Ebubekir Sifil Hoca ile İslamî İlimler, Medeniyet ve Modernizm Üzerine 1
Ebubekir Sifil Hoca ile bu söyleşimizde İslâmî İlimler, Kavramlar, Medeniyet, Modernizm vb. hususlarda ufuk açıcı bir görüşme yaptık
Ebubekir Sifil: Öncelikle, her şeyi insan aklının ve insan inisiyatifinin belirlemesi gerektiğini söyleyen bir bakış açısı var aydınlanmadan bu yana. İnsanı merkeze alan, insan aklını merkeze alan ve değerleri insanın belirlemesi gerektiğini söyleyen bir duruş" Bu, modern zamanlara mahsus bir durum; kutsalı yok" dünyasal" insandan başka değer tanımayan bir duruş. Modern İslam düşüncesi de bu temel değerlerin üstüne İslam'ı oturtmaya çalışan bir bakış açısı. Yani modern değerleri merkeze alan, İslam'ı ve diğer dinleri, esâsen "din"i, "aşkın" dediğimiz alanın temsil ettiği, sembolize ettiği ne varsa, kutsal dediğimiz alanın içine giren ne varsa hepsini, insan aklını merkeze alarak tarif etme iddiasında olan, tanımlama iddiasında olan, sorgulama iddiasında olan bir bakış açısı. İnsanı merkeze koyunca insan her şeyi tarif eden, tanımlayan, her şeyin içini dolduran yegâne değer kaynağı haline geliyor.
Dinin temel varoluş alanları, belirleyiş alanları itibariyle mümkün olduğunca beşer inisiyatifini sınırlayan, izafîliği mümkün olduğunca indirgeyen, sıfıra doğru indirgeyen bir anlayış var. Modern İslam düşüncesi ise tam tersini yapıyor; diyor ki: Dinin her sahası, temel alanları, nassları, sabiteleri bile insan düşüncesinin ürünü olarak somuta dökülür.
Böyle bir okuma neticesinde, tarihi ve temel kaynakları bu şekilde bir okumaya tabi tuttuğumuzda karşımıza tamamen modern karakterli bir din telakkîsi çıkıyor. Buna Modern İslam düşüncesi diyoruz. Tabi bunun içerisinde ictihad faaliyeti var, teknik olarak fıkhî alana tekâbül eden ictihad faaliyeti var. Kelâm sistemi var. Bunların hepsi insan düşüncesinin, insan çabasının ürünü olarak ortaya çıkmış sistemler olduğuna göre Modern İslâm düşüncesinin temsilcileri de diyorlar ki: "Geçmişte din bir şekilde anlaşılmış, bir şekilde vurgulanmış. Bu onun mutlak doğru olduğunu göstermez. Bugün farklı şekillerde anlaşılabilir ve farklı şekillerde uygulanabilir. Bu en az geçmişteki kadar doğru olur. "Modern İslâm düşüncesini tarif et" derseniz şimdilik bunları söyleyebiliriz.
Ömer Faruk Tokat: Modern İslam düşüncesinin işleyiş tarzına bakarsak tecdid, ihya, ictihad, maslahat vb. geleneksel denilen yerleşik terminolojinin kullanıldığını görüyoruz. Burada bir kavram kargaşası mı yaşanmaktadır? Acaba ictihad, tecdid vb. kavramlara referanslarda bulunulmasını nasıl anlamak gerekiyor? Yani problem nerede başlıyor. Reformla tecdidin aynı şey olduğu şeklinde bir kaotik yaklaşım mı hâkim?
Ebubekir Sifil: Kavram kargaşası var; doğru. Bu kargaşa zaman zaman yeni kavramlar ihdâsı zaman zaman eski kavramlara yeni anlamlar yüklenmesi şeklinde tezahür ediyor. Modern İslam düşüncesinin gözde temsilcilerinin yazdıklarını okursak eğer, orada ictihâd, icmâ, sünnet gibi kavramların bolca kullanıldığını görüyoruz. Bu bizim anladığımız anlamda değil tabi. Yani onlara göre, en azından belli bir kesimine göre sünnet farklı bir şeyin ifadesidir. İctihad, icma farklı süreçlerin ifadesidir. Dolayısıyla burada bir kavram kargaşası var. Zaman zaman yeni kavramlar ihdas etmek, "yaşayan sünnet" gibi, zaman zaman icma, sünnet, tecdid" bu kavramların içini boşaltıp yeni anlamlarla doldurarak icra-i faaliyette bulunuyorlar.
Talha Hakan Alp: Hocam peki Modern İslâm düşüncesi taraftarları veya tam olarak buna kapılmamış, fakat bir şekilde tereddüt yaşayan kimseler var. Bu kimselerin bir itirazı var. Biz sık sık modern İslam düşüncesine yüklendiğimizde, bununla ilgili olumsuz konuşmalar yaptığımızda şöyle bir tepkiyle karşılaşıyoruz: İslam dünyası bu kriz döneminde, siyasi anlamda çalkantılar yaşadığı bir zamanda Batı bir taraftan güçlendi. Teknoloji ve silah sanayiinde özellikle korkunç bir gelişim gösterdi. Siyâsi anlamda nüfuz kazandı. Sömürgecilik hareketlerini başlattı. İslam dünyasını parçaladı ve nihayet onlara egemen hale geldi. Bu zaman zarfında ehl-i sünnet, o geleneksel İslam âlimleri, kadılar, müftüler, milletin önünde olan nüfuzlu kimseler Batının bu gidişatını zamanında iyi tesbit edemediler. Sahih, otantik ictihad müessesesi içinde buna bir çözüm bulamadılar. Kendilerini geliştirme adına bu tıkanıklığı, sistem tıkanıklığını aşamadılar. Sonunda ne oldu? Ortaya kaynakları inkar eden, onların otantik tanımını, yapısını reddeden, yepyeni tanımlar getiren, ictihada, icmaya vs. karşı çıkan modern İslamcı bir çevre çıktı. Modernizme bir bakıma geleneksel ehl-i sünnet ulemasının pasifliği hatta beceriksizliği yol açtı, diyorlar. Şimdi bu durum gerçek olsa bile böyle bir hareketi meşrulaştırabilir mi?
Ebubekir Sifil: Şimdi Modern İslam düşüncesinin temel meşruiyet zemini bu zaten. Başka bir meşruiyet zemini yok. Soru şu: İslam dünyası batı karşısında geri kaldı mı? "Evet" deniliyor. Sebebi ne? Bizim din ve dünya anlayışımız. İşte matbaayı zamanında kabul etmedik, falan oldu, filan oldu" Çözüm ne? Din ve dünya anlayışımızı değiştirmek.
Şimdi bizim burada gözden kaçırdığımız çok temel bir husus var. İnsanoğlu belki tabiatında mı vardır, bilmiyorum yaşadığı anı, yaşadığı çevreyi mutlaklaştırma eğilimindeki bir varlık. Yani yaşadığı ortamı, yaşadığı zamanı, yaşadığı çağı mutlaklaştırıyor. Dünya adeta o an, o çevre, o değer yargıları, o hâkim unsurlar etrafında dönmeye başlıyor.
Şimdi soru şu: "İslam dünyası, Batı dünyası karşısında geri kaldı mı?" Bu sorunun Şimdi soru şu: "İslam dünyası, Batı dünyası karşısında geri kaldı mı?" Bu sorunun genel-geçer cevabı ise "Evet!" Aslında bu soru ve bu cevap yanlış. Eğer hakikaten bir galibiyet-mağlubiyet varsa bunun tezahür ettiği alan, bunun sebebi, bizim din anlayışımız mıdır, yoksa bu, temelde siyâsî bir problem midir? Bir din algısı, din telakkisi ile izah edilmek zorunda mıdır? "İslam, mâni-i terakkî bir din midir?" sorusuna o dönemde koro halinde "hayır" denilmiş. "Bu soruyu bu adam bana niye soruyor?" sorusunu aklımıza getirmemişiz. Çünkü bunun temelinde terakkînin, ilerlemenin, yükselmenin hayatın temel anlamı olarak tayin edilişi vardır.
İnsanoğlu terakkî etmek zorunda mıdır? Kalkınmak, ilerlemek, şehirleşmek, teknoloji üretmek zorunda mıdır? Buna itiraz etmek yerine "yok" dedik.;"kalkınma doğru. Bir postülat. Buna kimse itiraz etmemeli. Ve İslam da buna karşı/engel bir din değil" dedik. Bu kolayımıza geldi belki. O zaman için duruma vaziyet etme konumunda olanlar bunu gördüler, bunu söylediler. Efgânî de bunu söyledi. Abduh da bunu söyledi. Başkaları da bunu söyledi. Yani bulunduğumuz, yaşadığımız durumu mutlaklaştırdığımız zaman, tarihin sadece bir kesitini dikkate alıp bütün dünyayı, bütün evreni, bütün zamanı, bütün mekânı bu kesit üzerinde deverân eden şeyler olarak gördüğümüz zaman temel yanlışı yapmış oluyoruz.
Ömer Faruk Tokat: Yani o dönemde böyle bir sorgulamayı yapan cins kafa hiç çıkmamış mı?
Ebubekir Sifil: Belki çıktı, ama bastırıldı. Yani şu anda bile kim çıkıp diyebilir ki "Ben ilerlemek istemiyorum, ben kalkınmak istemiyorum". Ne zaman ki bu ses Batıdan yükselmeye başlayacak, ne zamanki Batıda teknolojiyi reddeden, teknoloji üzerine kurulmuş medeniyeti, dünya görüşünü, hayat tasavvurunu reddeden bir anlayış marjinal olmaktan çıkacak ve merkeze doğru, belirlemeye doğru gelecek, o zaman biz de "Haa böyle bir şey varmış yaa. Bu teknolojik medeniyet yanlış bir şeymiş. Dünyanın mahvını getiriyormuş" diyeceğiz. Şu anda bunu diyecek cesarette kimse yok. İnsanı tutar, "deli" diye, "meczup" diye içeri atarlar. Tıpkı Sovyetler Birliği'nde "insanoğlunun ulaşabildiği, insan düşüncesinin ulaşabildiği en son nokta komünist sistemdir" kabûlüne itiraz edenleri ensülin tedavisine tâbi tuttukları gibi. "sen geri kafalısın. Bu kadar net bir hususu kavrayamıyorsun. Aklî meleken yetersiz. Senin gelişme göstermen lâzım." diyerek onu ayrı bir eğitime tâbi tutmuşlar.
Bulunduğumuz, yaşadığımız durumu mutlaklaştırdığımız zaman, tarihin sadece bir kesitini dikkate alıp bütün dünyayı, bütün evreni, bütün zamanı, bütün mekânı bu kesit üzerinde deverân eden şeyler olarak gördüğümüz zaman temel yanlışı yapmış oluyoruz.
İnsanoğlu terakkî etmek zorunda mıdır? Kalkınmak, ilerlemek, şehirleşmek, teknoloji üretmek zorunda mıdır?
İslam'daki zühd anlayışı, dünyadan uzaklaşma anlayışı, dünyayı mutlaklaştırmama anlayışı ile bunu nasıl bağdaştıracaksınız? Bağdaşmaz. Dolayısıyla bu bence daha farklı bir değerlendirme zemininde ele alınması gereken bir problemdir. Yani "biz kalkınamadık. Batı kalkındı. Batı doğrusunu yaptı, biz yanlışını yaptık." Bu doğru bir bakış açısı değil. Batının bugün katettiği mesafeyi, geldiği noktayı gelişme/kalkınma olarak tarif etmek doğruysa bu, İslami bakış açısından bu gün benim vardığım nokta budur. Tartışmaya elbette açık bu, insanoğlunun kıyâmetini getirir.
Ben olup bitenleri öykünülmesi gereken bir şey olarak değil; kıyâmetin habercisi bir şey olarak görüyorum. Benim durduğum noktadan olay böyle görünüyor. Dolayısıyla İslâm dünyası bu gidiş karşısında onlara öykünmek yerine, peşinden koşup bu trene yetişmek için enerji sarf etmek yerine, varsa enerjisi bu gidişi durdurmaya yoğunlaşmalıdır. Bu doğru bir gidiş değil. Bu, uzayı kirleten, canlıları öldüren, insanı kirleten, toplumu kirleten bir gidiş. Bu gidiş durdurulmalı. Aksi halde kıyamete doğru gidiyoruz. Mesele bundan ibâret.
Talha Hakan Alp: Hocam cevabınız içinde şöyle bir şey geçti: Tarihte de ciddi anlamda siyasî krizler yaşandı. Belki o zaman da Müslümanlar kendilerini sorgulayabilirdi. Yani bir tarafta Moğol istilası var. Merkezî İslam şehirlerine kadar gelmişler. Diğer taraftan haçlı gailesi var. Ve bu dönemde Müslümanlar ciddi bir bunalım yaşıyor. Siyasi anlamda, fiziki anlamda" Bu durum onları kendi inançlarıyla ilgili bir sorgulamaya itebilirdi ama itmedi sonuçta"
Ebubekir Sifil: İtmedi. Aksi oldu" Moğollar İslam dünyasının içinde eridi, Müslüman oldu.
Talha Hakan Alp: Acaba bu şundan mı kaynaklanıyor. O günkü İslam ulemasının tavrından, net konuşmasından, "Bu durum bizim Allah yolundan ayrılmamızdan kaynaklanıyor, birlik ve beraberliği bırakmamızdan, tefrikaya düşmemizden, dünyevîleşmemizden kaynaklanıyor" gibi bunu daha çok manevi bir takım sebeplere irca eden telkinlerinden mi kaynaklanıyor? Oysa 19. yy.da, 20. yy.da benzer bir durum yaşandığında bizde tam tersine teolojik sorgulama başladı. Bu sefer din anlayışımız, din telakkîmiz tartışılmaya başlandı. Modernizm gailesiyle karşı karşıya kalındı. Hâlbuki medrese aynı medrese, âlim aynı âlimdi. O gelenek hala devam ediyordu. Medreseler hala açıktı. O dönemde ulemâ bu mânâda işlevselliğini tam olarak ortaya koyamadı mı veyahut da bir entelektüel kesim türedi de medya aracılığıyla ulemanın sesi kısılarak başka bir alana mı çekildi Müslümanlar? Yani entelektüeller devreye girip tesbit ve teşhis açısından başka reçeteler mi sundu Müslümanlara?
Ben olup bitenleri öykünülmesi gereken bir şey olarak değil; kıyâmetin habercisi bir şey olarak görüyorum. Benim durduğum noktadan olay böyle görünüyor. Dolayısıyla İslâm dünyası bu gidiş karşısında onlara öykünmek yerine, peşinden koşup bu trene yetişmek için enerji sarf etmek yerine, varsa enerjisi bu gidişi durdurmaya yoğunlaşmalıdır. Bu doğru bir gidiş değil. Bu, uzayı kirleten, canlıları öldüren, insanı kirleten, toplumu kirleten bir gidiş. Bu gidiş durdurulmalı. Aksi halde kıyamete doğru gidiyoruz.
Oradan bakınca bunu bu şekilde anlamlandırabiliriz. Ama o ulemâ bunu niye yaptı? Mustafa Sabri Efendi niye yaptı? Bediuzzaman niye yaptı? Daha pek çok insan bunu neden yaptı? Yani şunu göremediler mi acaba? Bir siyasi rüzgâr esiyor dünyada. İslam dünyası çok ciddi meydan okumalarla karşı karşıya. Böyle bir ortamda biz İslamın halifesini hal" mi etmeliyiz, yoksa bu işin İslami değerler ve sistem içinde kalarak nasıl çözüleceği konusunda mı kafa yormalıyız? Ulema o zaman birincisini yaptı. "Bu müstebiddir" dedi. "Bu istibdad döneminin kapanması lâzım" dedi. "hürriyet" dedi. Falan dedi filan dedi ve bu noktaya geldik.
Eski ulema nasıl yapıyordu böyle durumlarda? Moğol istilası vb. kriz dönemlerinde ne yapıyorlardı? Şimdi o döneme baktığımız zaman hakikaten ilmi hayatın son derece canlı olduğu bir dönem. İşte İbn Dakîk Îdlerin, İbn Teymiyelerin, Sübkîlerin yaşadığı, çok velûd âlimlerin, büyük âlimlerin yaşadığı bir dönem. Bu dönem içerisinde Abbasi hilafeti sembolik bir değerden öte bir anlam ifade etmiyordu. Niye acaba kimse hilafet kurumunu ciddi biçimde tartışma gündemine sokmamış? Ortada fiili bir durum var, bir sürü beylik var, sultanlık var, atabeylik var. Bunların hiçbiri halifeyle organik ilişki içinde değil; göstermelik bir bağlılıkları var. Halife bir yerde idareyi ele geçiren sultanı reddetme hakkına, yetkisine, gücüne falan sahip değil. Alelusul bir mersum gönderiyor oraya, tamam halife adında orada hutbe okunmaya başlıyor. Ve bir meşruiyet kazanıyor sultan. Böyle de-facto bir durum var ortada; buna rağmen hilafet kurumunu o işleyiş biçimiyle bile ciddi biçimde tartışan hiçbir âlim göremiyoruz.
Ömer Faruk Tokat: Muhalif duruşuyla bilinen İbn Teymiye bile tartışmamış değil mi?
Ebubekir Sifil: Evet tartışmamış. Buradan bizim bir şey çıkarmamız gerekiyor. İslam'ın özellikle bu türlü kriz durumlarında, İslam'ın temel kavramları, temel kurumları vardır ve bunları tartışmak krizi çözme yolu değildir. İslam şöyle veya böyle, şu ya da bu biçimde varlığını, sahiciliğini ispat etmiş bir medeniyet kurmuş mudur? Kurmuştur. Bu dini şu veya bu biçimde temsil eden ulema yetiştirmiş midir? Yetiştirmiştir. Bunlar dünyaya/insanlığa şu ana kadar verilebilenlerin en güzelini vermiş mi? Vermiş. Bir dinin temel kurumlarıyla, kavramlarıyla niye oynarsınız? Temel kodlarıyla niye oynarsınız? Şûrâya dayalı olmayan bir hilafeti, Osmanlı hilâfetini o dönemde tartışma/çatışma gündemine sokmak aslında İslam dünyasının, İslâm âlimlerinin bunu yapanlar için söylüyorum en temel yanlışı olmuştur. Ve bize neye mal olduğunu biliyoruz ve halen yaşıyoruz.
Talha Hakan alp: Yani bir tefekkür krizinden mi söz ediyorsunuz? Medresede bu manada bir tefekkür sıkıntısı çekildiği söylenebilir mi?
Ebubekir Sifil: Söylenebilir. " algı, değerlendirme, tefekkür, okuma ne derseniz deyin". Burada tefekkürü olayları değerlendirme anlamında kullanıyoruz. Genel tefekkürü kastediyoruz. İslam'ın mahiyeti karakteri hakkında fikir üreten ve İslam'ı bu üretilen fikirlere indirgeyen faaliyet anlamında tefekkür değil; olayları okuma, değerlendirme manasında tefekkürü kastediyoruz.
Ömer Faruk Tokat: Hocam sırası gelmişken bu düşünce ve tefekkür kavramlarına da değinirseniz yani "İslam düşüncesi", "tefekkür", "mütefekkir" gibi kavramlara itirazınız olduğunu biliyoruz. Kavramlar konusunda çok hassas olduğunuz biliniyor. İslam düşünürü, İslam düşüncesi, mütefekkir gibi kavramlara neden ihtiyatla yaklaşmalıyız?
Ebubekir Sifil: Öncelikle bu ifadelerin bizde bir karşılığı yok. Yani "İslam düşünürü kimdir?" şeklinde bir soru sorsak bizim tarihi tecrübemizde bunun karşılığı kimdir? İslam düşünürü? Belki İslam filozoflarıdır. Ama İslam filozoflarının bizim tarihi tecrübemize kattığı ne var? Bizim ortaya koyduğumuz medeniyet modelinde İslâm filozoflarının hangi seviyede ne türlü katkısı var? Bunun bizde motamot bir karşılığı yok" bize ait bir dünyanın ürettiği bir kavram değil. Bize yabancı bir dünyanın ürettiği bir kavram. Yani beşer düşüncesinin mahsûlü olmayı çağrıştırıyor.
Sömürme dediğimiz şeyin içinde tabiatı sömürme de var, çevreyi sömürme de var. Bunun tahribatı var. Çevreyi tahrip etmeyen bir teknolojik gelişme modeli düşünebiliyor musunuz? Hayır" Bunun tek bir cevabı var: Hayır. Küresel çapta hastalığı da, ilacını da aynı merkezin ürettiği bir mekanizma düşünün. Küresel çapta bu mekanizmanın hâkimiyeti söz konusu olmadan küresellik yaşanabilir mi? Adam bir taraftan hastalık üreten bir virüs üretiyor, öbür taraftan ona bir ilaç üretiyor. O ilacın yan etkilerine karşı başka bir ilaç üretiyor. Ama hepsini kendisi üretiyor.
Ömer Faruk Tokat: İslâm düşüncesi ve düşünürü, İslam filozofu ve felsefesinden daha masum değil midir? Yani düşünce dediğimiz şeyin tefekkür, tedebbür, taakkul ve teemmül gibi kendisine zemin olabilecek bir takım kavramlar da varken İslam felsefesi ve İslam felsefecisi/filozofu gibi ifadelerden daha masum değil midir?
Ebubekir Sifil: Değil. Neden değil? Çünkü İslâm düşüncesi kavramını zihinlere yerleştirdiğiniz zaman belki farkında olarak belki olmayarak İslâm'ı Hıristiyanlık seviyesine indirgemiş oluyorsunuz" Bunu kısmen Yahûdilik için de söyleyebiliriz. Yani Hz. İsâ (a.s.) tebliğine başladığı zaman belli başlı üç tane Yahudi mezhebi vardı. Bunlardan birisi, Ortodoks Yahudiliği, ana gövdeyi temsil eden Ferisilerdi. Birisi onlarla itikadî bakımdan çok temel problemleri olan Sadukîlerdi. Birisi de tevhidi, diğerlerine göre daha iyi muhafaza etmiş Esensîler idi. Şimdi Sadukîler dediğimiz kesim bir Yahudi mezhebi ve âhirete inanmıyorlar" Meleklere inanmıyorlar.
Ferisîlerin Yahûdîlik ile ilişkisine baktığımızda ortaya daha enteresan bir şey çıkıyor. Ferisîlerin kutsal kitap anlayışı iki temel kategoriden oluşuyor: Birisine Yazılı Tevrat diyorlar. Diğerine Sözlü Tevrat diyorlar. Yazılı Tevrat dedikleri, işte bu Ahd-i Atîk'in ilk beş kitabı. Sözlü Tevrat dedikleri de bu beş kitap merkezinde oluşmuş yorumların vücut verdiği külliyat. Bunun içinde Mişna var, Gemara var ve nihayet Talmud var. Bir Ortodoks Yahudi için bu Sözlü Tevrat"ın oluşturduğu suru/duvarı aşıp Yazılı Tevrat"a ulaşmak hem mümkün değil, hem de câiz değildir. Bir Yahudi"nin, sıradan bir yahudinin Yahudilikle ilişkisini temelde Talmud belirler. Ya da Mişna, Gemara, Talmud dediğimiz bu sözlü yorumlar belirler. Bu sözlü yorumda Yazılı Tevrat'a aykırı bir şey bulsa bile bir Yahudi, Yazılı Tevrat'takini bırakır, yorumdakini esas alır. Bu bir ilkedir. Burada da "düşünce"den bahsedebiliriz. İnsan düşüncesinden, yahudinin düşüncesinden bahsedebiliriz. Çünkü bu yorumlar yüzyıllar içerisinde oluşmuş, hahamlar tarafından, Yahudi teologlar tarafından oluşturulmuş birikimin bir muhassalasıdır. Yani burada bir imal-i fikir var. Bizatihi Kutsal Kitap hakkında, Ahd-i Atik hakkında.
Kur"ân-ı Kerim için böyle bir şey var mıdır? Bizim şimdi Kurân anlayışımıza bakın. Bizim Kuran"la ilişkimizi tayin ederken Usûl-i Tefsir'de ne diyoruz? İlk elde Kurân"ı Kurân"a tefsir ettirmeye bakarız. Aradığımız şeyi burada bulamazsak Sünnet'in Kurân"ı tefsir ediş tarzına bakarız. Orda da bulamazsak Sahabe'nin uygulamasına ve anlayışına bakarız. Bu ne demek? Yani Kur"an"ın anlaşılmasında beşer inisiyatifi, İnsan düşüncesi ürünü mahsûlâtı asgariye indirmek demek. Bu aynı zamanda izafiliği ortadan kaldırıyor. Bunun gibi daha pek çok pratik dini ve düşünsel sonuçları var.
Osmanlı'da yaşanan meşrutiyet sürecine bir göz atacak olursak, bu süreç içerisinde meşrutiyete arka çıkmayan, meşrutiyet diye içimize ithal edilen fikirleri eleştiren, sorgulayan âlim sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.
Talha Hakan Alp: Hocam cevabınız içinde Yahudi geleneğinde yazılı Tevrat, sözlü Tevrat anlayışından bahsettiniz. Bu bağlamda bir Yahudi'nin yazılı Tevrat'a doğrudan ulaşmasının mümkün olmadığını söylediniz. Arada bir sur gibi, bir duvar gibi sözlü Tevrat var. Hatta dediniz ki sözlü Tevrat"taki yorumlar yazılı Tevrat"a muhalif bile olsa sonuçta sözlü Tevrat yani yorumlar esas alınır. Şimdi hocam bu manada gelenek içerisinde, yani Müslümanlarda "Yahudileşme temayülü" olduğunu ileri sürenler de böyle bir ithamda bulunuyor. Sizin söyledikleriniz bana bunu hatırlattı. "Yahudileşme temayülünü" buradan mı tespit ettiler bilmiyorum ama benim başka bir hususu hatırlamama vesile oldunuz: Bazı usûl kitaplarında mezhebe muhâlif hadis varid olduğunda mezhebin esas alınacağına dair ifadeler var. Mesela Ebu"l-Hasan el-Kerhî"nin meşhur usûl risâlesinde "mezhebimize muhalif olan hadis mutlaka ya mensuhtur, ya müevveldir" şeklinde bir kaide yer alıyor. Bunun gibi biz, insanları yalnız meal okumaktan sakındırıyoruz. Hadis metinleri için bile biraz mesafeli duruyoruz. Onun yerine insanlara fıkıh kitaplarını, ilmihalleri okumayı tavsiye ediyoruz. Ennihâye belli bir kısmını istisna edersek, genelde ilmihallerde veya fıkıh kitaplarında yeralan o malumat, müktesebât da sonuçta yorumdur. Yani bizde de "sözlü İslam" veya "sözlü Kuran" şeklinde bir kurumdan bahsedilebilir mi? Bu manada Müslümanlarla Yahudiler arasında böyle bir paralellik kurmak hakkaniyete uygun mudur?
Ebubekir Sifil: Değildir. Çok önemli bir hususa değindin. Bunun için özellikle teşekkür etmek gerekiyor.
Öncelikle Müslüman'ın Kuran ve sünnetle ilişkisini teorik olarak sınırlandıran ya da imkânsız kılan hiçbir şey yoktur. Bir Müslüman ehliyeti ve liyakati kesbettiği zaman Kuran"ı ve sünneti doğrudan okur, yorumlar, hüküm çıkarır ve gereğini yapar. İlke olarak bunu İslam'da engelleyen bir şey yoktur.
İki: Kur'an ve Sünnet'in doğru anlaşılması bir hedefse, bu hedefe ulaşmak için bazı olmazsa olmazlar lazım. Bunların başında sistemli bir bakış açısı gelir. Yani siz her önünüze gelen Kur'an ayetiyle ya da her önünüze gelen hadisle amel edemezsiniz. Bunun pratik bir karşılığı yok. Pratik olarak bu mümkün değil. O halde amele medâr olan nassları tespit etmek bir sistem gerektirir. Nassların hangisiyle, nerde, ne ölçüde, amel edeceğiz, bu bir sistem işi. Fıkhî mezhepler buradan doğmuştur. Birbiriyle ilişkili olan Kuran âyetleri ve birbiriyle ilişkili olan Sünnet nassları söz konusu olduğunda bu ilişki birkaç şekilde tezahür eder. Bu nasslar birbirini açıklayabilir. Bu nasslardan biri diğerinin kapsam alanını daraltabilir. Biri diğerinin hükmünü genişletebilir. Sünnet Kur"an'ı beyan eder. Sünnet Kur"an'ı birden fazla şekilde beyan fonksiyonunu icra edebilir. Bunları tutarlı, bütüncül bir şekilde sistematize edip ilkelere bağlamak gerekir. Fıkhî mezhep buradan doğmuştur.
İmâm Kerhî"nin sözüne buradan gelecek olursak "mezhebimizin görüşlerine, ictihatlarına uymayan her âyet ve hadis ya mensuhtur, ya müevveldir." Bu bir realitenin ifadesidir. Yani imam Ebu"l-Hasan el-Kerhî şunu demiyor: "Esas olan bizim mezhebimizin söyledikleridir. Ayet veya hadis buna uymak zorundadır." Bunu demiyor. Diyor ki: "Ben Kur"ân ve Sünnet'i anlamak için ortaya bir sistem koydum. Hanefî mezhebi olarak bir sistem koydum. Burada ben eğer keyfî olarak herhangi bir nassı kendi keyfime arzuma, hevama tâbi tuttuysam buyurun tartışalım. Böyle bir iddia vârid midir? Vâritse buyurun tartışalım değerlendirelim. Ben Kur"ân ve Sünnet'le amel etmek için ortaya bir sistem koydum. Bu sistem doğrultusunda, her mezhebin yaptığı gibi nasslardan bir kısmıyla amel ettim, bir kısmını tevil ettim.
Herhangi bir mezhep gösterebilir misiniz bana, fıkhî konulardaki bütün ahkâm hadisleriyle amel etmiştir? Gösteremezsiniz. Bu Şâfiî mezhebinde de yok. Mâlikî mezhebinde de yok, Şia"da da yok. Hanefî'de de yok. Hanbelî"de de yok. Hiçbir mezhepte yok. Yani işin tabiatı gereği mezhep âlimi, mezhep kuran, sistem kuran âlim, bir konudaki hadislerin tamamıyla amel edemez. Niye? Çünkü muhtelifu"l-hadis diye bir realite var. Eğer hadisler arasında bir ihtilaf varsa bu ihtilafı çözüm için üretilen sistemler var demektir. Hadisler arasındaki ihtilafı bir vakıa olarak gördüğümüz andan itibaren birkaç şekilde davranmak zorundasınız:
Bir: Birbiriyle zâhiren çatışma halinde olan âyet veya ağırlıklı olarak hadisler konusunda ya "biri nâsihtir diğeri mensûhtur" diyeceksiniz, bu müşkili çözmek için "biri nâsihtir, öbürü mensuhtur" diyeceksiniz, "biri "âmmdır, öbürü hâstır" diyeceksiniz, veya birini esas alıp diğerini tevil edeceksiniz. Bunu her mezhep yapmış. İmâm Ebu'l-Hasan el-Kerhî'nin mezkur sözü de bu durumun dile dökülmesinden ibarettir. Yani ben eğer nassları okuma biçimimi belirleyen, sağlayan bu sistemi esas kabul etmezsem zaten ortada bir mezhebim yok demektir. Benim Kur"ân ve Sünnet'e ilişkin kendime mahsus bir okuma tarzım yok demektir. Kendime mahsus okuma tarzım varsa eğer, ben Kur"ân'ı da Sünneti de bu sistem doğrultusunda anlıyorum demektir. Her sistem gibi bu sistem de nasslardan bir kısmıyla doğrudan amel ediyor; bununla çatışma, teâruz halinde olan nasslarla ilgili de makul bir yorum getiriyor, tevil getiriyor. Mesele bundan ibaret.
Talha Hakan Alp: Yani temelde Yahudilik ve İslam arasındaki önemli bir farktan kaynaklanan bir durum söz konusu. Belki de bu adamlar İslam'la Yahudilik arasındaki bu temel farkı gözden kaçırıyorlar.
Ebubekir Sifil: Yani burada bir sathîlik var" Bir sathîlik göze çarpıyor. İslam'la Yahudilik arasında birileri böyle bir ilişki kurduysa, aceleci davrandılar, yüzeysel davrandılar. Ebu'l-Hasan el-Kerhî gibi bir âlim neden böyle bir şey söyledi? Bu küfürdür arkadaşlar! Yani buna makul bir izah getiremezseniz bu küfür olur. İnsanın hevâ ve hevesini Kur"ân ve Sünnete hâkim kılabileceğini ileri sürmek olur aksi halde. Bir mezhebin temel köşe taşı ilim adamlarından çıkacak böyle bir ilhad böyle bir hâşâ ve kellâ küfür işleyecek ve mezhep ulemâsı bunu alkışlayacak? Böyle bir şey olabilir mi?
Aliyyu'l-Kârî merhumun sözü geliyor aklıma; Mişkât'da geçen tecdidle ilgili hadîsi açıklarken, ilim ve ilim adamı meselesine değiniyor. Orada diyor ki ben bunu önemli bulduğum için çok sık tekrar ederim: "Bu gün günümüzde bazı insanlara ilim adamı denmesi, bu onların ilim adamı seviyesine çıkmalarından değil; ilmin bunların seviyesine indiğindendir." Bu çok temel bir tespit. Bunu alın bugüne uygulayın; çok daha dehşetli bir manzara çıkar ortaya.
Talha Hakan Alp: Med-cezir yaşandı ve suyun seviyesi düştü yani"
Ebubekir Sifil: Kesinlikle öyle. Derinlik azaldı.
Talha Hakan Alp: Hocam dolayısıyla "Yahudileşme temâyülü" söylemi kendi içinde de bir tutarlılık ve ciddiyet testinden geçmesi gerekiyor.
Bir insan kullandığı üslubun hesabını kendi içinde veremiyorsa onu kullanmamalıdır. "Yahudileşme temâyülü" çok, köşeli bir şeydir. Bu ümmet hakkında dile getirilmiş temel iddialardan birisidir. Çok ciddi bir şeydir yani. Biz bunu ümmetin temel istikametinde sapmalara yol açan eğilimler hakkında kullanırız. "لتتبعن سنن الذين من قبلكم" bunun bağlamı budur.
Yani şimdi ilim adamı yokluğu, kaht-ı ricâl dedik ya az önce, ilim adamı yetersizliği, yokluğu, kaht-ı ricâl, ne derseniz deyin, bu ümmetin en temel meselesidir. Bu açık kapatılmadıkça bu ümmet daha pek çok badirelerden geçecektir. Pek çok defa sağa sola yalpalayacaktır. Temel istikametinde, temel gidişatında sapmalar olacaktır. Bu gediğin, bu açığın doldurulması lazım.
Ankara"da bir sohbette, bir ara söz İmâm-ı Muhammed"e geldi" O, işte" geceleri uyumadığı, yatmadığı vb. meselelerden bahsederken dedim ki: İmâm Muhammed (rahimehullâh) aile fertlerine bir vekilharç tayin etmiş "herhangi bir probleminiz olursa bana gelmeyin. Gidin onunla çözün, beni rahatsız etmeyin" demiş. "Arkadaşlar İmâm Muhammed"in aile hayatı yokmuş" dedim. Ben bunu söyler söylemez oradan birisi kalktı "ya hocam biraz abartmıyor musun?" dedi. "Yani böyle bir şey olsa bile İmâm Muhammed"in aile hayatının olmaması bugün ümmete bir örnek olarak sunulacak bir şey midir? Bu çok temel bir yanlıştır. Böyle bir şey varsa tabi, temel bir yanlıştır. Bir insanın ailesini, çoluk çocuğunun falan kendi üstünde bir hakkı yok mudur? Aile hayatı dediğimiz şeyin hiç ehemmiyeti yok mudur? İslam'ın temeli, aile kurumu değil midir?" Dedim ki sen bir devletin nasıl yönetildiğini biliyor musun? Sen zannediyor musun devlet yöneten insanların aile hayatı var? Yok" Git bugün başbakana, onu bırak herhangi bir bakana, onu bırak herhangi bir bürokrata adamın aile hayatı yok. Gecesi yok. Gündüzü yok. Tatili yok. Bayramı yok, seyranı yok. Bir devlet yönetmek için, oturmuş yürümekte olan bir mekanizmanın yürümesini devam ettirmek için bir adamın katlandığı şey bu. Biz burada toplumun temel dinamiği olan bir adamın hayatından bahsediyoruz. Sen zannediyor musun ki medeniyet dediğimiz şey öyle kolay kuruluyor? Üç beş kişi bir araya geliyor, evcilik oynar gibi kuruyorlar. Böyle olmuyor. İmâm Muhammed"in o gayreti olmasaydı Hanefî Mezhebi bin küsür yıllık devasa yürüyüşüyle bugün elimize sahih kaynaklar vasıtasıyla gelemezdi. Yani mesele bizim bugün hayatı gördüğümüzden, okuduğumuzdan çok farklı.
Bunu böyle anlamazsak, İmâm Ebû Hanîfe 40 sene yatsı abdestiyle sabah namazı kılmış dediğinizde "ya bu adam hiç ishal olmamış mı, hiç abdesti bozulmamış mı?" sorusuyla karşılar bunu. Bu seviyede anlaşılmazsa böyle tepki verilir işte. Öyle diyor adam: "Ya hiç mi abdesti bozulmamış bu zatın? Bu kadar abartmayın bunu ya" diyor.
Yani meseleyi bizim algı seviyemizde bir problem var. İşte Abdülfettâh Ebû Gudde merhum, yazdı: el-"Ulemâu'l-"Uzzâb" Bekar âlimler" ilmi evliliğe tercih etmiş bekâr âlimler. Bedîuzzaman da var aralarında. Her birinin hayatında ayrı ayrı ibret tabloları, dehşet tabloları var. Kolay olmuyor hakikaten bu işler. Biz bugün her şeyi kendi bulunduğumuz seviyeye göre, boyutlara göre, ölçme-değerlendirme âletlerinin cirmine göre ölçüyoruz ama yanılıyoruz işte. Evren bizim yaşadığımız dünyadan ibaret değil.
Ömer Faruk Tokat: Züht ve takva merkezli, böyle idealize edilen bir din anlayışımız ve böyle şekillenmiş bir hayatımızın olması gerekiyor. Yani bizim için kaynakların idealize ettiği böyle bir hayat var. Diğer taraftan İslam medeniyeti olarak ifade edilen, İslâm ümmetinin dünya nimetlerinden olabildiğince istifade ettiği dönemler olmuş İslam tarihinde. Bu bir çelişki mi?
Ayrıca, "gelişme", "terakki", "ilerleme" gibi kavramların bizimle çok da ilgisi olmadığını söylüyorsunuz. Ancak müslümana biçilen dünyayı imar etme gibi bir misyon var. Bunu nasıl anlamalıyız?
Ebubekir Sifil: Şimdi bizim Müslüman olarak dünya tanımımız, dünya telakkimiz çok özet ve kabaca şöyle: Dünya bize ait değil, ilelebet değil. Bize bir emanet; biz bu dünyada emanet bir hayat yaşıyoruz, vademiz dolduğunda çekip gideceğiz. Bu dünyayla bizim alakamız bir imtihan esprisi içerisinde izah ediliyor. Esas kalıcı sahici hayatımızı belirleyecek olan bir geçici dönem buradayız. Fakat burada bulunmamızın başkaca boyutları da var. Nedir o? Gene imtihan esprisi çerçevesinde çevremizle, etrafımızla, hemcinslerimizle, diğer varlıklarla münasebet içinde olacağız burada var olduğumuz sürece. Bu münasebet nasıl olacak? Geçici bir hayat yaşıyoruz burada; evet ama bu geçici hayat bize, hayattan kopmayı telkin etmiyor; hayatın içinde yaşıyor olacağız. "Züht" derken işte mağaralara çekilip orada yaşamayacağız mesela. Toplumsal hayat yaşayacağız. Zühdün temel esprisini, "dünyaya kendini kaptırmamak" olarak tarif etmemiz gerekiyor. Dünyaya bağlanmamak, dünyaya bel bağlamamak, dünyaya kendini, dünyaya elini eteğini kaptırmamak"
Böyle bakıldığında mesela Tebük seferinde bir rivayete göre on bin tane askeri baştan ayağa teçhiz eden Hazret-i Osman büyük bir zahit idi. Aynı zamanda büyük bir zengindi. Her bir askere bir dinar vermişti o zaman. On bin dinar eder. Ayrıca aklımda rakamlar yanlış kalmadıysa yedi yüz tane deve bilmem kaç yüz tane at. Bir orduyu teçhiz edecek şeyler bunlar. Hazreti Osman zahit değil miydi? Zahitti. Aynı şeyi başka zengin sahâbîlerde de görüyoruz. Onların dünyayla ilişkileri züht kavramına uzak mıydı? Değildi. Sadece, onlar elde ettiği bu maddi varlığı, zenginliği, zühtlerini artıracak şekilde kullanıyorlardı. Müslümanlıklarını toplumsal boyutta yaşanacak bir zeminde yaymak için kullanıyorlardı. Hadise bu.
İslam medeniyeti dediğimiz şey bizi, zühde yüklediğimiz bu temel espriden koparmaz. Aksine buna hizmet eder bir mahiyeti vardır. Mesela İslam medeniyetinin temel özelliklerinden birisi vakıf medeniyeti olmasıdır. Vakfın ruhunda züht vardır. Bir insan kendine ait bir malı, geliri yoksullara karşılıksız harcanmak üzere bir yere bağlıyor. İşte bu zühttür. Hiçbir karşılık beklemiyorsunuz.
Yaşadığınız çevreyi Müslümanlaştırarak yaşamak" Yaşadığınız çevreyi her köşesinden, her taşından tevhidin, İslâm'ın, İslam'ın yeryüzüne getirdiği ahengin fışkırdığı bir somut mahiyete, ete kemiğe bürümek. Medeniyet bu. Yani İslam nazarında medeniyetin özü nedir dediğinizde böyle tarif edilmelidir bana göre. İslam'ın insanlığa getirdiği adaleti somuta dökecek" Bir yerde bir cami yapıyorsunuz, yanına sadaka taşı yapıyorsunuz, işte bu" O camiye öyle bir estetik, öyle bir siluet veriyorsunuz ki, dışardan baktığınızda, o cami silueti sizi göğe doğru çekiyor" Allah'a götürüyor.