Ahmed Kalkan
Hacı Vekillerin Başörtüleri Acı Düzeni mi Güçlendiriyor?
Bilindiği gibi, 31 Ekim 2013 günü, hacca gidip gelmiş dört hanım milletvekili, Meclis oturumuna “hadleri bildirilmeden” başörtülü olarak katıldılar.
Sadece insan elbise giymez, giysi de insanı giyer, yönetir, yönlendirir. Dış, için aynasıdır. Dışı İslâm’ın anladığı anlamda temiz olmayanın içinin de çok temiz olmasına imkân yoktur. Kıyâfetin insan rûhuna etki ettiği de bir vâkıadır. O yüzden kadın giysisi giyen erkek, artık kadın gibi tavırlar takınır. Bu, karşı cins için de geçerlidir. O yüzden Peygamberimiz, çok küçük yaştaki çocukların bile karşı cinsin elbiselerini giyinmelerini yasaklar, hatta karşı cinsi çağrıştıracak renklerdeki giysileri de. İşte giysinin insan rûhuna bu etkisi, İslâm’ın uygun görmediği tarzdaki kıyâfetin imana da zarar vermesine sebep olabilecektir. Aynen gerçek imanın tam tesettürü, takvâ giysisini zorunlu kıldığı gibi. Onun için, bir bayanın örtünmesi, normal olarak sevinilmesi gereken bir durumdur. Hatta bir hanım, tesettüre tam anlamıyla riâyet etmese, dış elbisesi olmaksızın yabancı erkekler içinde bulunsa ve sadece başörtüsü taksa dahi, olumlu bir adım olarak kabul edilmesi beklenir. Bu, meselenin bir yönü. Madalyonun diğer tarafına da bakmamız gerekiyor:
Başörtüsü İslâm’ın simgelerinden ve Allah’ın emirlerinden biri ise, onsuz olmayacak bir altyapısının mevcudiyeti şarttır; o da imandır. Yani tevhid, yani tevhidin siyasi ifadesi olarak Allah’ın hâkimiyetini kabul ve O’na hükümde hiçbir şeyi şirk koşmamak, O’nun dışında hiçbir ilâhı/tanrıyı kabul etmemek ve tabii kendisi de Allah’ın indirdiklerine ters kanunlar yaparak sahte tanrılığa ve sahte rabliğe soyunmamak. Bir hırsızın Allah’ı râzı edebilmesi için önce hırsızlığı terk etmesi gerekir; hırsızlığı terk etmeden sadaka vermesi kendisini kurtarmaz. Sadaka veriyor diye hırsızı iyi insan olarak kabullenemeyiz. Müşrik bir kimsenin oruç tutması takdir edilecek bir özelliği değildir; bu kimseden, öncelikle, iman etmesi beklenir. Müşrik bir kimse, namaz kılmaya başlasa, “namaz kılmayan müşrik” olmaktan çıkarak “namaz kılan müşrik” olmuş olur. Bir müşrik için, namaz değildir farz olan; Allah’ın ondan beklediği şey, tevhidî imandır. Mecliste, dört hanım milletvekilinin, öncelikle yapmaları gereken, kendi hevâlarının istikametinde veya başka bir beşerin isteği doğrultusunda kanun yapmayı terk etmeleri, Allah’ın indirdiklerine teslim olmalarıdır. Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen Alman başbakanı başörtüsü taksa Allah ve tevhid eri mü’minler ondan râzı mı olacak, o da görevini yapmış mı sayılacak?
Düzen öyle acayip bir Müslüman(!) tip oluşturdu ki, bir itfaiye erinin, yangını söndürmek yerine, söndürmesi gereken yangın mahallinde başına sarık sarıp yarım yamalak Kur’an okumasını hayranlıkla takdir ediyor. Ameliyat yapması ve insanları ölümcül hastalıklardan korumaya çalışması gereken doktorun, hastalarını ölüme terk edip ameliyathanede bol bol namaz kılmasını, hayatî görevini ihmal edip çalıştığı yerde oruçlu olarak sadece oturmasını alkışlıyor. Halkın küfründen, isyanından, içkisinden, kumarından, namazsız ve ahlâksız yaşayışından birinci derecede sorumlu olan ve onların bu isyanlarını çıkardıkları yasalarla güvenceye alan kişiler, başlarını örtmeleriyle halk ve Hak nazarında takdir edilmeyi bekliyorlar. Bir devlet adamından (veya devlet kadınından) Allah’ın ilk ve esas beklediği şey, onun ülkeyi Allah’ın kanunlarıyla yönetmesidir. Bunu yapmadıkları durumda ne yaparlarsa yapsınlar tâğutluktan kurtulamayacakları için Allah’ın rızası ve Mü’minlerin sevgisini hak edemezler. Tâğut, başını örtünce tâğutluktan çıkmaz. Başı açık tâğut olmak yerine başı örtülü tâğut olur. Mü’minler sadece başı açık tâğutları reddetmekle imanî görevlerini yapmış olamazlar.
Başörtüsünün tek başına ele alınıp öyle anlaşılması ve anlatılması, onun yozlaştırılmasına sebep oldu. Başörtüsü dinin emirlerinden bir emirdir. İman esaslarına tümüyle inanılıp, reddedilmesi gereken küfür, tâğutî düzen kabullenilmeyerek birçok dinî görevin yerine getirilmesiyle başörtüsü İslâmî bir anlam kazanır. Dinin emirlerini yerine getirmeyen ya da diğer giysi ve davranışları başörtüsünün ruhuyla bağdaşmayan insanının başında ise o sadece bir bez parçasıdır. Sağlam bir ev, ancak sağlam bir zemin ve güçlü temel üzerine inşâ edilebilir. Aynen bunun gibi, iman da sağlam bir zemindir. Ameller ise bu zemin üzerinde yükselen binadır; tesettür/örtü bu binanın dış cephesi, başörtüsü ise çatısıdır. Temeldeki çürüklük binanın her yerine yansıyacaktır. Sağlam bir iman olmadan, başta duran başörtüsü ne kadar sıkı bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler; tâğutî düzene hizmetle beraber düşünüldüğünde, onun fazileti, ipi kopmuş uçurtma gibi uçup gidecektir.
İçinde, olması gerektiği şekilde iman esaslarını taşıyanlar için başörtüsü, “başı gitmeden başından gitmeyecek” kadar değer ifâde ederken, içinde olması gereken imanî değerleri olmayan veya çok zayıf olanlar için ise o,İslâm dışı düzenleri, tâğutî yapıları sevdirmek için istismar vesilesi olabilir.
“Başörtüsü takan kimse, bu tavrıyla suç mu işlemiş, niye karşı çıkıyorsunuz?” diyenler, bu satırları okuyanlar arasında var mıdır, bilmem; mümkün ki vardır. Bizim karşı çıkmamız tabii ki başörtüsüne değil, onu takan zihniyete. Başörtüyü Allah’ın emri diye takan kimsenin; Allah’ın kanunlarını hiçe sayan, O’nun hükmüne alternatif kanunlar çıkaran bir meclisin üyesi olması bizim eleştirimiz. Teşrî gibi doğurgan bir fesadı, tuğyan ve küfrü başı açıklıktan daha hafif bir suç olarak görmeyi veya büyük ihtimalle suç bile görmeyip bir fazilet olarak kabul etmeyi kınıyoruz. Allah sadece başörtüsünü emretmiyor, cilbâbı/dış giysiyi de, tesettür denilen beden örtüsünü de emrediyor. Bunu da yeterli görmüyor, bir de takvâ elbisesi istiyor. Bunlardan da öncelikli olarak kendi indirdikleriyle hükmetmesini istiyor meclistekilerden. Başını örtmeyenin adını koymuyor, ama Kur’ın’ın hükümleriyle hükmetmeyenlere“kâfir, zâlim ve fâsık” diyor. Hacca gidip başını örten bir bayan, eğer gerçekten Allah korkusuna sahipse ve bu yaptıklarını Allah için yapıyorsa, öncelikle dini sadece Allah’a has kılması, meclisi ve hiçbir şeyi O’na şerik/ortak görmemesi gerekiyor, onu söylüyoruz. Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin değil, Allah’ın olduğunu ilan etmesi icap ediyor, lâ bilincine sahip olup tüm ilah taslaklarına “hayır!” demesi öncelikle kendisinden isteniyor, bunu hatırlatıyoruz. Heykellerin karşısında ve Anıtkabirde saygı duruşunda bulunmanın ve on milyonu aşkın ilköğretim çağındaki çocuklara heykele taptırmanın vebalinin başını açmaktan çok daha büyük olduğunu tebliğ ediyoruz. İçinde bulunulan mekânın inanca ve yaşayışa büyük tesiri vardır. Bugünkü yapısıyla Mecliste Allah’ın rızası aranmaz; aransa da bulunmaz:“O, Kitap’da size indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (4/Nisâ, 140)
Tevhidî bağlamından koparılmış dinî özelliklerin insanı ve toplumu kurtarması beklenemez. İbâdetlerin âdetleşmesi, ya da modern seküler hayatın bir parçası, kapitalizmin işleyen bir çarkı konumuna girmesi, giderek de tâğutî düzeni aklamak için kullanılması, insanı da yozlaştıracak ve yobazlaştıracaktır. Olan da budur. Sanıldığının aksine; yozluk yobazlık da modern insana, tâğutî zihniyete geleneksel kişilerden çok daha yakındır.
İfrat ve tefrit hemen bütün insanımızı kuşattığından herkes başörtüsünün bir tarafını çekiştirdi. Al renkli türban görmüş boğa misali başörtüsünün düşmanlarına karşı, bizim mahallede bazıları onu teferruat sayarken, bazıları da onu fazla abarttı ve sloganlarının başına koydu. Giderek başörtüsü putlaştırılmaktan da kendisini kurtaramadı. Sanki başka zulüm yokmuş, daha önemli başka farzlara, hatta tevhidi inanca ve sâlih amellere yönelik baskı yokmuş gibi bir tavırla, başörtüsüne gereğinden fazla vurgu yapıldı. Üniversitelerden istenilen tek istek o idi. Alt yapıya önem vermeden, iman ve tevhid vurgusu yapılmadan, takvânın gereği olarak hayâ ve edebe atıfta bulunulmadan; tam tersine “demokratik hak”, “insan hak ve özgürlüğü”, “anayasanın verdiği onay”, “Zübeyde Hanım’ında yaptığı/taktığı gibi” referanslarla ve onu doğuran temel değerden yalıtılmış şekilde ve sloganlaştırılarak yalnızlaştırılan “başörtüsü” evet, itiraf edilip dillendirilmesi zor olsa da putlaştırmış oldu. Allah’tan bağımsız şekilde peygamberi aşırı sevmek dâhil, her çeşit aşırılık putlaştırma olur da başörtüsü gibi baş tâcı putlaştırılamaz mı? Varsa yoksa başörtüsü diyen ve başka hiçbir talebi olmayanlara cevap da hak ettikleri cinsten oldu: “Öyleyse alın size başörtüsü; sosyal alanlardaki sulandırılmış şekliyle alın başınıza çalın!” Ve baş üstündeki başörtüsü ayağa düştü, meclise düştü. Çöplükte gül bitebilir, ama gübrelikte gül bitmez; bitse bile kokusu da aldığı gıda cinsinden olur; başörtüsü gibi açan goncası/çiçeği huzur vermez, çirkin görüntüsü ve kocaman dikenleri göze batar.
Parçacı yaklaşım, uzlaşmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün sanan, bütünü asla aramayacak, bütünü hepten yitirecek, bütünle bağlarını koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi değildir sadece; dinin de yitirilmesine giden yoldur aynı zamanda. Parça, bütünden koparılınca bütünün değerlerini kaybeder. Ağaçtan koparılan bir dal, bitkiden koparılan bir çiçek, insandan koparılan bir el, göz, kulak veya baş kısa zamanda ne duruma düşerse, tesettür ve takvâ örtüsünden, ona alt yapı olan iman ve Allah korkusundan koparılan başörtüsü de o duruma düştü. Başörtüsü, diğer İslâmî kıyafetle birlikte ve imana dayanan bir davranış/yaşayış biçimiyle değerini alır; bunlardan bağımsız başörtüsünün Hindistan’ın millî kıyâfetinden farkı olmaz. Şuurlu ümmete “bu şekliyle başörtüsü, uğrunda can verilecek bir değer değildir” dedirtir, sahibine Allah indinde rızâ ödülü kazandırmaz.
Demokratlaşıp muhâfazakârlaşan halk, fazla bir şey değil, sadece başörtüsü istiyor artık. Kitabın tümüne inanması, İlâhî hükümlerin hepsine teslim olması gereken müslüman, tâğutun kurum ve kurallarını, câhiliyye anlayış ve uygulamalarını tümüyle reddetmiyor, tam tersine nicelerini içselleştiriyor. Hele bir de devletlü haşmetmeapların eşleri veya hanım vekillerin bir kısmı başörtülü olursa; daha başka ne istenebilir ki… Cennetin bedelini unuttu insanımız, ellerindeki Paris biletiyle Mekke’ye gideceklerini umuyor.
Düşünebiliyor musunuz, İslâm’ın cihad bayrağını dalgalandırma şerefi gibi hanımlara üstünlük verdiren o başların tâcı, muhafazakâr demokrat hacı hanımların sayesinde TBMM’yi meşrulaştırmanın, kara düzeni aklamanın hizmetinde. Süslü kubbesi olan bir câminin alt katının tapınak olarak kullanıma açılması gibi bir şey. Başında sarık, bacağında mayo olan imam kıyâfeti ne ise onun gibi tuhaf şey.
Hatırlarsınız; 4-5 sene önce idi, başörtülü bir bayan 10 Kasım günü Anıtkabir’deki törenlere başındaki örtüden dolayı alınmadığı için serzenişlerde bulunuyordu. Müslümanların okuduğu bir gazete de bunu manşete taşımış, olayı başörtüsü düşmanlığı olarak ele almıştı. Güler misin, ağlar mısın? Hani meşhurdur, kilisedeki kuş örneği, aynen ona benziyor. Kiliseye giren bir kuş İsa heykelinin üzerine pislemiş. Bunu gören papaz: “Ey kuş, sana ‘müslüman’ desem, kilisede işin ne? ‘Hıristiyan’ desem İsa heykelinin üzerine niye pisledin? Söyle, senin dinin ne?”
Kıbleye yönelir gibi yöneldikleri büyük salondaki kürsünün üzerinde kapı gibi harflerle “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazan “demokrasinin mabedi”ne artık başörtülü kadınlar da “haddi bildirilmeden” rahat girebilecekler. Ak Bank kadar Ak Partinin vekili TBMM Başkanı Cemil Çiçek de basın toplantısında aynen öyle diyordu: "Meclis demokrasinin mabedidir; Ben dünyanın hiçbir mabedinde küfür görmedim.” Ve mabede dört kadın başörtüsüyle girdi, demokratik âyinlere türbanlarıyla katıldılar. Ne diyelim, Atatürk ibadetlerini kabul etsin. Ama sormazlar mı bunlara, papazın kuşa sorduğunu; sormazlar. Burası Türkiye. Burası hakla bâtılın karmakarışık yapıldığı bir ülke…
Yaklaşık 25 sene önce idi. Arapçası iyi olan bir Türk arkadaş Mısır’a gitmişti. Kurban Bayramını orada geçirmişti. O anlatıyor: “Bayram namazı için Kahire’nin merkez camiine gittim. Bir bayram vaazı vardı ki, sokaklardan caddelerden duyuluyordu. Muhteşem bir hitabet, güzel bir Arapça, dünya siyasetine vakıf, kültürlü bir vâiz, ateşli ve heyecanlı bir konuşma, âyetler, hadisler ve tevhid, evet tevhid; her şey dört dörtlük… Merak ettim, ‘kim bu korkusuzca tevhidden bahseden vâiz?’ diye sordum. Ne cevap aldım tahmin edebilir misiniz? ‘Hüsnü Mübarek”. Mısır’ın çağdaş Firavunu sarık sarıp cüppe giyerek, yani “Müslüman” maskesi takarak vaaz kürsüsünden oy topluyordu. Onun da ibadetlerini atası Firavun kabul etsin.
Başörtüsü Müslümanların simgesidir, eyvallah; ama ya o başörtüsü, put resimleriyle dolu ise veya tümüyle tuvalet necasetiyle pislenmişse… Bir manken de meslek icabı başörtüsü takabiliyor. Başı örtülü ama şirk ve küfür inancına sahip milyonlarca bayan yok mu? Başını örten bir bayan, aynı zamanda hakkın üzerini de örtüyorsa, buna ne demeli? (Ne demeli, kim demeli, nasıl demeli?) Olaya Kur’an’ın bakmamızı istediği yerden bakmalı, Kur’an’ın “gör” dediğini görmeli, “kör” dediğinden olmamalı. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen, o hükümlere ters kanunlar çıkaran kimselere nasıl tavır takınmamız gerektiği hususunda Kur’an şu hükmü veriyor: “… Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, hiçbir zaman kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur. Allah her şeyi işitendir ve her şeyi bilendir.” (2/Bakara, 256). Devamındaki âyette de “kâfirlerin dostlarının tâğut olduğu, tâğutların da dostlarını nurdan/aydınlıktan karanlığa götürdükleri, onların ateş ehli olup orada devamlı kalacakları” ifade edilir. Unutmayalım; karanlığın/bâtılın rengi olan siyahın gri tonları da siyahtır, karadır. Bir devrim lideri, yıkılmaya yüz tutmuş düzeni ayakta tutmak için çarşaf giyen şah’ın karısı için şöyle haykırıyordu: “Tâğut tâğuttur, karısına çarşaf giydirse de!”
Allah’ın hükmüyle yöneten ülü’l-emr tarafından değil de; inkâr ve reddedilmesi gereken tâğutî rejimler tarafından yönetilen halkında müslüman olan ülkelerde, İslâm dışı otoritelerin başörtüsünü serbest bırakmaları ve bunun da ötesinde bu yönetimlerdeki teşri yapma cür’etinde bulunan bazı vekillerin halkın karşısına başörtülü görüntüleriyle çıkmaları, aldatılan halkın ülkeyi İslâm, yöneticileri de müslüman kabul etmelerine neden olmaktadır. İşte normal şartlarda müslümanları fesattan uzaklaştırıcı, Müslüman bir hanımın dişiliğiyle değil, kişiliğiyle toplum içinde yer almasını sağlayan tesettür gibi güzellikler, böylesi yönetimlerde kendi özünden ve anlamından uzaklaşarak İslâm dışı düzenleri sevdirme aracı olarak kullanılabilmektedir.
“Yavaş yavaş İslâm’ı getirecekler” diye safça hüsn-i zan yapmaya çalışanlar unutuyorlar ki, bunlar yavaş yavaş her şeyiyle Avrupa yaşayışını getiriyor. “Ğayri’l-mağdûbi aleyhim ve lâ’ddâllîn”e rağmen bu ülkenin Avrupa standartlarına uyduğunu kanıtlayıp Avrupa Birliğine girmek için bütün bu olup bitenler. Askerin zırt pırt ihtilal/darbe yaparak ülkeyi sıkı fıkı yönetimlerle yönetmeye kalkması, ülkenin Milli Güvenlik Kurulu’ndan idare edilmesi gibi Avrupa’nın anlamasının ve kabulünün mümkün olmadığı şeylere “dur!” denilmesi, arkasında Amerika istihbaratının ve yardımının olduğunda şüphe olmayan telefonların dinlenilip hesaba çekilerek Ergenekon tipi yapılanmalara hesap sorulması, hep Avrupalılaşma ve Amerikanlaşma olarak ve oradan esen rüzgârla izah edilebilir. Yine, askerin siyasetten uzaklaştırılıp kendi alanına çektirilmesi, başörtüsü yasağı gibi insan haklarıyla çelişen uygulamalara son verilmesi, Allah’ın hükmü gereği yapılan uygulamalar değil; girmek için her emrine âmâde olunan Avrupa Birliği kuralları gereğidir. Yani, rejimin ve hükümetin referansı asr-ı saâdetteki Medine ölçüleri değil; Kopenhag/ç kriterleridir; bu böyle biline!
Hollanda, bir Avrupa ülkesi. Türkiye’nin bir vilâyeti kadar büyüklükteki bu Batı ülkesinde 300’ün üzerinde cami var; devlet ne hutbesine karışır, ne kimin imam olarak görev yaptığına. Hiçbir hatip, vâiz veya âlimin fikirlerinden, sözlerinden dolayı hapse atıldığını bilen yok. Hollanda’da ilki 1988 yılında faâliyete geçen bugün sayıları 40’ı geçen “İslamitsche School (İslâm Okulu) bulunmaktadır. Türk çocuklarının çoğunlukta bulunduğu bu okullarda sadece Müslüman çocuklar eğitim görüyor. Aynı sistem üzere eğitim veren bu okulların devamı şeklinde Ortokullar, Liseler ve iki tane de İslam Üniversitesi var. 4-12 yaş arası çocukların devam edebildiği, Anaokulu ve İlkokul eğitimi veren, benzetme yerindeyse, Türkiye’deki İmam-Hatip’lerin İlkokul bölümü durumundaki bu okullarda hiçbir heykelin önünde saygı duruşu gibi putperestlik yaptırılmıyor, onun yerine her sabah törende Fâtihasûresi okunarak derslere başlanıyor. Müslüman velilerden oluşan okul yönetimi istediği Müslüman öğretmeni okulda resmî öğretmen olarak görevlendirebiliyor. Yeterli Müslüman öğretmen bulamadıklarında Hollanda’lı gayr-i müslim öğretmene “burası İslâm Okulu, başını örtmek ve İslâm’a ters düşen söz ve davranışları terk etmek zorundasın. Bu şartlarla seni öğretmen olarak kabul edebiliriz” diyebiliyor. Bunlara bakılarak “Hollanda adlı bu ülkenin yöneticileri, yavaş yavaş İslâm’ı getirecek” filan da denilmiyor. Bunun gayet doğal bir insan hakkı, Müslümanlar için bir hak olduğu kabul ediliyor. Bugünkü hükümetin bırakın İslâm ülkesi olmayı, bir Batı ülkesi olan Hollanda gibi olması için bile daha çok yol kat etmesi gerekiyor. T.C. de bunun farkında ve Avrupa Birliği hedefiyle yavaş yavaş yola koyulduğu görülüyor. Haa, Hollanda’lı yöneticiler başörtüsünü hiç problem etmediler ki çözüm yoluna gitmeleri beklensin. Hollanda’da başörtülü avukatlar, başörtülü bayan polisler var, kimse yadırgamıyor bile.
Bâtılı savunan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâmî hareketi saptırmak veya satın almak ya da boğmaya çalışmaktır.Kur'an'da Allah, Mekke’deki müşriklerin mü'minlerle uzlaşma taleplerinden bahsetmektedir. Onların teklif ve tehditlerine uyup İslâm'ın temel ilkelerinden, tevhidî anlayıştan tâviz vererek uzlaşmaması için Kur'an, Rasulullah'ın şahsında bütün mü'minleri uyarmaktadır. "(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır." (5/Mâide, 49)
“Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (68/Kalem, 7-9)
"Hakka bâtılı karıştırmayın, bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin."(2/Bakara, 42). İnsana zehiri billûr kâsede veya altın kadehte, çoğunlukla da bal şerbeti içinde sunarlar. Müslümanı saptırmak için gelenler, kâfir kıyafetinde gelmez; müslüman görünümünde gelir. Allah'ın âyetlerinden hareket ederek kâfirlerin sistemleri ile Kur'an'ın uyuştuğunu açıklamaya çalışır.
Bâtıl, kendine özgü bir varlığı olmadığından ve her zaman asalak olarak hakkın varlığından yararlanıp kendini ortaya koyduğundan dolayı, ya hak maskesi takacak veya hakla karışarak ayakta durabilecektir. Bâtılın, hayatını sürdürebilmesi için, sürekli olarak hak'tan yararlanması ve kendini hak olarak göstermesi gerekir. Bunu gerçekleştirmek için bâtılın, sürekli hak unsurları da içerisinde bulundurmaya ve karma bir şekilde ortaya çıkmaya çalıştığı görülür.
Müslümanlar olarak bu oyunların ne zaman farkına varacağız? Dişimizi kıran taşın, rengi pirince en çok benzeyen taş olduğunu, basit kazanımlar peşinde bâtıl düzenlerin kurtarıcılarını desteklerken, aslında şer bataklığının içine çekildiğimizi ne zaman kavrayacağız? Ne zaman at gözlüklerimizi çıkartıp hayrı göreceğiz, duygularımızın esiri olmayı bırakacağız? Benimsenmesi ve giderek hayır zannedilip savunulması yönüyle en zararlı şerrin, ehven-i şer olduğunu ne zaman anlayacağız?
Siyahın beyazı, uzağın yakını, haksızın haklısı, çirkinin güzeli… Bu tamlamalar ne kadar anlamsız ve saçma geliyor kulağımıza değil mi? Hiç siyahın beyazı olur mu? İçerisinde siyah bulunan renk, artık beyazlıktan çıkmamış mıdır? Ya haksızın haklısı!Ama bunlara çok benzeyen ve de çok sık kullandığımız bir deyim var dilimizde. “kötünün iyisi” diye. Alıştık, alıştırıldık bu tamlamaya. Hiç düşünmedik bir şey hem kötü, hem de iyi nasıl olur diye. Bakışlarımızı sadece şer tarafına çevirmemiz istendi; taktığımız at gözlükleri başka şeyleri, örneğin hayrı görmemizi engelledi. Bu şer çöplüğünde sıtma da vardı, ölüm de. Ölümü gösterdiklerinde bize, sıtmaya razı olduk; sağlıklı bir ömrü aklımızın ucundan bile geçirmeden.
Popülist câhiliyye kültürünün, hayatımızın her alanında şerde hayır aramamızı empoze ettiğine şahit oluyoruz. Cehenneme giden yolların üzerindeki iyi niyet taşlarıdır “ehven-i şer” anlayışı. İman ve küfür arasındaki çizgiyi, hakla bâtıl, hayırla şer arasındaki sınırı silip atan bir anlayıştır bu. Hayır ve şerrin ölçüsü bellidir: Allah’ın râzı olacağı şeyler hayır; râzı olmadıkları da şer. Hayrın tümü elinde olan Allah sadece hayırlı şeyleri emreder ve şerleri yasaklar; O’nun her emrettiği hayırdır; yasakladığı her şey de şer.
AK Partili dört kadın milletvekilinin türbanla meclis genel kuruluna girmesi üzerine yapılan konuşmalarda CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce’nin şu sözleri üzerinde durulmalı: ''Kuran'ı Tevrat'ı İncil'i esas alarak düzenleme yapamaz Meclis' bu sizin sözünüz Arınç. Dinin emrinden bahsediyorsunuz. İddaayı kim buldu, şans topunu kim buldu mucitler? Beygirleri 7 gün koşturuyorsunuz, mucitler hangisisiniz? Mücahitlik taslayıp aslında müteahhit olanlar siz değil misiniz?” Eğer CHP zinaya karşı olsa idi, şunu da eklerdi İnce: “Zina sizin iktidarınızda suç olmaktan çıkmadı mı?” Muharrem İnce'nin kendisi hakkında suçlamalarla ilgili konuşan Arınç, tutanaklara geçen bütün konuşmalarının arkasında olduğunu belirtti. “Kadınları kılık kıyafetleri üzerinden sorgulamayacağız. Kadınlarımızı başı açık ya da başı kapalı olarak kategorize etmek ahlaksızlığın daniskasıdır.” dedi. Yani Meclis adlı mabedin eski yöneticisi Kur’an’dan yola çıkarak bu ayrımı yapanlara, hepimize “ahlaksız!” dedi.
“Allah buyurdu ki: İki ilâh/tanrı edinmeyin, O, ancak bir ilâhtır. O halde yalnız Benden korkun. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de yalnız O’nundur. O halde Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?”(16/Nahl, 51-52)
“Câhiliyyedâvâlarına (inanç ve düşüncelerine) çağıran bizden değildir.” Buharî, Kitabu’l-Cenaiz; Müslim, Kitabu’l-İman)
“Kişinin namazı ve orucu sakın sizi aldatmasın. Dileyen oruç tutar, dileyen namaz kılar. Lâkin emânet(e riâyet)i olmayanın dini de olmaz.”(Musannef-i Abdurrezzak; Kenzul-Ummal, h. No: 8436)
Ve son sözü yine sözlerin en güzeline, âyet-i kerimeye bırakalım:“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” (39/Zümer, 17)