Ahmed Kalkan
Hadis ve Sünnet Anlayışım
Dinin iki temel kaynağından biri Kitab, diğeri Sünnet’tir. Kur’an ana kaynaktır, sünnet de onun açıklaması ve uygulaması. Ümmet, asr-ı saâdetten bu yana dinin iki temel kaynağının Kur'ân ve Sünnet olduğu görüşünde ittifak halindedir. Dinin teorik kaynağı Kur’an, pratik kaynağı da Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Kur’an’la Peygamberimizin sünnetini birbirinden ayırmaya kalkmak, dinin sadece teori sistemi halinde kalıp hayata yansımasına engel olmak demektir. Kur’an’la sünnet, insan açısından etle kemik gibidir. Sahih sünnete karşı tavır, Kur’an’ın hayata geçirilmesine karşı olmak demektir. Sünnet, Kur’an’ın öz kardeşidir. Peygamberimiz Kur’an’ı en güzel şekilde hayata dönüştüren örnek şahsiyettir. O, yok sayıldığı zaman, vahyin hayata yansıması, her şahsın kendi anlayışına göre olacağından, dinde anarşi ve kaos ortaya çıkacaktır. Peygamberin sünneti devreden çıkınca, Kur’an’ın doğru anlaşılması ve hayata doğru şekilde geçirilmesi nasıl gerçekleşir? İster istemez, bu boşluk doldurulacak; sünnet görevi üstlenmeye kalkan anlayışlar ve peygamberlik/örneklik görevi yapmaya kalkan insanlar ortaya çıkacaktır. Gerçeğini reddedince sahtelerine davetiye çıkarılacaktır. Sünneti reddeden zihniyet, kendi anlayış ve pratiğini sünnet yerine koymaya kalkacak; bilinçli veya bilinçsiz, hevâsını sünnetleştirecek, kendini de önder ve örnek olarak sunmuş olacaktır.
Sünnet, Allah Rasûlü'nün, ümmetine örnek olmak üzere Kur’an’ı hayata geçirmek için ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür. Sünnet, Kur'an'ın yaşanmış en doğru tefsiri, İslâm'ın pratik ve örnek tatbikidir. Peygamberimiz tefsir olunmuş canlı bir Kur'an’dı, yaşayan bir İslâm’dı. Kur'an ve sünnet bir bütünlük arzetmektedir. Sünnet bir taraftan delil olma özelliğini Kur'an'ın onayından almakta, öbür taraftan da Kur'an'ın beyânı, onun açılımı, fiilî hayata geçirilişi olmaktadır.
Bazı insanlar, mealcilik yaparak Kur’an adına sünneti yok saymaya kalkıyorlar. Bu tavır, öncelikle Kur’an’ın reddettiği bir tavırdır. Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler.
Sünnet nedir?
Sünnetin mâhiyeti konusunda da ifrat ve tefrit olarak iki aşırı yaklaşım sözkonusudur. Peygamberimizin her davranışının sünnet olduğunu savunmak veya sünnet denilince birkaç davranış ve şekilsel özelliği anlamak, ya da daha ileri giderek sünneti dışlamak. Peygamberimiz, kendisinin her davranışının sünnet sayılmaması gerektiği ile ilgili açıklamalar yapma ihtiyacını duymuştur.
Sünnetin vahiyle ilişkisini belirlemek gerekirse, sünnetin vahiy yoluyla kontrol edildiği ve gerektiğinde düzeltildiği rahatlıkla ifade edilebilecektir. Yani Hz. Peygamber'in, mânâsını Allah'tan aldığı bazı uygulamaları dışında, sosyal olaylar karşısındaki kendi ictihadlarını da "vahyin kontrolü" ve şemsiyesi altında mütâlaa etmek gerekmektedir. Çünkü kıyâmete kadar devam edecek bir dinde, isâbetli olmayan Peygamber’e ait ictihadların yerleşebileceğini izah etmek aklen de mümkün değildir.
Dini yaşamada sünnete ihtiyaç olmayıp Kur'ân'ın yeterli olduğu tezi bazı çevrelerce savunulur. Tarih boyunca kısmen Hâricîler, ve Mûtezile sünneti delil kabul etmeyen anlayışı başlattı. Sonra müsteşrıklar (oryantalistler), onların etkisinde kalan modernistler sünnetin bağlayıcı olmayacağını ileri sürmeye başladılar. Samimi müslüman olduklarına hüsn-i zan ettiğimiz bazı kesimler de hadis rivâyetleri arasına bolca karışmış uydurma ve zayıf hadislerden yola çıkarak hadis rivâyetlerini tümüyle güvenilmez gördüler. Sünnet konusunda da tereddüde düştüler ve onu tümüyle reddetme eğilimine girdiler. Bunlar, öncelikle “hadis diye rivâyet edilen sözler” ile “Peygamberin Kur’an’ı tatbik etmek için yerine getirdiği tevatür yoluyla bize ulaşmış davranışlarını” ve hatta “hadis” ile “sünnet”i karıştırmaktadırlar.
Şu bir gerçektir ki, Kur’an ve Kur’an’ın tevatür yoluyla bize ulaşmış tatbikatı olan sünnet, bireylerin ve toplumların hayatındaki müşterekliği sağlamada temel işlev görmektedir. Bir toplumu güçsüz bırakmanın ve yıkmanın başta gelen yolu, onun müşterek değerlerini ve hayat tarzını yok etmekten geçer. Bu sebeple, oryantalistler önce müslümanları Kur’an’ı önemsenmeyen, okunmayan bir kitap haline getirmeyi ve sünnet hakkında şüpheye düşürmeyi, sonra da onu ortadan kaldırarak İslam toplumlarının tevhîdî birlik ve beraberliğini yok etmeyi hedef almışlar ve üzülerek belirtelim ki bunda da azımsanamayacak derecede başarı elde etmişlerdir. Evet, ümmet tevâtür alanında ve bu alanın oluşturduğu akaid esaslarında bir araya gelebilir, kardeşçe vahdete ulaşabilir. Zan alanı ittifakı değil, ihtilâfı davet edeceğinden, bu tartışmalı alanda birleşme olmaz.
Sünneti reddedenlere karşı Müslümanların çoğunluğunun olumsuz bir tavır aldığı halde, sünneti birkaç şekilsel özelliğe indirgeyen anlayış, maalesef hak ettiği suçlama ve kınama görmüyor. Kur’an’a ve tevhide yeterli hassâsiyet göstermedikleri halde, takvâ sahibi kabul edilenlerin sünnet adına savunup diğer insanları dâvet ettikleri şeyler iki elin parmağını geçmeyecek şeylerdir ve din açısından da özü, Kur’an’ın hayata geçirilmesi cinsinden olmayan tâlî (sünnet olup olmadığı tartışılabilecek olan Kur’an’ın önemsemediği) şeylerdir. Sünnet diye çoğu insanın ısrarla yapıp başkalarına tavsiye ettiği şeyler: Yemeğe tuzla başlamak, yedikleri şeyleri tek sayıya uygun düşürmek, sakal, sarık, çarşaf, bazı nâfile namazlar ve ilâve edilebilecek bunlara benzer bir-iki şeydir; ha bir de erkek çocukların küçük yaşta hıtan denilen operasyonu, yani oğullarını sünnet ettirmek. Halk açısından sünnet denilince akla gelen ya sünnet düğünüdür, ya yemekleri sünnetlemek veya farz namazların öncesinde veya sonrasındaki sünnet namazlar, bir de (belki) sakal. Kur’an’ın hayata hâkim kılınması için gayretler, putlarla ve putçularla mücâdele, İslâmî devlet oluşturma çabaları, Kur’an hükümlerinin topluma hâkim kılınması için nebevî tavırlar, Kur’an’ın şirke karşı nasıl tavır alınması gerektiğine ilişkin emirlerinin hayata geçirilmesi, toplumun hayra doğru değiştirilip dönüştürülmesi gibi hususlar hiç de “sünnet” kavramı içinde değerlendirilmez ve insanlar bunlara dâvet edilmez. Hâlbuki sünnet, Kur’an’da emredilen ve Peygamber tarafından uygulanan ahlâkî, amelî, şahsî, siyasal ve sosyal davranışların tümünü kapsar. Peygamberimizin sîreti, hayatın her safhasını içerir. Bütün hayata şâmildir. Hz. Peygamber'in Kur’an’dan yola çıkarak din olarak uyguladığı her şey demek olan Sünnet, aslında Allah’ın belirledikleridir. Sünnet anlayışının, hayatı bir bütün olarak kucaklaması gerekir. Dolayısıyla ''sünnet" kavramı: "Rasûl-i Ekrem'in davranış ve sözleriyle ortaya koyduğu Kur’an’ı yaşamak için örnek/model" diye en geniş mânâsıyla kullanılmalıdır.
Bugün çekilen sıkıntı, Kur’an’ın hayata taşınmaması, yani sünnetin yaşanmamasıdır. Kur’an’ı her konuda rehber, Peygamber’i de her konuda model ve örnek almadığı için toplum bin bir problemle karşı karşıyadır.
Korunmamış kimi haberlerin/iddiaların Allah sözüymüş gibi aktarılması dinin zan ve şüpheye dayandığı gibi bir imaj doğuracaktır. Beşerî olanın ilahileştirilmesine yol açacaktır. İkisi de vahy denilerek sünnetin Kur’an’ı neshedebileceği, sünnetin merkeze alınıp Kur’an’ın te’vil edilebileceği, uygulamada hadislerin merkeze alınıp temel kabul edileceği, Kur’an’ın da daha geride bırakılabileceği, dolayısıyla Kur’an’ın mehcur bırakılacağı bir zemin sözkonusudur. Ve bütün bunlar bilfiil olmuş ve hâlâ bu anlayış, bazıları tarafından sürdürülmektedir.
Kur'an'dan başka tüm haber kaynaklarını Kur'ân'ın furkan ölçüsüne vurur, bu ölçüte göre bilgileri değerlendiririz. Bu sebeple tüm Müslümanların ortak Kitab'a bağlanmaları Kur'ân'ın kavramlarıyla ortak bir kavram dünyası ve tasavvura sahip olmaları gerekir. Bu müşterek tasavvur inşası sonrası ayrıntılardaki farklılıklar bir zenginlik olarak görülmelidir. Müslümanların vahdeti, ihtilaf edilebilen zannî alanlar değil; tevâtür alanıdır. O yüzden Kur’an bütün iman edenleri “hablullah” dediği Kur’an’a yapışmaya davet ederek tefrikadan uzaklaşıp vahdete çağırıyor (3/Âl-i İmrân, 103).
Resulullah’ın sünneti denildiğinde anlaşılması gereken şey; Resulullah’ın Allah’ın Kitabı Kur’an’dan anlayıp uyguladıklarıdır. Bu tarifin kapsamında kalan ve bulunan sünnetin ise bütün müslümanları ilzam ettiği (bağlayıcı bulunduğu) bilinmelidir. Zira Resulullah, Allah’ın elçisidir. O’nun dininin ilk kabul edeni ve ilk uygulayanıdır. Gerek vahyin kendisine ilk geldiği kimse olması, gerekse bu vahyin içerdiğini düşünce ve ameller haline getirmede ilk uygulayıcı olması bakımından peygamber biz müslümanları bağlar. Bu bağlama, esas itibariyle Kur’an’ın bağlamasıdır. Zira peygamberi de bağlayan Kur’an’dır.
Hadislerle Sünnet Arasında en önemli iki fark şudur:
Mâlum, hadis Peygamberimizin Kur’anî hakikatleri açıklayan sözü, sünnet ise Peygamberimizin Kur’an’dan yola çıkarak davranışlarıdır.
Çok az sayıda olan mütevatir hadislerin dışında hadisler Peygamberimizin bu lafızlarla bu şekilde söylediği zan ve şüphe içerdiği halde, sünnet mütevâtirdir. Tevâtür yoluyla kuşaktan kuşağa devredilen, uygulana gelen amellerdir. İlâhî kontrol altında olan sünnet, Vahyin süzgecinden, Allah’ın onayından geçmiştir.
Tarihsel süreçte âhad haberden (zan alanından) akîde oluşturulmasının neden yanlış olduğu ve sakıncaları:
Muhkem âyetlerdeki itikadî esaslar, yani vahyin hükümleri İslâm inanç esaslarını oluşturur. Bu mutlak doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. Âhad haberler, ictihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla İslâm akaidi de, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli ve değişken doğrulara, beşerî doğrulara; yani zayıf temellere dayanmaz. Zan, zayıf bir temeldir.
Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilâflar, ölçüdeki genişliklikle, yani âhad haberlerin akaide delil kabul edilmesiyle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü olarak kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulduğu beşerî görüşlerden ibârettir.
Âhad haberlerin ve diğer zannî çıkarımların Akaide verdiği zararları maddeler halinde şöyle sayabiliriz:
1- Âhad haber konusunda bir taraftan ifrata gidilerek her rivayetin sahih kabulü ve Kur’an’a ters düşse veya Kur’an’ın bahsetmediği konu olsa bile akaidde temel ölçü kabul edilirken; diğer taraftan tefrite gidilerek Peygamber’e akaidle ilgili Kur’an’da bahsedilen konuları açıklama hakkı verilmeyecek bir tepkiye sebep olunmuştur.
2- Bilindiği gibi, iman ve tasdik hususunda yakîn (kesin bilgi) şarttır. Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede mü'minleri zannın çoğundan sakındırdığı halde (49/Hucurat, 12) âhad haberin Akaidde delil sayılması sayesinde itikada haram olan zanlar, doğruluğu şüpheli olan hususlar girmiştir.
3- Âhad haberler vasıtasıyla gaybı taşlamakla da yetinilmemiş, gelecekle ve özellikle kıyametle ilgili alâmet kabul edilerek Kur’an’la sağlaması yapılamayan birçok husus iman esası sayılmıştır.
4- Âhad haberler ve Akaid imamlarının ve Akaid kitabı yazarlarının kabulleri akaide delil kabul edildiğinden, esas delil olan Kitab geri plana atılmış, Kur’an’ın anlaşılmaz olduğu, Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, Bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, ondan da fecisi, Kur’an’daki hükmün tam tersine inançlar oluşturulması gibi ciddi problemler ortaya çıkmıştır. Meselâ, Kur’an’da aksi net şekilde beyan edilmesine rağmen, akaid kitaplarında imanın artıp eksilmeyeceği, nebî ve rasul’ün ayrı ayrı şahıslar olduğu, kendisine kitap verilenlere rasul, verilmeyenlere nebi denileceği gibi hususlar akaide girmiştir.
5- Parçacı yaklaşım ortaya çıkmış; Kur’an bütünlüğünde bir kavramın nasıl kullanıldığı önemsenmemiş, Kur’an’ın en doğru tefsirinin yine Kur’an olduğu unutulmuştur. Kader örneğinde olduğu gibi. Kader Kur’an bütünlüğü içinde değerlendirilmediğinden, bu konuyla ilgili nice farklı görüşler, hatta mezhepler türemiştir.
6- Âhad haberlerle açılan zannî hususların delil olma kapısı, eski âlimlerin ve Akaid kitabı yazarlarının her dediklerinin akaidde ölçü olarak kabul edilmesine ve beşerî görüşlerin mutlak doğru olduğu anlayışına götürmüştür. Eski âlimler ve mezheplerin görüşleri eleştirilemez, “onların vardır bir bildiği” denilir, anlamaya çalışılır, şerh edilir, tevil edilir ve tasdik edilir. Ama Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaz.
7- Zannî çıkarımlar akaidde delil kabul edildiği için, mezhep akaidleri oluşmuştur. Halbuki akaidde mezhep olmaz, olmamalıdır. Akaid kitapları, farklı bakış açısına sahip olanlara reddiye tarzında antitez görüşlerle, farklı mezheplerin görüşlerini çürütme amaçlı ifadelerle, gereksiz tartışma ve konularla doludur. Şia akaidi, Mu’tezile akaidi, Ehl-i Sünnet akaidi, Mâturidi akaidi, Eş’arî akaidi… Peki, nerede Kur’an Akaidi, Nerede Allah’ın istediği Akaid?
8- Akaid kitaplarında aslında kelâmcı olan ve kim seçti ise, akaidde imam kabul edilen Mâturidî ve Eş’arî’nin ve onların çizgisinden giden kelâmcı yazarların yorum ve düşünceleri temel akaid ilkesi olarak kabul görmüştür. Hâlbuki iman ilkeleri mutlak hakikate, yani vahye dayanmalıdır. Yorumlar, ictihadî, beşerî ve zannî doğrular akaidde ümmeti bağlamaz ve delil olmaz. Yorumlara tüm Müslümanların katılması beklenmemeli, bu yorumlara uymadığı gerekçesiyle mü’minler tekfir edilmemelidir. Âlimlerin Kur’an’a uygun yorumlarını doğru kabul etmek başka, o yorumlardan yola çıkarak farklı tevil ve yorumlara sahip olanları tekfir etmek daha başkadır. Bu zannî deliller tekfirciliği körüklemiş, her mezhep, diğer mezhebi, kendi görüşlerine uymadığı için kolaylıkla tekfir edecek malzemeye sahip olmuştur.
9- Sadece kabulün yeterli görülüp reddedilmesi gereken esasların iman esaslarıyla alâkası olmadığı kanaati yerleşmiştir. Hâlbuki din “lâ ilâhe…” ile başlıyor. Yalnız, burada da dikkat edilecek şey; reddedilmesi gereken hususların, falan mezhebin görüşü değil; kesin küfür olan şeyler olmasıdır.
10- Felsefe, Kelâm yoluyla Akaidi etkilemiş, dolayısıyla akaid de kelamlaşmıştır. Bu yüzden Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı, aklın naklin önüne çıkması, sıfatlar hakkında gereksiz izahlar, te’vil gibi daha nice konu akaidin temel konusu haline getirilmiştir.
11- Bu sebeplerden dolayı Akaidde işlenilen konular, Kur’an’da inanç esası olarak vurgulanan konular olması gerektiği halde, Kur’an’da yer almayan ve iman esası da sayılmaması gereken konular akaidin temel konuları haline getirilmiştir.
12- Put ve Putperestlik, Atalar yolu, Hurâfe ve Bid’atler, Çağdaş Uydurma/Bâtıl Dinler (İdeolojiler ve Düzenler), Tuğyân ve Tâğut, İrtidad ve Şirk, Din (Halkın Din Anlayışı ve Resmî Din Kabulü -Ulusal Türk Dini, Diyanet Dini gibi-), Şefaat, Vesile, Gayb ve Bilinmezliği, Büyü, Cin gibi konular Kur’ânî çerçeve içinde Akaid kitaplarında hemen hiç yer almaz.
13- Bunun yerine Akaidle hiç ilgisi olmayan konular (Mesler üzerine mesh etmek, normal bir şarkı dinlemenin fısk veya küfür olduğu vb.) akaidlere girdi.
14- Böylece akaidin temel konusu olan tevhid gölgelendi. tevhide, zannî ve akaidle ilgisi olmayan konular kadar bile yer ve önem verilmedi. Tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esaslarından hemen hiç bahsedilmedi. Hâlbuki tevhid tüm peygamberlerin ilk ve en önemli mesajı idi. Kur’an’ın da en önemli mesajıdır.
15- Suhufların hangi peygamber’e kaç sayfa olarak verildiği: Kur’an’da ismi bile geçmeyen ve peygamber olduğu bilinmeyen Şit gibi bir zâta suhuf verildiği gibi hususlar Kur’an’dan onay almaz. Hatta âhad haber olsa bile sahih hadislerden onay almaz. Kütüb-i Sitte’de ve ikinci dereceden önemli hadis kitaplarının hiçbirinde 100 suhuf ve dağılımından bahsedilmez. Kur’an’da anlatılanlardan yola çıkarsak meselâ Hz. Musa’ya da suhuf verilmiştir (87/A’lâ, 19).
16- Kur’an’a ters bir velî anlayışı ve Süperman gibi velî ve o tasavvura uygun bir keramet inancı akaide sokulmuştur. Ayrıca, esmâü’l-hüsnânın hangi isimlerden ibaret olduğu da haber-i vâhid olarak rivayet edilen isimlerle Kur’an’daki isimler arasında hayli fark vardır.
Çözüm yeniden Kur’an’a dönüşte ve o ana kaynak ölçüsünde hadis ve sünnetleri anlayıp nebevî usûlle İslâm’ı hayatımıza ve toplum hayatına, siyasal hayata geçirmeye çalışmaktadır. Selam olsun bu gayreti gösteren Kur’an ve Sünnet çizgisindeki her yaştan gençlere…
Bu yazı toplam 4614 defa okunmuştur