Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Halk/cumhûr, gerçek başkanını seçebilecek mi?

Türkiye, 10 Ağustos’da gerçek mânâda bir ‘cumhurbaşkanı’nı, ilk kez ‘cumhûr’ / halkın ekseriyeti eliyle seçecek.. Bu seçime 2  iki ay kaldı.Bu zamana kadar seçilen 11 cumhurbaşkanına kısaca bakalım..

Bu zamana kadar seçilen 11 cumhurbaşkanına kısaca bakalım..

M. Kemal, cumhuriyet rejiminin fakat adını ilan etti, birkaç arkadaşıyla o zamanki 335 sandalyeli Meclis’in 157 üyesinin reyiyle.. (Yani, yarıdan bir fazlayı teşkil eden 168 rakamından 11 noksanla..)

Ve, fiilen bir sultan ve diktatörden başka bir şey değilken, kendisini bu yeni rejimin cumhuriyet rejiminin ‘reis-icumhur’u / cumhurbaşkanı ilan edip,15 sene boyunca tam bir diktatör olarak hükmetti.. Hattâ öyle ki, o reis-i cumhûr / cumhurbaşkanı sıfatı bile kesmedi onu ki, döneminin diğer ünlü diktatörleri gibi kendisine yeni bir isim daha almak ihtiyacını hissetti ve soyadı kanunu çıkartarak, ‘Atatürk’ soyadını büyük bir tevâzu’(!) ile soyadı kabul etti ve bu soyadının başka kimseye verilemiyeceğini, kimse tarafından alınamıyacağını da kanuna dercettirerek.. Çünkü, o, kendisini cumhurbaşkanı bile saymayıp, mahiyetini, sınırlarını ve özelliklerini hayalinde oluşturduğu türk kavmininin babası olarak isemlendirmekten de meded ummuştur.

Estirilen faşist / devletçi baskı yüzünden, insanlar sahib oldukları soyadlarıyla anılmanın bile başlarına dert açabileceği korkusuyla, acaib isimler almak zorunda bırakılmıştı.. Herkesin zâten soyadı vardı, ama, o isimlerle irtibatlarının kesilmesi gerektiği sosyal baskıyla hissettirildi kitlelere.. Kitleler gerçek soyadlarını kanunî soyadı olarak yazdırmaktan bile korkmuşlar.

Bir kişinin böylesine diktatör olabildiği, Sultanlar zamanında bile görülmemişti. Çünkü, onları en azından ulemâ, frenleyebiliyorlardı..

Bu yeni durumda ise, kanun, onun sözü ve davranışı idi.. Meclis göstermelik idi. Başbakan’ları bile, Meclis’in reyine başvurmadan bir kızgınlıkla vazifeden alıyor, yerine de yenisini getiriveriyordu.

Bir örnek olarak, 1937’de İsmet Paşa’yı azli ve Celâl Bayar’ı başvekil yapmasını onların hâtırâtından okursak, durum iyi anlaşılır.

Celâl Bayar’a -özet olarak-  der ki:

‘Celâl Bey,  hâricî siyaseti (dış siyaseti) ben belirlerim. Elçileri ben tayin ederim.. Müdafaa / Savunma siyasetini ben belirlerim. Generallerin terfi veya azillerini ben belirlerim.. Valileri ben tayin ederim.. Yargının başındakileri ve Emniyet Müdürlerini ben tayin ederim..  Polis şeflerini ben tayin ederim. Maarif’i, okulların müfredatını genel çizgileriyle ben belirlerim.. Vs.

Gerisini, memleket senin elinde, dilediğin gibi idare et..’

 

Ankara Sultanlığı böyleydi..

Ne, ‘Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu /Anayasa’ ve ne de başka kanunlar..

Bugün o kemalist rejimin temel kanûnî yetkileri içinde kalarak hükûmet etmeye çalışan Tayyîb Erdoğan’a saldıranlar, onu diktatörlükle suçlarken, kemalist ideolojiye ve hattâ Atatürk soyadıyla bile yetinmeyip kendisini ‘ebedî şef’ ilan ettiren M. Kemal’in ismine bir korkuluk gibi tutunmakla nasıl bir çelişki içinde olduklarını da herhalde çok güzel ortaya koyuyorlar.

*

‘Ebedî Şef’ kanunen hâlâ yerinde;

‘Millî Şef’in yerinde ise, yeller esiyor..

 

15 yıllık fiilî saltanatından sonra M. Kemal’in ölümü öncesi günlerde ise..

Henüz 15 yıl gerilerde kalmış olan Saltanat rejiminin sindirilmiş kadrolarının yönetimi ele geçirmek için kıpırdanışlar içinde olduğunu hisseder, Başvekil Celal Bayar ve onların liderleriyle görüşür ve ‘Ben insanı önce idâm ederim, sonra muhakeme!..’ diye bir tehdid savurur ve hem onları bir kez daha sindirir ve hem de nasıl bir kemalist / jakoben/ tepeden inmeci adâlet anlayışının adamı olduğunu ortaya koyar.

M. Kemal’in aylarca süren ağır hastalığı sonunda ölmesinden sonra ise..

‘Ebedî Şef’ yine o makamda tutulacak, ama, milletin başında olduğu süreyle sınırlı olmak üzere, bir de Millî Şef’lik kavramı icad olunacaktı.

 

Mareşal Fevzî Çakmak, kendisini cumhurbaşkanı seçtirmesini isteyenlere aldırmaz, Meclis’i kuşatır ve 11 Kasım 1938 günü, (1,5 yıl kadar önce M. Kemal tarafından başvekillikten azledilmiş olan) İsmet Paşa’yı ‘reis-i cumhûr’  ve de ‘Millî Şef’ seçtirir.

Onun dönemi de 12 yıl sürer.. Bu 12 yılın ilk ilk 6-7 yılı, İkinci Dünya Savaşı’nın ağır şartları altında geçer.

14 mayıs 1950 tarihinrde yapılan ilk ve kısmen serbest seçimlerde Demokrat Parti iktidarı kazanır ve Celâl Bayar, Demokrat Parti ekseriyetinin eline geçen Meclis eliyle ‘Reis-i cumhûr’luğa seçilir. Adnan Menderes de başvekil olur. 

O dönem de 10 yıl sürer.

Ve 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’yle, kemalist rejim, bu 10 yıl içinde meydana geldiğini düşündüğü ideolojik sapmaları düzeltme işine koyulur, tıpkı M. kemal döneminde olduğu gibi, dârağaçları yeniden çalıştırılır.

Yeni bir anayasa hazırlanmıştır, darbeciler eliyle..

(Senato ve Millet Meclisi adında) 2 Meclisli bir sistem getirilmişti.

Adnan Menderes’in idâmından hemen sonra, yapılan seçimlerde onun tarafdarı olan kitleler yine Meclis’de yine duruma hâkim olmak üzereydiler.. Samsun’dan senatör seçilen Prof. Ali Fuâd Başgil’in 4. Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi neredeyse kesin idi.

Ama, Başgil’in bindiği tren, İstanbul’dan Ankara’ya iki günde bile ulaşamıyacak ve o yolculu İsviçre’de noktalanacaktı. Çünkü, onbinler treni hemen her yerde durdurup, tekbîr sadâları arasında kurbanlar kesiyordu.

Ne var ki, o tren, Ankara- Etimesut’a geldiğinde darbeci generaller, Başgil’i trenden indirip (Etlik semtinde olduğu sonra anlaşılan) bir bilinmeyen yere götürdüler. Başgil kaybolmuştu, nerede olduğu bilinmiyordu..

Darbeciler, Başgil’den Cumhurbaşkanlığı’na aday olmayacağına dair bir taahhüdnâme imzalamasını istediler. O, kendisi aday olmayabileceğini, ancak, Meclis’deki arkadaşları tarafından aday gösterilirse, ona karşı çıkmasının düşünülemiyeceğini söyleyebildi.

Ve.. Başgil’e senatörlükten istifa ettiğine dair bir kağıdı imzalattılar ve ‘gözlerinin iyi görmediği’ gerekçesiyle iddia, tedavi için (!), İsviçre’ye gönderdiler.

 

C.Başkanlığı seçimleri hep sancılı geçti..

İnşaallah bu kez, böyle olmaz..

 

Ve Meclis, askerlerin kuşatması altında, tek aday olan 27 Mayıs İhtilali’nin lideri olan General Cemal Gürsel’i 4. C. Başkanlığı’na seçti.. Resmî olarak büyük şenlikler yapılıyordu, ağzını bıçak açmıyan halk kitleleri ise, kan ağlıyordu.

Gürsel, 1965’te uzun bir rahatsızlık sonunda komaya girdi, 7 ay kadar süren bir ‘koma’dan çıkmasının artık imkânsız olduğu ve çıksa bile, vazifesini yerine getirmesinin mümkün olmadığına dair bir tıbbî rapor sonunda, dönemin Genelkurmay Başkanı General Cevdet Sunay, 5. Cumhurbaşkanı olarak seçildi.

C. Sunay’ın süresi biterken..

Türkiye, yine bir diğer askerî darbenin pençesinde idi.. 12 Mart 1971 Askerî Müdahelesi’nin.. Askerî yetkililer nasıl isterlerse, öyle bir yönetim oluşturulmaya çalışılıyordu..

Dönemin Genelkurmay Başkanı General Faruk Gürler,  Sunay’dan sonrası için ‘aday’ gösterilmişti. Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa etmiş, C. Başkanı Sunay’ın kontenjanından senatör seçilmişti. Artık, Gürler, geleceğin C.Başkanı olarak resmî makam ve kuruluşları gösterişli bir şekilde ziyaret ediyordu.

Ama, Meclis’de başlayan oylamalar bir türlü netice vermiyordu. Meclis’in üzerinden savaş uçakları pike uçuşları yapıyorlar, Meclis’in camları çatlıyor ve yine de netice alınamıyordu. (Ki, o dönemi anlatırken, Bülend Ecevit, kendisinin de Generaller tarafından ölümle tehdid edildiğini yıllar sonra açıklamıştı.)

Nihayet, eski Deniz Kuv. Komutanları’ndan emekli general (amiral) Fahrî Korutürk’ün ismi etrafında birleşilmiş ve o, 6. Cumhurbaşkanı olarak seçilmiş, General Faruk Gürler de, -halkın o günlerdeki deyimiyle- gürleyip gitmişti..

 

Türkiye’nin sağ-sol kavgaları, anarşi-terör yılları içinde kıvrandığı, koalisyon hükümetlerinin ardı ardına kurulup devrildiği, yenilerinin kurulduğu ve; halk kitlelerinin ekonomik açıdan yokluklar ve pahalılık ateşi içinde çaresiz kaldığı,  şeker, un, pirinç, akaryakıt gibi zarurî ihtiyaç maddeleri için bile, saatlerce değil, günlerde kuyruklarda beklediği ve meşhur deyimle ‘70 sent’e muhtaç olduğu  ve Lüksemburg Dukalığı’ndan 10 milyon (evet; yanlış okumadınız, sadece 10 milyon dolar) borç almak için anlaşma imzalandığı zaman, bunun haber olarak medyadan sevinçle duyurulduğu yıllar..

*

Ama, yeni bir askerî darbenin ayak sesleri daha işitiliyordu.

Ve nihayet, 12 Eylûl 1980 günü, halkımız, başlarında General Kenan Evren’in bulunduğu ‘darbeci generaller’ eliyle bir kez daha ‘kurtarılıyor’du..

O da, bir yeni anayasa yaptırıyor ve o anayasayı kabul edilmesinin, Kenan Evren’in de 7 yıllık bir süre için C. Başkanlığı’na seçileceği mânâsına geleceğine dair bir geçeci madde de yazılıyordu, o anayasaya.. Ve 1982 Anayasası, ‘Ölümlerden ölüm beğen..’ dayatması karşısında kalan halkımıza kabul ettiriliyor ve böylece General Evren de 7. C. Başkanı oluyordu.

*

Generaller resm-i geçidi’ne son verilmişti;

ama, bu kez de, ‘sivil general’ler zuhûr etmişti..

 

Evren’in süresi dolmak üzereyken, yeni generaller bulunmaya çalışılıyordu, kemalistlerce.. Ama, Turgut Özal, onlara bu fırsatı vermedi ve 1989 yılında, kendisini, 6 yıldır iktidarda olan Anavatan Partisi’nin Meclis çoğunluğu eliyle ‘8. Cumhurbaşkanı’ olarak.. Yani, 3. C. Başkanı Celal Bayar’ın darbeyle devrilmesinin üzerinden 30 yıl geçerken; Türkiye, general olmayan bir kişiyi ve dayatma olmayan bir şekilde, ama, Meclis eliyle seçiyor, ikinci bir sivil cumhurbaşkanına yeniden kavuşuyordu.

*

Özal’ın cumhurbaşkanlığı 4 yıl kadar sürdü ve vefatıyla noktalandı.

O sırada Başbakan olan S. Demirel, koalisyon hükûmetinde birlikte olduğu SHP (CHP)’nin desteğiyle, kendisini gürültüsüz bir şekilde ‘9. C. Başkanı’ seçtiriyordu, 7 yıllık bir süre için..

Ve 2000 yılının Nisan’ında da, dönemin Başbakanı Ecevit, 10. C. Başkanlığı’na Anayasa Mahkemesi Başkanı A. Necdet Sezer’i seçtiriyordu, âdetâ tombala çeker gibi bir siyasetle..

Evet, artık Özal, Demirel, Sezer gibi siviller arka arkaşa geliyordu ve generaller silsilesi  veya zinciri kopmuş oluyordu.. Ne var ki, Demirel ve Sezer, kemalist rejimin ideolojisi ve kurumlarının korunması konusunda generallerden daha az general değillerdi.

Özal dönemini bir kenara bırakırsak, Demirel ve Sezer döneminin de yine derin sosyo-ekonomik buhranlar içinde geçtiği, herhalde hâfızâlardadır.

Nihayet, o derin sosyo-ekonomik buhranlar 2002 yılının sonunda, halk kitleleri yeni bir liderle karşılaştı, Tayyib Erdoğan ve onun AK Parti’siyle..

 

Halk yeniden biraz nefes almaya başlamıştı. Ama, Sezer’in C. Başkanlığı sona ererken, kemalist-laik ideolojnin gecebekçileri, karanlık işler uzmanı konumundaki bir takım emekli veya muvazzaf generaller oyunlar hazırlamaya başlamışlardı. Ne var ki, entrikalarının tutup tutmayacağını bilemiyorlardı.

Çünkü, Erdoğan halk kitlelerine umut vermekle kalmamış, halk kitleleri onun şahsında, geçmişte emsaline rastlamadığı tipte, kendinden bir yöneticiyi bulduğunu görmüştü.

O zaman, bu halk desteğini, bu kemalist-laik generaller nasıl bertaraf edeceklerdi? Bunun korkusunu yüreklerinin derinliklerinde hissediyorlardı.

Ve Tayyîb Erdoğan’ın C. Başkanı olacağı beklenirken, generaller de açıkça ve küstahça, ‘Çankaya Köşkü, M. Kemal’in makamıdır, oraya çıkacak olan, hanımının başını açmaya mecburdur..’ diye dayatıyorlardı. Çünkü, AK Parti’nin C. Başkanı seçmesi düşünülen Erdoğan’ın refikası, inancının gereğine göre başörtülü idi ve bunu atatürkçüler kabul edemezlerdi.

Bunun için, TSK’nın da gizli desteğiyle dev gösteriler örgütlenip, ülkenin büyük şehirlerinin meydanlarında onbinler-yüzbinler halinde gösteriler yaptırılıyordu.

Ama, Tayyib Erdoğan ve yakın çalışma arkadaşları da dik duruyorlardı.

 

Muhtıralara boyun eğmeyen Erdoğan, inşaallah yine dik durur

 ve halkın, cumhûr’un ekseriyetinin beklentisini boşa çıkarmaz..

 

Tam o sırada,  27 Nisan 2007 gecesi Genelkurmay Başkanı General Yaşar Büyükanıt tarafından bir muhtıra yayınlanmış ve bununla, Tayyib Erdoğan döneminin kapanacağı sanılmıştı. Ama, geçmişte, bir muhtıra ile hukûmetler devrilirken, Erdoğan dik durmuş ve muhtırayı kanunsuz bir eylem olarak niteleyip reddetmiş ve muhtıra, şaşırtıcı bir şekilde etkisiz hale düşmüştü.

Halbuki, o zamana kadar, bir askerî muhtıra yayınlanması, elinde silah olan güçlerin, başındaki hükûmeti tanımadığı mânâsına geliyordu.

Tayyîb Erdoğan kendisini de seçtirebilir veya gösterdiği birisini de seçtirebilecek bir güçte idi.. Çünkü halk kitleri ona güvenmişti.. O da , ’11. C. Başkanı’  adayı olarak dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü göstermişti. Ama, onun refikası da mestûre / örtülü idi.

Bu kez, Anayasa Mahkemesi devreye girip, Meclis’te C. Başkanlığı seçiminin yapılabilmesi için, üçte ikilik 367 rakamının bulunması gibi geçmişte olmayan bir uygulamayı şart görmüştü ve muhalefet Meclis’e gelmiyordu.. AK Parti’nin sandalye sayısı da 330 civarında olduğundan, bu şart yerine getirilemiyordu.. 

*

Bunun üzerine, Erdoğan, 2007 Kasımı’nda yapılması gereken Genel Seçimleri birkaç ay öne aldı ve bir seçimle yeniden iktidara geldi ve Abdullah Gül’ü 11. Cumhurbaşkanı olarak seçtirdi.

*

Ve şimdi.. Abdullah Gül’ün 7 yıllık süresi de sona eriyor.

10 Ağustos’da yeni bir seçim yapılacak.. 12. Cumhurbaşkanı  ilk defa olarak, halk / cumhûr, doğrudan doğruya kendi reyiyle, seçecek kendi başkanını..

*

Kimlerin aday olacağı, özellikle muhalefet partileri tarafından henüz de belirlenebilmiş değil.. Tayyib Erdoğan’ın kendisi mi aday olur, başkasını mı aday gösterir; bunu kesin olarak söylemek de mümkün değil, henüz.. Ama, ister kendisi aday olsun, ister başkasını göstersin, halk kitlelerinin bu dönemden, genelde memnun olduğu ve daha büyük ve yeni umutlarını gerçekleştirmek için Erdoğan ve kadrosuna destek vereceği tahmin ediliyor.

Muhalefet, henüz adayını bunun için de, belirleyebilmiş değil.. Çünkü, Erdoğan’ın veya göstereceği adayın karşısına aday çıkarmak zor..

*

Ne var ki, seçimin ister birinci turunda, ister ikinci turunda seçilmiş olsun, halkın seçmen kitlesinin yarıdan fazlası tarafından seçilecek bir cumhurbaşkanı’nın, elbette halka karşı sorumluluğu da olacak ve bu da ona, ister istemez, Hükûmet üzerinde, bugüne kadarki cumhurbaşkanlarından çok daha fazla güç ve fiilî yetki verecektir; kanûnî değişikliklere yapılamasa bile..

*

‘Görelim, Mevlâ neyler, / Neylerse, güzel eyler..’

*

yeniakit

Bu yazı toplam 1417 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar