Ahmet Taşgetiren
Hangisi milli politika?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çok güçlü ifadelerle Türkiye’nin “Dış politika çizgisi” haline getirdiği ve kamuoyuna mal ettiği alanlarda geri dönüşlerin ortaya çıktığı bir süreç yaşıyoruz.
Konu birçok bakımdan tartışılıyor. Ben bugün burada bu hadisenin kamuoyuna “milli politika” diye sunulan ve “itirazsız” kabul edilmesi istenen, itirazların “milli politikaya ihanet” gibi algılanması durumunun problem niteliğine ve bazen herkesin motive olduğu olaylarda itirazın ne kadar hayati nitelik taşıyabileceğine temas etmek istiyorum.
Bunun örneklerini dış politikada gözlemlediğimiz gibi iç politikada da görebiliriz.
Eskilerde kamuoyunun 27 Mayıs ihtilaline, 12 Mart muhtırasına, 12 Eylül darbesine hazırlandığını, Yassıada yargılamasında ihtilale maruz kalanların mahkumiyetlerine toplumun bir kısmının inandırıldığını biliyoruz.
Şimdilerde de iktidarın içerde yürüttüğü her operasyona, her yargılama sürecine, her mahkumiyete kamuoyunda haklılık kazandırmak için gerekçeler oluşturduğuna tanık oluyoruz. Bu gibi durumlarda birçok insan “Suçlu olmasalar mahkûm olmazlar” ya da “suçlu olmasalar operasyon yapılmaz” kanaatine kolaylıkla varabilir. Ya da mahkumiyetlere ve gelişigüzel operasyonlara yapılan itirazlar, suçluları, kimi zaman teröristleri korumak gibi görülebilir. Mesela Ergenekon ve Balyoz davalarında “Burada kumpas var” diyebilmek için iktidarın süreçten zarar görür hale gelmesi gerekmiştir. Şayet iktidar zarar görüp tepki gösterir hale gelmese idi, yargılamalardaki çarpıklıklara işaret etmek “darbecileri korumak” gibi algılanabilirdi.
15 Temmuz sonrasındaki operasyonlarda da yüzbinlerce insan işten atıldığında, takibata uğradığında, haklı - haksız cezaevine konduğunda, “At izi it izine karışmasın, kurunun yanında yaş yanmasın” gibi uyarılarda bulunanların “FETÖ’yü koruma” suçlamalarına hedef olmaları gibi. Bu noktada yargı mensuplarının bile hatta Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay seviyesinde suçsuz insanları suçsuz bulmakta zorlandıkları biliniyor.
Bu mesele, dış politika söz konusu olduğunda daha çok böyledir. Çünkü dış politika genelde “devletin politikası” olarak bilinir ve şayet “devletin politikası” ise birçok zeminde süzülmüş, ülkenin ve milletin hayati çıkarları gözetilerek hazırlanmış kabul edilir.
Acaba öyle mi kabul edilmeli?
Ya da politika böyle devlet süzgeçlerinden geçiyor olsa bile, farklı bir politikayı ülke ve devlet için daha faydalı bulmak mümkün değil midir? Ya da bu politikaların icrasında – üslubunda yanlışlıklar olamaz mı?
Bir örnek üzerinde düşünelim: 15 Temmuz gibi bir darbe girişimi yaşandı. 250 kişi hayatını kaybetti, binlerce insan yaralandı. Olağanüstü hal ilan edildi. Türkiye olağanüstü günler yaşadı. O süreç iktidarın kimyasını değiştiren ve içerde yargının vs’nin olağanüstü iklime girdiği bir dönem oldu. İktidar o dönem, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından (buna İçişleri Bakanı Soylu da katıldı) darbe girişiminin arkasında Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) bulunduğunu ilan etti. BAE ile ilişkiler tabii olarak koptu. O gün herhangi bir insanın, BAE ile ilgili iddiaları sorgulaması, “suçlamada daha ihtiyatlı olmak lazım” gibi bir söz söylemesi, “ilişkileri kesmeyin” demesi “hıyanet” gibi görülebilirdi.
Sonra yine Cumhurbaşkanı Erdoğan BAE emiri ile buluştu, barıştı, anlaştı…. Bu defa “milli politika” o oldu. Böyle midir bu işler?
Benzeri Suudilerle yaşandı. Benzeri Mısır’la, Yakında Suriye ile yaşanacak.
Tamam, reel politika densin, anlaşılır, alma bunlara kimse “milli politika” kisvesi giydirip, dokunulmaz hale getirmesin, tartışma dışına çıkarmasın.
Cumhurbaşkanı’nın, Demirel’den iktibasla dediği gibi “Politikada dün dündür bugün bugündür” ise – ki bunun dış politikada en azından güvenilirliği, ilkeselliği göz ardı etme notu gibi ciddi sakıncaları ortaya çıkar- herkesin bu yaklaşımları irdeleme – tenkit etme, tepki gösterme hakkı olmalıdır.
Burada muhalefetin rolü önemlidir kuşkusuz. İktidar muhalefeti “milli politikaya aykırı davranmlak”la suçlayabilir, ama itirazları güçlü gerekçelere bağlayarak toplumla paylaşmak ülke çıkarları açısından hayati önemdedir.
Burada medyanın rolü de hayati önemdedir. Medya kimi zaman habercilikle, kimi zaman etkili yorumlarla
Ülkenin çıkarı açısından iktidarı da muhalefeti de, sorgulayabilir. “Medya rolü” ancak “bağımsızlık”la bütünleştiğinde hayati önem kazanır. İktidarın, güçlü liderlerin gözünün içine bakan, “Embedded – İliştirilmiş” diye ya da “sahibinin sesi” diye nitelenen bir medya, iktidara da ülkeye de fayda sağlamaz. Soru şu: ABD’nin savaş suçunu gören gazeteci mi, örten gazeteci mi daha gazetecidir?
Son zamanlarda dış politikadaki “U dönüşleri” sebebiyle “iktidar medyası” diye bilinen yapıda gözlenen “Ne diyeceğini bilememe hali” tipik bir bağımlılık sendromunun göstergesidir.
Dünya artık “devlet politikaları”nın bile sorgulandığı bir zamanı yaşıyor. Belki bu işler, totaliter yapılarda ciddi bedelleri göze almak anlamına geliyor ama, dünya tek dünya haline gelmiş durumda. Yaparız ve kimse görmez, hayır efendim, görülürsünüz.