Ahmed Kalkan
Evlât Katili Bir Babanın İtirafları IV
Televizyon ilk öğretmenindi. Sen büyüdükçe öğretmenlerinin dereceleri de büyüyordu. Tv. Kanallarının öğretemediklerini de öğretsin diye video, sonra video CD player adlı özel ders veren öğretmeni eve getirdim; seni iyice eğitsinler, benim yerime yetiştirsinler diye. Sonra bilgisayar ve cep telefonu; onların içindeki internet denilen canavar. Bunlar öğretmen maskesi takmış, özel dersler veriyordu: Özel filmlerle ev bir sinemaya, özel cliplerle gazinoya benziyordu. Hatta dilim varmıyor, başka yerlere bile benziyordu. Hayat, bir filmden, bir oyundan, müzikten ve futboldan ibâretti çocukların gözünde. Böylece hem vakitlerini, hem kendi inanç ve ahlâklarını bu yabancı markalı silâhlarla öldürüyorlar, bir anlamda intihar ediyorlardı çocuklar. Baba olarak ben kahveden çıkmazsam, çocuklarım da tabii bana, benim modern tarzıma benzeyeceklerdi.
Öyle bir ortamda, öyle bir çevrede büyüttüm yavrum seni ki, o yerlerde haramlar şiirleşmiş, günahlar süslenmişti. Buradaki yollarda trafik işaretleri “geri dönülmez (tevbe edilmez), yasaktır”, “tek yönlü yol” gibi işaretlerdi. Ama “tehlike!” ve “kaygan yol!” tabelalarına, hele “çıkmaz yol!” işaretine aldıran, hatta onları gören de yoktu. Mecbûrî istikamet okları hep şirk ve isyanı gösteriyordu. Hırçın dalgaları olan canavar bir denize, yüzmeyi öğretmeden, can simidi takmadan ben bıraktım seni! Nasıl tahammül edecektin buna? Boğulunca seni suçlamaya başladım. Ama yeni yeni anladım: Esas suçlu sen değil; bendim, ben!
Uykusuz geceler geçiriyorum hep, Allah’a isyankâr birinin babasıyım diye. Artık dünyanın hiçbir zevki önemli değil, İslâmî örtüden nefret eden bir kızın babasıyım çünkü. Diyebilirsiniz ki; “Hz. Nuh’un ve bazı başka peygamber ve kâmil mü’minlerin de çocuğu iman sahibi, ahlâklı kişiler değildi!” Ben de derim ki: Onlar mes’ul değiller; çünkü terbiye ve tebliğ görevlerini tümüyle yaptılar. Ondan sonrası, yani hidâyeti vermek Allah’a âitti. Mesele, çocukların şöyle veya böyle olmalarından daha çok; benim, vazifemi, bu konudaki dinimin tüm emirlerini yapıp yapmadığım idi. Ve ben görevimi hemen hiç denilecek kadar yapmamıştım. Suçluydum ben, suçluyum ben; Affet beni Allah’ım!
Ah! Şimdiki aklım ve imanım olsaydı... Ah bir olsaydı, çocuklarımı nasıl yetiştireceğimi bilirdim. (Bilirdim ama; çevre, sosyal ve siyasal yapı, kapitalist ilkelere uyan çalışma şartları, eğitim... düzelmeden kendine bile sahip olamıyorsun ki çocuğuna sahip olasın. Çöplükte belki, ama, gübrelikte gül yetiştirmek mümkün mü? O yüzden gübreliği temizlemeye, gül devrini oluşturmaya çalışırdım bir yandan. Sivrisinekle mücâdelenin kesin yolu, bataklığın kurutulmasıydı çünkü.) Gerekirse hicret ederdim sırf bu yüzden; hiç olmazsa olumsuz çevreden, sürüden ayrılırdım. Ben hayvan değilim ki... Ne işim var sürüde? Uydum kalabalığa demezdim o zaman. İnsanların çoğuna uyarsa, Peygamberimiz’i bile çoğunluğun saptıracağını söylüyor Kur’an En’âm sûresi 116. âyette. Kalabalıkların yaptıklarını değil; yapılması gerekeni, yani Rabbımın yap dediklerini yapardım o zaman. Teslim etmezdim kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığımı. Sahip çıkardım İlâhî emânete, birinci işim o olurdu, her şeyden önce gelirdi onları müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi verirdim; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacımız bulunduğunu... öğretir ve sevdirirdim ona. Allah ve Peygamber sevgisini, Kur’an ve ibâdet şuurunu verince, bu konuyla ilgili aradan engelleri kaldırınca, evet o zaman zorlayan olsa da sevemezdi Allah ve Rasûl'ün sevmediklerini; benzemek istemezdi dinsizlere, donsuzlara. Nefret ederdi o zaman küfür ve kâfirin her çeşidinden. Ya kendim İslâm’ı iyice öğrenip öğretirdim çocuğuma (ki en güzeli buydu), ya da aldığım aylığın yarısını, hatta daha fazlasını seve seve gerekirse verirdim uzmanına, özel hocalar tutardım. Evet, şimdiki aklım olsa mutlaka bunları yapardım.
Aslında, zamanımızda ilim konusunda müslümanın işi çok kolaydı: Her konuda çeşit çeşit güzel kitaplar yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır lokma haline getirilip kitap diye, dergi diye, CD diye sunuluyordu. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi konusunda da onlarca kitap vardı; alır okurdum birini, nasıl terbiyeyi emrediyordu İslâm, öğrenir, tatbik etmeye çalışırdım.
Uğraşır mıydım bu kadar onların sadece dünyada çokça rahat etmeleri, çokça karınlarını doyurmaları için? “Daha çok para kazanıp onlara bırakayım da, benden sonra daha çok haramları daha kolayca işlesinler” diyebilir miydim? Bırakacağım mirasla (eğer dinlerini, yaşayışlarını kuvvetlendirmemişsem) onların, kolaylıkla bir sürü günah işlemelerine fırsatı böylece ben vermiş olmaz mıydım? Şimdiki aklım olsaydı böyle düşünürdüm tabii. Beşinci büyük halîfe kabul edilen zâtın hayatını öğrendim yeni yeni. Öyle diyordu Ömer bin Abdülaziz ölüm döşeğinde, “her şeyini infak ettin; iyi de, çocuklarına bir şey bırakmadın. Onları hiç düşünmedin mi?” diyen yakınlarına: “Onlar müslüman iseler ne âlâ! Onlara Allah’ı bırakıyorum sadece; yetmez mi? Onları müslüman olarak yetiştirmişim; Allah da, onlar da bunu kâfi görür. Yok, onlar kâfir iseler, ben onları müslüman olarak yetiştiremediysem, onlardan bana ne? Ne yiyecekler, ne edecekler, bana ne o gâvurlardan? İster benim evlâdım olsun, ister yabancı, kâfirlere mal bırakıp daha mı azdıracaktım? Benim bıraktığımla işledikleri haramdan ben mi sorumlu olacaktım? Bunu mu isterdiniz?” Evet, böyle diyordu o zât. Ben de onu örnek alır, ben de öyle derdim. Çünkü öğrendim ki Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” diyordu. Ben de onlara dünyalık bırakacağım diye çokça rezillik çekip çokça yorulmaz, hem de esas olarak, âhiret azığı olacak terbiyeyi verirdim olanca gücümle. Hem onları, hem kendimi kurtarırdım böylece. Ne bırakmıştı o merhamet peygamberi kendi çocuklarına; onu düşünürdüm. O ne yaptıysa güzel yapmıştır derdim. Nerelerde yetiştirdi, kimlerin eline teslim etti sahâbeler çocuklarını, inceler, o yıldızlardan ışık alırdım.
Yaşatamıyorsam müslümanca çoluk-çocuğumu, giderdim daha müslümanca yaşayabileceğimiz bir yere; Göçerdik âilece. Değmez miydi bunca çile Allah’ın güzel bir emâneti olan bebelere? Ve duâ ederdim çocuklarım için devamlı; onların ıslâhı, ihlâsı... için. Bir hadis-i şerifte: “Ana-babanın çocuklarına duâsı, Peygamberlerin ümmetine duâsı gibidir (Geri çevrilmez, kabul olunur).” buyuruluyor. Maddî tedbirlerimi alır, terbiyesi için son imkânıma kadar uğraşır, gerisini Allah’a bırakır, O’ndan yardım beklerdim. Bilirdim ki ben O’nun için bir adım atsam, O bana doğru koşarak gelecek, kapılarını açacaktır.
Bugünkü ölümden beter hayatın zilletine katlanıp kâfirlere benzer şekilde, hayvan gibi yaşayıp ölümden sonraki azâba hazırlanacağıma, ölümsüzleşirdim böylece. Öldükten sonra yaşamak, ecir almaya devam etmek mümkündü; canlı cenâze olmanın mümkün olduğu gibi. Amel defteri kapanmayan müslümanlardan biri, hadis-i şerife göre, “arkasından duâ edecek hayırlı bir evlât yetiştiren” olacaktı. Ben öldükten sonra bile sevâbım artmaya devam edecekti. Sevaplarla yaşayacaktım çocuğum yaşadıkça...
Ve... olmadı bütün bunlar. Affet beni Allah’ım!
Hayâl-meyâl seni gördüm yavrum az önce bir sis perdesi arkasında, bulutların arasında. Benim sapladığım modern bıçakla kanlanan kefen içinde. Ayaklarına kapanmak istedim yavrum senin: “Affet beni!” diye. Sen, hem benden korkarak kaçıyor, hem “dosdoğru inan ve inandığın gibi yaşa!” diyordun. Demek, suçumun keffâreti buydu. Affedebilmen, affedilebilmem için dediğini yapmalıydım; onu anlatıyordun. Gerçek mü’mine yakışır şekilde yaşayacağım, müslüman olarak ölmeye çalışacağım... Söz veriyorum, söz veriyorum yavrum!
Not: Yazılı hikâye burada bitti. Ama, hayatımızdaki bu hikâye devam ediyor; ölümle de bitmeyecek.
Bu yazı toplam 1824 defa okunmuştur