Abdurrahman Dilipak
Gölge etmeseler başka ihsan istediğimiz yok
Derin Gerçekler
“Bırakın dağınık kalsın.” Zaten başımızda 3 tel saç kaldı, onu da düzelteceğiz diye yolmayın bari. Hepsi de “ıslah edici” olarak geliyorlar ama sonuç ortada; “bozgun” ama kimse “bozguncu” olduğunu kabul etmiyor. Zaten ne kadar Şeytani plan varsa, hepsi ittifak ediyor ve o cinayeti el birliği ile işliyorlar. “İstanbul Sözleşmesi” dediler, aile’yi bitiriyorlar. Lanzarotte dediler çocukların fıtratını tehdit ediyorlar. “Hayvan hakları” dediler, hayvanları insanların, insanları hayvanların başına bela ettiler... Plandemi sürecinde sağlık dediler sağlığı bitirdiler. Şimdi iklim diyorlar, bu şekilde tarımı, hayvancılığı bitirmeye çalışıyorlar. Akıllı evler, akıllı şehirler derken ülkeyi açık hapishaneye çevirecekler. Bilim ve teknoloji diye fıtrata saldırıyorlar.
Bakın, yasayla düzenlenen her şeyde yetkiyi siyasi iktidara devredersiniz. Onu uygulayan da bürokrattır. Suistimal, rüşvet, torpil burada ortaya çıkıyor. O kadar güç ve yetki veriyorsunuz ki, o kadar kalabalıklar ki onlarla başedemezsiniz. Yasama, yürütme ve yargı onların elinde. Herkesi yasa gücü ile polis ve yargı, Tevhid-i tedrisat ile terbiye etmeye kalkıyorlar ve bu kadar çok yasa, uluslararası sözleşmeler, yönetmelikler, genelgeler, tamimlerle, bütün bu mevzuat karmaşası ile sizin hakkınızda hüküm koyarak üstünüze geldiklerinde siz çaresiz kalıyorsunuz. Aslında bu ''terbiye'' konusu iktidarları Rab’leştirir, hüküm koyma işi de onları İlahlaştırır. Siz siz olun, din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab edinmeyin. Müslümanların İlahı ve Rabbi yalnız Allah’tır.
Medine’de Müslümanlar, göçmen olarak geldiklerinde azınlıktaydılar. İktisaden ve siyaseten en zayıf konumdaydılar. Mallarına el konulmuş, yurtlarından çıkartılmış ve aileleri parçalanmıştı. Peki nasıl oldu da Medine’nin güçlü aileleri, zenginleri, Yahudiler, Hristiyanlar ve Müşrikler, peygamberimizi kendilerine yönetici seçtiler? Hem de onlar Hz. Muhammed (sav)ın getirdiği dine, O'nun peygamberliğine inanmıyorlardı başlangıçta. Medine halkı kendi aralarında da bu anlamda ittifak yapmış değillerdi. Ticaret burjuvazisinin çıkar hesapları üzerine kurulu bir denge vardı. Peygamberimizin onlar üzerindeki en bariz etki gücü, dürüstlüğü, ahlakı, adaleti idi. Ve Müslümanlar bilirler ve yalan söylemezlerdi. Söz verdiklerinde sözlerinde dururlardı. Medine halkı Müslümanlardan; kendilerine yol, köprü yapmasını, şehri imar etmesi için onu kendine baş seçmiyordu. Askeri güç hesabı da yapıyor değillerdi çünkü bir de Mekke'li müşriklerin düşmanlığını göğüslemek zorundaydılar. Müslümanlar, zaten yapmaları gereken herşeyi yapacaklardı. Yapmayacakları şeyler de belli idi. Onlar adalet, barış ve hürriyetin kilit taşı olacaktı. Hılfu'l Fudul geçmişleri Medine halkının dürüst insanlarını heyecanlandırıyordu. Bunlar, adalet vadediyorlardı ve biliyorlardı ki, adalet yoksa barış, bir illizyon’dur. Barış dedikleri, susturulmuş ve boyun eğdirilmiş bir halkın sessizliğinden ibarettir. Adalet ve barış yoksa, hiç kimse ve hiçbir hürriyet güvende değildir. Ne iktisadi hayat gelişir ne de toplumsal hayat gelişir. Bu 3 şart yerine gelince, dürüst insanlar, meşru zeminde, akıl, çaba, ehliyet-liyakat temelinde iktisadi hayatta, siyasette, toplum hayatında yükseleceklerdir.
Siyaseti Nebevi'nin hem Medine dönemi ve hem de Asya, Avrupa, Afrika ve Bizans’a doğru hızla yayılmasının sebebi buydu. Dünyevi anlamda meta / alınıp satılan, ihale edilen nesneler dünyası ile ilgili bir siyaset değildi.
Sonunda para ile alınıp-satılan, yapılan, ihale edilen işler sıradan şeylerdir. Din, ahlak ve hukuk yoksa bu işler rüşvet, torpil, suistimale açık konulardır. O zaman gün gelir “Selam verirsiniz de, rüşvet değildur deyu almazlar.” O sizin paralarınızla kendi kasalarını doldururlar, kendi adamlarını zengin edenler, “itibarda tasarruf olmaz” diye, iktidarı-muhalefeti, o tıynette olan herkes devlet, belediye ve kurum itibarı diye, kendi ve arkalarındaki örgütlerin itibarı için sizin kesenizden hoyratça ve hovardaca harcamalar yapabilirler. Biloboardlar’daki afişlere bakın, ne dediğimi anlarsınız. Adil Ömer’in kamu kaynakları konusundaki hassasiyetine bakalım bir. Müslüman bir beldede bir gayr-i müslim tüccarın şikayetine konu işte, yanlış yapan valinin oğluna uyguladığı cezayı kim kendi hemşehrisine, partilisine, ideolojik, dini, mezhebi, tarikat paydaşına uygulamıyorsa, ondan uzak durun. Müşriklerin bile güvenini, reyini almak istiyorsanız, buna dikkat edin. Sonra insanlar size bakıp dinde ve dindarlara düşman olurlar da, bunun vebali sizin omuzlarınıza yüklenir.
İnsanlara gerçeği söyleyin. “Göklerin hazinelerinin anahtarı bizim elimizde değil, Göklerin ordularının kumtaşı bizde değil. Biz sizi Hakk'a ve hayra çağırıyoruz, siz ve bizler, sizin seçtikleriniz, bizler; eğer ilim, hikmet, adaletle ve cesaretle hükmedersek, umulur ki, Allah işimizi kolaylaştırır da esenliğe çıkarız. Yoksa Allah işlerimizi sarp dağlara sardırır” deyin. Peygamberin bile sahip olmadıkları güçleri kendinizde vehmetmeyin, insanlara öyle bir vaadde bulunmayın. “Allah, bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle, kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecek” deyin. “Denizi geçip, düz yolda sapıtan kavim gibi olmayın.” Hz. Musa geçilmez denilen denizi geçti. Denizi geçenlere gökten sofralar indirildi. Çölde kayadan pınarlar açıldı ama 40 günde bu ikram edilenler lanetlendi de, 10 günlük yolu, 40 yılda zor geçtiler. Hz. Harun ve Hz. Musa Kudüs’e varmadan yolda vefat etti de, Hz. Yuşa kavmini Kudüs’e indirdi. Başınızda 3 peygamber de olsa, ne bu dünya işleri için ne de ahiret için hiç kimse kendini garantide, güvende görmesin.
Keşke halk da, iktidar sahipleri de haddini bilse de, üstüne vazife olmayan konularda insanları icbar etmeseler, birilerinin önünü açarken, birilerine çelme takmasalar, insanların güneşini engelleyip, suyun savağını kendi bahçelerine çevirerek gölge etmeseler, kötülerden uzaklaşsalar ve onları çevrelerinden uzaklaştırsalar, yapmaları gereken şeyler konusunda ehliyet ve liyakat’tan, istişare ve şuradan, adaletten ayrılmasalar. Yoksa, siyaset dua ile istenen beladır, gerçekten iman edenler, ameli salih olanlar (bilgili, dürüst ve cesur olanlar, yaptıkları işi en iyi, doğru ve güzel şekilde yapanlar), sabredenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna, herkes hüsrandadır.
DÜN NELER OLDU? Başörtüsü tartışması yeniden gündeme geldi. Aslında hafızaların tazelenmesi açısından önemli. Ama hemen belirtelim ki, topluma verilen mesajla, yasa metni arasında büyük farklar var. Bu konuların artık daha fazla polemik konusu yapılmaması gerek. Erdoğan'ın konuşmasında sınırlı bir Anayasa değişikliğinden söz ediliyordu. AF konusu, EYT konusu vardı, Özgürlükler konusunda açıklamalar bekleniyordu. Sanırım o konular ertelendi. Meclis'te sosyal media yasası var. Torba yasada önemli düzenlemeler var ama sosyal media konusunda bana kalırsa beklenen olmayacak ve işler daha da içinden çıkılmaz bir hal olacak. Zaten sosyal media ağı çok hızlı değişen bir ağ, yasa ona yetişemez. Ve mevcut yasalar üzerinden yargıda içtihad yolu açılırsa ya da bazı mahkemelerde jüri yöntemi uygulanırsa daha doğru kararlar verilebilir. “Türkiye Yüzyılı” hayali gerçek olmayacak bu gidişle. Çünkü aktif destekçisi olduğumuz uluslararası düzende ulus devletlere yer yok. Siber diktatörlükte birey var, o yerli ve milli olan, ya da din, ahlak ve gelenekten bağımsız “Gender” diye tanımlanan “birey”lerin “biyolojik cinsiyet”i bile yok. O zaman hangi aileden söz ediyorsunuz? Para da global olacak, ordu da, desteklediğimiz uluslararası projeye göre. Dün plandemi ile geliyorlardı, bugün İklim'le geliyorlar. Ankara, Starlink'i de destekliyor, 5G’yi de, NeuraLink’i de, hatta bu çerçevede TransHumanizm’i de.
Bir de metin yazarları dikkat etse de FETÖ ve DAEŞ’in “Ruh ikizi” olduğu gibi hakikat dışı beyanlarda bulunmasalar. Sanırım “Zihniyet ikizi” demek istediler. Sağlık Bakanlığı'da kayıtlardan şu “Ruh hastalığı”nı çıkartsa. Ruh, Allah’tan bir nefhadır ve onun hakkında bize pek az bir şeyler verildi. O ruh, tek bir kaynaktan neşet etti ve zatında kötülük barındırmaz, hasta da olmaz. Keşke YÖK’de şu “Prehistorya”yı kullanmasa artık. Hani “tarih yazıyla başlar” diyorlar ya, yazı da geç zamanda başlamış güya. Oysa Hz. Adem okur-yazardı. Ev’de oturuyordu ve çocukları ehlileştirilmiş tarım ve hayvancılıkla meşgul oluyordu. “Kadim medeniyetler tarihi” diyebilirsiniz. ''Seküler batılı tarihçiler, tarihi ilk yazı kabul ettikleri çizi yazısı ile başlatır” dersiniz. Yoksa evrimci tarih anlayışı bile Müslüman nesle bilim diye bunları öğretemezsiniz.
Neyse, selam ve dua ile.