bilmiyordum. Hâlâ tam olarak bilmiyorum. Bazılarının ismini bir yerde duymuşum veya okumuşum, ama gerisi kesinlikle “cehalet”. Kendilerinden tekrar özür diler, hepsine de partide bereketli mesailer dilerim.

Aslında parti ve hükümet işlerinde ‘yaş merkezli’ gençlik çok da umurumda değil. Hiç umurumda değil desem yeridir. Partiyi ve ülkemizi aşağıdan yukarıya, yakından uzağa zıplatacak derecede müspet enerji, coşku ve su katılmamış idealizm (hadi biraz su katılmış da olsun, ama iyice cıvımamış olsun) sahibi adamlar öne çıkabiliyor mu çıkamıyor mu, ben ona bakıyorum. Burada bir özür daha dilemem gerekiyor galiba. “Yazar Sadık Albayrak’ın oğlu ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı olmasından başka özelliğini bilmediğimiz Berat Albayrak” dedim, ama “dünyanın önde gelen ekonomistlerinden”miş Berat Albayrak. Öyleyse vah bana, yuh bana. “Başbakan olacak adam” da diyorlar. Bu konuda kendimi yuhlamama gerek yok, çünkü ben zaten “Berat Albayrak’ı genel başkan yapsaydınız” demişim. Genel başkan da olsun, başbakan da olsun; potansiyel makamında gözüm varsa iki gözüm önüme aksın.

Belki size şaka gibi geliyordur, ama ciddiyim. Çok sevdiğim, çok saydığım, dürüstlüğünden ve idealizminden emin olduğum, Türkiye’nin ihtiyaçlarına –gerilimi düşürme ihtiyacı dahil- uygun bir başbakan olduğunu düşündüğüm Ahmet Davutoğlu’nun genel başkanlık ve başbakanlık yolunu açan Recep Tayyip Erdoğan çok yanlış yapmıştır. O bir emir eri istiyordu ve yapabileceği en kötü tercih Ahmet Davutoğlu idi. Baştan Binali Yıldırım’ı tercih etmeli, Berat Albayrak’ı da önce ekonomi bakanı yapmalı/yaptırmalı ve 12 Eylül’deki kongrede de genel başkanlığa getirmeli/getirtmeli idi.

Erdoğan birçok konuda, çok önemli konularda çok isabetsiz kararlar verebiliyor, yanlış tavırlar sergileyebiliyor ve etrafında “Bu doğru değil efendim” diye yekten itiraz edebilecek kimse kalmadı. Bu tehlikeli bir durum. Mürşidi yok, icabında ona muhalefet edebilecek bir yol arkadaşı da yok. Allah hiçbirimizi böyle bir yalnızlığa düşürmesin. Davutoğlu iyi bir yol arkadaşı olabilirdi, ama Erdoğan’ın yol arkadaşı aramadığını, şiddetle duyması gereken o ihtiyaçtan habersiz olduğunu zannediyorum. İki senedir ‘acil başkanlık sistemi’ ve saray yahut külliye hikâyesine çıkıyor memleketin bütün siyasi mevzuları; bir kısır döngü içinde enerjimizi boş yere tüketip duruyoruz; ama gelin de Erdoğan’a anlatın bunu. Bidayette memleketin selameti uğruna ortaya konulan söylem ve eylemler zamanla başlı başına gaye haline gelmiş gibi görünüyor ve bu gayeye yeterince hizmet etmediği veya yeterince hızlı hizmet etmediği ‘tespit edilen’ herkes ve her şey Erdoğan tarafından veya Erdoğan adına acımasızca harcanıyor.

Bu böyle devam etmemeli. Başka bir gidiş mümkün değilse –ki mümkün görünmüyor- AK Parti kesinlikle çaycısından genel başkanına kadar Erdoğan’ın gönlüne yüzde yüz yatan bir AK Parti olmalı. İyice rahatlamalı Erdoğan. Rahatlarsa, bazı yanlışlarını tashih etmeye çalışan hiç kimse kalmazsa partide, ihanet saplantısından mütevellit inatlaşmaların zemini tamamen ortadan kalkarsa, belki daha serinkanlı ve isabetli hareket eder.

Davutoğluculuk mu yapıyorum? Davutoğlu bile Davutoğlucu değil ki ben olayım. Kendimce partimi ve memleketimi düşünüyorum. MKYK listesiyle ilgili çirkin tezgâhlar her yerde konuşuluyor, herke konuyu biliyor, zaten parti delegelerinin önemli bir kısmı o tezgâhlarda ‘işlenmeyi’ kabul etmiş kimseler. Benim birincil konum o değildi ama, yeni MKYK’nın ‘profilini’ eleştirirken. Asıl meselemin ne olduğunu sarih bir şekilde ifade ettiğimi zannediyorum. Tekrar: Yeni Türkiye eskiyor arkadaşlar! Yeniden üretilmesi lazım. Bunun için coşku, heyecan, devrimci azim lazım. Bu MKYK’da o yok, çünkü bu MKYK oluşturulurken öyle bir motivasyonun m’si yoktu.

Davutoğlu daha iyi bir liste mi hazırlardı? Her halde daha iyi bir liste hazırlardı, ama benim beklentime cevap verir miydi, vallahi şüpheliyim. 7 Haziran seçimleri için milletvekili aday listeleri hazırlanırken yapılan bazı korkunç hatalarda Davutoğlu’nun da payı var. Belki de sorumluluğun büyüğü ona ait. Diyarbakır’da liste başına –benim şahsen çok beğendiğim ve kongrede dışlanmasına çok üzüldüğüm- bir Bingöllüyü koymak mesela. Bingöl’de liste başına, Bingöl için, AK Parti Hareketi için, Türkiye için ifade ettiği müstesna (aslında “istisnai”) mana ve ehemmiyeti kimsenin –ama kesinlikle hiç kimsenin- anlamadığı bir hanımefendiyi yazmak mesela. Bursa’da yağmur altındayken bir delikanlının kendisine şemsiye tutmasıyla meşhur olan tekerlekli sandalye mahkumu bir hanımefendinin niye milletvekili olması lazım geldiğini de o gün bugündür anlamaya çalışıyoruz, fakat nafile (Televizyonlarda yayınlandığında hepimizi duygulandıran o yağmur sahnesinin asıl kahramanı şemsiye tutan delikanlı değil miydi yahu? Ben mi yanlış anladım?). Örnekler çoğaltılabilir, genellemelere de gidilebilir (Kürt Meselesi konusunda mesela), fakat gerek yok. Hangi örnekten tam olarak kim sorumludur; hangisi Davutoğlu’ndan, hangisi Erdoğan’dan, hangisi Mustafa Şentop veya Süleyman Soylu’dan kaynaklanmıştır, bilemiyorum. Bildiğim o ki, söz konusu listeler hazırlanırken kimsenin hesaba katmadığı bazı ‘sembol’ isimler, İslami hareket için mana ve ehemmiyet ifade eden şahsiyetler bizzat Davutoğlu tarafından ‘bulunup getirildi’ ve bu da bana bir şey söylüyor. Güzel bir şey. Yine de, dediğim gibi, Davutoğlu’nun listelerine de kefil değilim ve olmam. MKYK listesini baştan sona kadar Davutoğlu hazırlamış olsaydı ve ben aradığım dinamizmi o listede bulamamış olsaydım Davutoğlu’na da yüklenirdim.

Bazı arkadaşlarım haber salmış, “Biz de MKYK’dayız. Bize biraz haksızlık olmadı mı?” diye. Onlara cevabım: Hepiniz başım gözüm üstünesiniz ama ‘Şunlar şunlar iyidir’ demiş olsaydım asıl o zaman görürdünüz uğrayacağınız haksızlığı! Sizi koruyorum arkadaşlar, farkında değil misiniz :) ?

Ali Babacan, Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek hazır MKYK’dan çıkarılmışken onları methedebilirim ama: Seneler boyunca paranın sevk ve idaresinde bulundukları halde üzerlerine en ufak bir şaibe tozu dahî konmamış olan bu adamları, ki adam kelimesinin altını çiziyorum, müsaade ederlerse alınlarından öpmek isterim. Ekonomiden pek anlamam, belki bu işi onlardan daha iyi yapabilecek kimseler vardır ve o kimselerin önü açılmıştır, ama bu memleketin üzerine titreyen tertemiz adamlar olduklarını biliyorum ve küresel ekonomik krizlere karşı hepimizi kahramanca savundukları için onlara medyun-u şükranım. Allah razı olsun, Allah ecirlerini artırsın, Allah yollarını açık ve bereketli eylesin.

Bir ahbabım diyor ki: “Böyle şeyleri sana Davutoğlu’nun yazdırdığını söylüyorlar”. Siz de şimdi “Madem öyle, MKYK’daki arkadaşların için gösterdiğin hassasiyeti Davutoğlu için de göster, böyle yazılar yazma!” diyebilirsiniz. Bir dakika, bir dakika! Elhamdülillah Müslüman mıyız hepimiz? Elhamdülillah Müslümanız. Alemlerin Rabbi Allah’a yemin etmenin, O’nu şahit tutmanın ne demek olduğunu, ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunu hepimiz biliyor muyuz? Biliyoruz olmalıyız. Öyleyse, buyurun, yemin billah ediyorum bu yazıları bana Davutoğlu’nun veya başka birisinin yazdırmadığına. Vallahi, billahi, tallahi Davutoğlu bana hiçbir yazı yazdırmamıştır, aramızda öyle bir ilişki hiçbir zaman olmamıştır ve de yoktur. Hadi bakalım! Büyük yemin ettim; ne olacak şimdi?

Ne olacağını söyleyeyim: Doğru bildiğimi yazmaya devam edeceğim inşaallah. Beğenmeyenler de bana yüklenmeye devam edecekler. Bunda bir fevkaladeliğin olmadığını herkesin anlamasını dilerim. Biz koskoca bir hareketiz. Olacak o kadar. “Ama duymaması gerekenler de duyuyor”. Ben söylemesem de duyuyorlar. Kendi kamuoyumuz dışında herkes kendi medya vasıtalarıyla yalan yanlış katılarak bilgilendiriliyor. Ben hiç olmazsa yalan söylemiyorum ve yanlışlardan kaçınıyorum. Duyduğum, bildiğim, bizzat şahit olduğum her şeyi de yazmıyorum.

Yeri gelmişken: “Reisçilik”te bir miktar payım varsa, Erdoğan’ın şahsında Ümmet-i Muhammed’e saldıran yerli ve yabancı muarızlarımıza hatta düşmanlarımıza karşı koyarken ister istemez Erdoğan’ın şahsına yaptığım vurgulardandır ve bu kaçınılmazdı. En azından bana öyle geliyor. Geriye dönüp baktığımda “İyi yapmışım” diyorum. Bununla beraber kayıtsız şartsız “Reisçilik”ten berî olduğumu, hatta bu saatten sonra kendime hâlâ “Reisçi” demeyi münasip görmediğimi, bu arada Davutoğlucu diye bir fraksiyon tanımadığımı, kendimi Davutoğlu ile de özdeşleştirmediğimi, yarın bir gün Davutoğlu siyaseti bırakırsa benim nasipse buralarda bir yerde olmaya devam edeceğimi, zaten AK Parti’nin kuruluşunun 15 sene evvelinden beri buralarda bir yerde olduğumu, ayrıca Milli Görüşçü gelenekten gelmekle beraber yazar olarak ‘ortaya çıkışımın’ Milli Görüş medyasında gerçekleşmediğini (Milli Gazete’den çok evvel müstakil Zaman’da, hepten müstakil Çete’de ve yine müstakil Yeni Şafak’ta arz-ı endam ettiğimi) de beyan etmek isterim.

Son söz: AK Parti üyesiyim. Erdoğan figürünü İslam dünyası niçin ifade ettiği büyük kıymetten ötürü fevkalade önemsiyorum. Davutoğlu’nun başbakanlığını beğeniyorum. Bunlarla beraber, yandaşlığım hür bir yandaşlıktır ve hürriyette İslam fıkhın dan başka sınır tanımam kardeşim. Bana bedel ödetmek isteyen varsa, buyursun ödetsin. “Ne? Sapına kadar Reisçi değil misin? Öyleyse gazeteni bir daha almayız” diyen varsa, ona da ehlen ve sehlen. Marks ve Engels, işçi sınıfına “Zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok” demişti. Benim zincirim de yok. Heh he.

Hakan Albayrak / DİRİLİŞ POSTASI / 14 Eylül Pazartesi 2015

Bu yazı toplam 1357 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar