Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Hitler Yöntemini Takib Eden İsrail Rejimi ve Filistin

Filistin..

Müslümanların işgal etilmiş, yağmalanmış çalınmış toprağı..

Sionist İsrail rejimi ise..

Müslümanların bu coğrafyasında, 2. Dünya Savaşı’nın galibi olan devletlerin (özellikle de B. Amerika, İngiltere ve Rusya’nın) özel çabalarıyla bu topraklara yerleştirilmiş olan silahlı sionist yahudi çetelerinin işgal, yağma ve gasb üzerine kurulmuş bir kanser uru..

Müslüman halklar ve hele de Ortadoğu müslüman coğrafyaları ise, Osmanlı’nın tarih sahnesinden atılmasından sonra parça parça edilmiş, her bir parça diğerine düşman kılınmış vaziyette..

Bir ortak iradenin ortaya çıkması neredeyse imkansız..

Bu durumdan da sionist İsrail rejimi azâmî faydayı sağlıyor.

İşte yeniden Gazze’yi ve hiç bir uluslararası savaş kuralı tanımaksızın kana  buladı.

Önce, kim tarafından  ve niçin öldürüldüğü henüz açıklanamayın üç yahudi gencinin öldürülmesini bahane ederek, Gazze’ye ağır hava saldırıları yaptı.. ilk anda, onlarca sivil insan hayatını kaybetti.. Sivil yerleşim yerleri, evler, okullar, mescidler tahrib olundu..

Sonra..

Filistin’li 16 yaşında Muhammed Ebu Khudair isimli bir müslüman genç, mescide namaza giderken, sivil oldukları kabul edilen silahlı yahudilerce kaçırıldı ve diri-diri yakılarak öldürüldüğü anlaşıldı.

Ve onun cesedine ulaşılınca..

Sionist İsrail makamları, güya insanî bir hassasiyet göstereceklerini dünyaya göstermek istediler ve ’Bu korkunç cinayetin asla müsamaha ile karşılanmıyacağını, bunun bir yahudi tarafından kabul edilemiyeceğini’ filan  açıkladılar.

Dünyada niceleri bu taktiği yuttu.

’Ahhh, ne güzel..’ denildi, çünkü beklenmiyen bir açıklamaydı.

Ve amma, bu hile, başka bir barbarca cinayetin başlatılması için bir kamuflaj idi. Nitekim, Gazze tarafından kendi topraklarına atılan ve boş arazilere düşen  ve hiç bir can kaybına yol açmayan bir kaç roketi bahane ederek, sionist İsrail rejimi asıl saldırısını tekrar başlattı, Gazze üzerine..

Gazze’de bir devlet yok..

Gazze kuşatılmış bir küçük mekan... 200 km²’yi bulmayan bir küçük toprak parçasında 2 milyondan fazla insan sıkıştırılmış bulunuyor. Bu insanların bir ordusu yok, devleti yok..

Bir mikdar polis gücü ve gönüllü fedailer, düzeni sağlamaya çalışıyor.

Gazze’deki HAMAS ile Batı Şeria’daki El’Feth örgütleri, 8 yıla varan bir ayrılık ve hattâ düşmanlıktan sonra yeniden kağıt üzerinde ’Özerk’ diye gösterilen Filistin Devleti’nin yönetimi konusunda barışıp ellerini birleştirince..

Sionist İsrail rejimi, bu birliği kırmak için, öldürülen o üç yahudi gencinin ve atılan basir bir kaç roketin intikamını almak adına Gazze’ye vargücüyle saldırdı.

Dünyadan ’çıtt’ yok diye hayıflanıyoruz da, ’Daha başka bir şey mi bekliyorduk?’ diye kendimize sormaya cesaret edemiyoruz.

Kaldı ki, dünyadan yükselecek itirazlara, protestolara asla itibar etmiyeceklerini, operasyonlarını planladıkları gibi sürdüreceklerini İsrail rejimi başbakanı Netanyahu açıkça belirtiyor.

Çünkü arkasında, en başta Amerikan emperyalizmi, muhkem bir şekilde, bu cinayetkâr rejimin her yaptığını, ’İsrail’in kendi varlığını korumak ve savunmak hakkı’ olarak mâzur görmeye, her zaman olduğu gibi, taa baştan âmâde..   

En küçük modern imkanlardan bile faydalanamayan, elektrik, su, ve otomobil gibi imkanlardan bile mahrum ve sanki Ortaçağ’da yaşanıyormuşcasına,  şehir içi taşımacılığın bile ancak eşek arabalarıyla yapılabildiği, böylesine ezilmiş bir şehrin sivil insanlarının üzerine, binlerce ton bomba yağdırmak, ne kadar kahramanlıksa, sionist İsrail rejiminin yaptığı da işte o..

Adolf Hitler’in ve Nazi Almanyası’nın 80 yıl öncelerde yahudilere yaptığı söylenen zulümlerin bundan daha şiddetli olup olmadığı düşünülmelidir.

Ve herhalde denilebilir ki, Hitler rejiminden gördükleri ve öğrendikleri zulümleri sionist yahudiler ve İsrail rejiminin yöneticileri başkalarına ve üstelik yoksulluğun en dibinde yaşayan bir halka karşı tatbik ediyorlar.

Ve başta hahamları olmak üzere, yaşlı-genç onbinlerce sivil insan da, uzaktan, Gazze üzerine atılan bombaların kocaman alev dalgaları meydana getirerek patlayışını ve evleri yıkışını uzaklardan, ellerinde dürbünler, zevk ve heyecanla temaşa ediyorlar, film ve fotoğrafla o ’mutlu’ anlarını tesbit ediyorlar.

Bu sahneler karşısında, Gazze halkı, dünyadan ve elbette herkesten önce de, biz müslümanlardan yardım bekliyor, ve belki de, başka insanlardan da insanlık vicdanı adına bir beklentileri de olabilir.

İnsanlık vicdanı hâmuş.. Tam bir suskunluk..

Dünya, hattâ müslüman gruplar bile bir araya geldiklerinde, Dünya Kupası maçlarını üzerinde, Gazze’den daha fazla konuşup saatlerce tartışmaktalar..

TRT ekranlarından Filistin’in çaresiz halkının feryadları aktarılırken, ’arab rejimleri’nin bu çaresiz insanların ağzından suçlandığı ifadelere daha bir öncelik ve ağırlık veriliyor.

Bu yanlış değil, ama, tam doğruyu da ifade etmiyor ve hiçbirimizin sorumluluğunu azaltmıyor.

Çünkü, ’arab rejimleri’ denilen yönetim mekanizmaları ve kadrolarının hemen herbirisi, onlara hayat hakkı veren uluslararası emperyalist odakların izninden bir milim dışarı çıkamazlar.

Türkiye sanki farklı mı? O da, aynı emperyalist güçlerin düzenlemeleriyle sımsıkı zincire vurulmadı kı?

Yüreğiniz yansa da, o ki ordunuzu NATO’YA vermişsiniz, NATO’dan ayrılmadıkça, -ki, ondan ayrılmak da o kadar kolay değildir- silahlı güçlerinizin İsrail rejimi için bir tehlike oluşturmayacağını bizler bilmesek bile, İsrail rejimi ve arkasındaki Amerikan emperyalizmi gayet iyi biliyor.

İran’ın hattâ 2500 km. menzilli füzeler bile yaptığı kendi resmî açıklamalarıyla sâbit iken.. Onun da kendi coğrafyası dışındaki mekanlara direkt olarak müdahalesi düşünülemez.

Atılan nutuklardan, o nutuklar gücünde bir yaptırım gücü beklenmemelidir.

Her devlet, tek bir irade altında birleşilmedikçe, bu devletlerin veya rejimlerin herbirisi, direkt olarak kendi coğrafyalarına yönelik bir tehlike ve saldırı olmadıkça, bir savaşın içine direkt olarak yer almanın sorumluluğunu yüklenemezler. Çünkü sonunun nerede-nasıl biteceği bilinmeyen bir dipsiz kuyu gibidir, savaş..

Müslüman dünyanın bu perişanlığı ve parçalanmışlığından da, sionist İsrail rejimi niye azâmî şekilde faydalanmasın?

Nitekim, İkinci Dünya Savaşı öncesinde de, Hitler, savaşa bulaşmanın sorumluluğunu göze alamıyanların tedbir adına sergiledikleri siyasetlerden istifade ederek, bir çok engelleri daha önceden gerçekleştirmiş ve İngiltere, Fransa  gibi devletler bu duruma seyirci kalmışlardı.

Sonra, hepsi birden yandılar.

Ve bugün, sionist İsrail rejimi de, Filistin’de işgali altında tuttuğu müslüman halka tıpkı Hitler Almanyası’nın  yahudilere yaptığı en ağır baskıları, zulümleri uygularken; dış siyasette de de tıpkı Hitler gibi hareket ediyor ve savaş ateşinin içine girmek sorumluluğundan kaçınılacağının kesin kanaatiyle ve üzerinde de NATO dahil, bütün şeytanî güçlerin şemsiyesinin bulunduğunun idrakiyle, elinden gelen barbarlığı sergiliyor..

*

12 Temmuz günü, sionist İsrail rejiminin meclisindeki bir kadın milletvekili Ayelet Shaked, Gazze’ye düzenlenen saldırılara destek vererek, ’Hepsi bizim düşmanımız ve onların kanı bizim elimizde olmalı. Bu öldürülen teröristlerin anneleri için de geçerli. Annelerin de, oğullarının peşinden gitmeleri âdaletiln gereğidir.. Ölmeliler ve evleri yıkılmalı ki bir daha terörist yetiştiremesinler!’  

Evet, üstelik de bir kadın olarak bu kadar canavarca duygular taşıyan  bir sionist anlayışın sadece ona mahsus olmadığını, hemen bütün sionist yahudilerin de bu duyguyu paylayaşabileceğini düşünebiliriz.

Müslümanların ortak yarası olan Filistin’e yapılacak en etkili yardım, müslüman coğrafyalarındaki başkentlerden ve oralardaki emperyalist kuklası rejimleri devirmekten geçer. Yoksa, herkes birbirinine karşı düşman olarak kaldıkça, sionist rejiminn cezasını sadece Allah’dan beklemek gibi bir noktadan ileri geçeceğimiz düşünülemez, herhalde..

*

Diyarbekir’de yaşlı kadınların bir bedduası vardı, çaresiz kaldıkları zamanlarda  ’Zulmü artsın, inşaallah..’ derlerdi..

Sorardık, ’Zulmün artmasına nı niye istiyorsunuz?’

’Evladım derlerdi, zulümleri artsın ki, gayretullah’a dokunur.. Benim başka gücüm yok..’

*

Müslüman coğrafyalarında seçimler, niye hep böyle buhranlı oluyor?

Afganistan’da cumhurbaşkanlığı seçiminde Dr. Abdullah Abdullah ilk tur seçimde yüzde 45, en çok oy alan ikinci aday olan Eşref Ganî Ahmedzai ise, yüzde 31’de kalmıştı. Seçim ister istemez ikinci tura kalmıştı.

Bu arada, Talibân’ın ’Bu seçimlere katılmanın şer’an haram olduğunu ileri sürüp, oy kullandıkları parmaklara sürülen boyadan anlaşılan kişilerin parmaklarının kesileceği tehdidleri vardı ve bunlardan bazıları gerçekten de yerine getirildi.

İkinci tur seçimlerde ise..

İlk turda aday olan ve ilk iki aday dışında kalan diğerleri, Suûdî rejiminin ve Amerika’nın daha bir tercih ettiği anlaşılan Eşref Ganî’yi destekleyeceklerini açıkladılar.

Ve yapılan ikinci tur seçimleri öncesinde, birinci turda elenen adayların hemen tamamı, Eşref Ganî’yi desteklediklerini açıklayıp tarafdarlarından da öyle bir tercihte bulunmalarını istediler. Bu tercihde Suûdî rejiminin etkileme yöntemlerinin etkili olduğu söylenmekte..

Ve ikinci tur seçimlerdin ilk neticeleri açıklandığında, Eşref Ganî’nin yüzde 56 oy aldığı, Dr. Abdullah Abdullah’ın ise, ancak yüzde 44’lerde kaldığı açıklandı, Yüksek Seçim Komisyonu tarafından..

Bu netice üzerine Dr. Abdullah, ’Beni parça-parça da etseler, bu neticeyi kabullenmiyeceğiz ve bize oylarını bize emanet edenlerin hukukunu korumak için gerektiğinde, paralel bir devlet kuracak ve asla itaat etmiyeceğiz.’ diye çok tehlikeli bir açıklama yaptı.

Ve bunun üzerine, Amerikan Dışbakanı John Kerry başkent Kabil’e gelip her iki tarafla da görüştü ve ’paralel bir devlet yapısı kurulmaya kalkışılması halinde, bunun, Amerika’nın Afganistan’a yapacağı yardım projelerinin bu durumdan olumsuz yönde etkileneceğini’ açıkladı.

Şimdi, Kerry’nin baskısı üzerine, en çok yolsuzluk yapıldığı iddialarının yapıldığı ileri sürülen ve her iki adayın tarafdarlarının yoğunluklu olarak b. bulunduğu bölgelerdeki 3,5 milyon oy’un yeniden sayılması kararlaştırıldı.

*

Endonezya’da da cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı, geçtiğimiz hafta.. 240 milyon nüfusuyla, en çok müslümanı bünyesinde barındıran bu devletin cumhurbaşkanlığı seçiminde de ortaya buhran çıktı..

Çünkü her iki aday da seçimi kendisinin kazandığını ileri sürüyor. Üstelik alınan oyların yüzdesi de birbirine çok yakın..

Joko  Widedo’nun oyların yüzde 52’sini aldığı ileri sürülüyor.

1966-98 arasında ülkeyi 32 sene yönetmiş olan Muhammed Suharto’nun damadı olan General Prabovo Subianto ise, seçimleri asıl kendisinin kazandığını ileri sürüyor..

Fakir bir aileden gelen ve fazla bir siyasî tecrübesi bulunmayan eski Jakarta Valisi Widedo, ’yeni bir yönetim anlayışının temsilcisi’ olarak girmişti bu yarışa..

Ülkeyi yıllardır yöneten Susilo Bambang Yudhoyono’nun yerine aday olan Bubianto ise, statuko’nun, geçmişin yerleşik yönetim şeklinin ve kadrolarının sürdürülmesi tarafdarı olarak biliniyor.

Bu yüzden de seçim kampanyası çok sert geçmişti. Taraflar sadece siyasî eleştirilerle yetinmeyip, birbirlerini  ’aslında hristiyan, / çin kökenli ve yabancı sermayenin uşağı’ ya da ’yolsuzluklara bulaşmışlık’ gibi  suçlamalarla oy istemişlerdi.

Şimdi, iki aday da seçimi kendilerinin kazandıklarını söylüyor.

Temenni edelim ki, bu iddialar daha büyük gerginliklere zemin hazırlamadan ve hele de emperyalist devletlerin ve güç odaklarının arabuluculuk ve  yol göstericilik adına sergileyecekleri entrikalara fırsat vermeden, âdilâne ve barışçı bir şekilde noktalansın..

*

Hatırlayalım.. İran’da da, 2009 yazında yapılan seçimlerde Ahmedînejad’ın, ikinci bir dönem için daha kazandığı açıklanınca, seçimlerde yolsuzluk yapıldığı gerekçesiyle büyük protesto ve büyük karışıklıklar meydana gelmişti.

Çünkü, oy verme işlemi biter bitmez, güçlü aday Mîr Huseyn Musevî, seçimi kendisinin kazandığını açıklamıştı.

Ama, seçim sandıklarından Ahmedînejad’ın çıktığı açıklanınca..

Haftalarca, aylarca devam eden büyük karışıklıklar olmuştu. Ki, o seçimin adaylarından olan İslam Cumhuriyeti rejiminin  ilk yıllarında 9 yıl başbakanlık yapmış olan Mîr Huseyn Mûsevî ve İslam inkılabı Hareketi’nin önde gelen isimlerinden Mehdi Kerrubî,  yargılanmaksızın, 5 yıla yakın zamandır, hâlâ da devletin özel bir mekanında ailelerinden bile uzakta ev hapsinde tutuluyorlar ve onlara karşı olanlar da; o seçim karışıklığının İslam İnkılabı rejiminin Saddam Irakı’nın İran aleyhinde başlattığı savaştan sonra karşılaştığı en büyük tehlike  olduğunu belirtiyorlar.

Ki, inkılabın seçkin beyinlerinden iken, henüz inkılabın ikinci yılında, bir suikasdde katledilen merhûm Murtezâ Mutahharî’nin oğlu olan ve iki dönemdir Tahran m.vekili vazifesinde bulunan Ali Mutahharî, geçtiğimiz hafta, Mîr Huseyn Mûsevî’nin, oy verme işlemi biter bitmez, hemen seçimi kendisinin kazandığını açıklamasını hata olarak niteliyor ve amma, Mûsevî’den bir saat önce de Ahmedînejad’ın aynı şekilde bir açıklama yaptığını delilleriyle ortaya koyup, o hatanın hiç gündeme getirilmemesini belirtiyordu.

İlginçtir, Ali Mutahharî, ev hapsinde tutulan bu iki ismin serbest bırakılması için geçen ay İnkılab Rehberi’ne de müracaatta bulunuyor ve İnkılab Rehberi Seyyid Ali Khameneî se, ona verdiği karşılıkta, ’Eğer İmam Khomeynî hayatta olsaydı,  onlara verilecek cezanın çok daha şiddetli olacağını, ama, şimdi, onlara içinde bulunulan özel şartlar dolayısiyle, yine de ra’fetle, mülayemetle davranıldığını’  belirtiyordu. Bu açıklama da gözardı edilemiyecek bir önemde olsa gerek..

*

Mısır’da iki yıl önce yapılan seçimleri kazanan Muhammed Mursî’nin,  ’pahalılığı ve zamları önleyemediği ve ülkede güvenliği sağlıyamadığı’ gerekçesiyle 3 Temmuz 2013 günü, General A. Fettah es’Sisî  tarafından yapılan bir askerî darbe ile devrilmesinden 10 ay kadar sonra..

Kendisini göstermelik bir seçimle, Mısır cumhurbaşkanı seçtiren General Sisî, şimdi, pahalılığı önleyebilmesi için kendisine en az iki yıllık bir mühlet verilmesi gerektiğini söylüyor. Ve darbeye karşı gösteri yapanlar üzerine , darbenin ilk hagtalarında öldürdüğü binlerce insana ek olarak, halen de ölüm kusuyor.

*

Geçtiğimiz ay Irak’da yapılan seçimlerde ise, Nurî Malikî tek başına iktidar olamasa bile, Amerikan işgalinin hediyesi olan anayasaya göre çok güçlü bir makam haline getirilen Başbakanlığı bırakmak niyetinde değil ve nasıl bir çözüm yolu bulunabileceği de kestirilemiyor. Suriye’de Haziran başında, 50 yıllık Baas diktatörlüğünün kuralları içinde ve ülke halkının üçte birinin yerinden yurdundan olduğu bir perişanlık içinde yapılan göstermelik seçimlerde ise, önceden planlandığı üzere, Beşşar Esed, kendisini yeniden ve halkın yüzde 80-90’nın desteğini kazanmış bir kimse gibi göstermeye yarayan bir seçim daha yaptırdı.

Yığınla arab rejimleri ise, onlar zâten, göstermelik bile olsa seçim yaptırmıyorlar, zorbalıkla, kılıç veya servet gücüyle; zer ve zor gücüyle saltanatlarını sürdürüyorlar; halklarını ise, koyun sürüsü gibi görüyorlar.

*

Evet, seçimler hele de son 50-60 yılda müslüman toplumlarda da yapılmaya başlandı, amma, henüz, onun neticelerini kabullenmek açısından, büyük açıklarımız var ve devreye yığınla iç ve dış entrikalar, fitneler dâhil oluyor, başağrıtıcı ve utanç verici tablolar çıkıyor karşımıza..

Bu durum, ülkenin idaresine el koyan bazı odakların, ülke idaresinde halkın rey ve iradesine sormanın, başvurmanın gereğine ihtiyaç duymamalarından, böyle bir geleneğin yerleştirilememiş olmasından da ileri geliyor.

Halbuki, Kur’an-ı Mubîn, ’müslümanların kendi toplumlarını nasıl yöneteceklerini’  Şûrâ sûresinde, mu’minleri, ’onlar işleri aralarında şûrâ yoluyla, istişare yoluyla görürler..’ meâlinde beyan etmektedir.

Ve amma.. 1876’da Osmanlı’da, ilk Meclis-i Meb’usan kurulmaya başlanırken.. 

Âyette geçen ’beynehum / aralarında..  kelimesindeki ’hum’a kimlerin dâhil olacağını bir türlü kestirememişlerdi. Genellikle anlaşılan, ’Padişah efendimizin etrafındaki kimseler..’ deniliyordu.. Onlar da mâlûm, ulemâ, vuzerâ ve umerâ, âlimler, vezirler, kumandanlar vs. idiler. 

Halk ise..

Halk, ancak, vergi verir, askere gider ve itaatle mükellef olurdu.

Halk’ın, reyi, görüşü mü olurdu?

Ve haydi o sistemin adı saltanat idi, mazur görülebilirdi, denilsin.. Cumhûr’un irade ve tercihlerinin hâkim olacağı iddiasıyla kurulan Cumhuriyet döneminde de durum değişmedi, cumhûr adına denilerek zoraki cumhûriyet uygulamaları ve halkın, cumhûrun haberi bile olmaksızın, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın liderlerinin tayinleriyle milletvekili yapılan isimler..

1950’da zencirler biraz gevşetilince, biraz halk biraz rahat nefes almaya başlayacak gibiydi, ama, bu, 10 yıllık bir uygulama, askerî darbe ile, kemalist dikta yönetimine dönüşün anayasa kurallarına bağlandığı bir dönem başladı. Arkasından da her 10 senede bir, arka arkaya askerî darbeler yapılır hale geldi.

Şimdi ise..

Cumhûr’un, halkın iradesi üzerine vurulmak istenen zencirler tekrar kırılmaya çalışılıyor.

*

Şimdi, Türkiye’de de bir cumhurbaşkanlığı seçimi  yapılacak, 10 Ağustos günü.. Ve cumhurbaşkanını, ilk kez, bizzat cumhûr/ halk kendisi seçecek..

Tartışmalar giderek şiddetleniyor.

HDP m.vekili Pervin Buldan açıkça, ’Çözüm Süreci’nin, ancak Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi halinde ilerleyebileceğini belirtiyordu geçtiğimiz günlerde.. Yani, tarafdarlarına ’oyunuzu ona göre verin..’ demek istiyordu, zımnen.. Her ne kadar, HDP Gen. Başkanı Selahattin Demirtaş, c.başkanlığına aday olup, bunun tersini söylüyor ve ona göre oy istiyorsa da..

Eğer Pervin Buldan’ın dolaylı da davetinin esasen müslüman kürd halkının beyninden ve vicdanından da yansıdığı düşünülürse, Erdoğan’ın ilk turda yüzde 55’leri aşan bir oyla seçilebileceği tahmin edilebilir.

Ama, öyle değil de, hiç bir aday, yüzde 50’yi aşamaz da ikinci tur’a kalınırsa,  işte o zaman, perde gerisi karanlık pazarlıklar dönemi yeniden başlatılmaya çalışılır ki, Tayyîb Erdoğan’ın böyle pazarlıklara girmeyeceği tahmin -ya da en azından temenni- olunur. Ve öyle bir ikinci tur seçiminin neler getireceği kestirilemez de..

CHP ve MHP ise, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını önlemek için ellerinden gelen her oyunu tezgahlamaya çalıştılar, karşısına çoğu kimsenin aklına gelmiyen ve siyasetle pek işi olmayan Ekmeleddin Mehmed İhsanoğlu’nu aday gösterdiler. Onun aday gösterilmesi bile, ülkenin, büyük çapta halkın değerlerine itibar edecek, saygı gösterecek kimselerin aday olması gerektiğini onların da anlamış olmaları açısından ilginçtir.

Kemalist-laik rejiminin kurucusu olmakla övünen CHP’nin, 90 yıllık bir katı-laik-oligarşik dikta heveslerinden elçekmemişken, şimdi, kendi  ideolojik istikametinde kimseye aday göstermeye cesaret edemeyip, İhsanoğlu gibi bir ismi bulup, bu konuda MHP’yi de yedeğine alması, gerçekte, büyük bir çaresizlik ve ric’at / geri çekiliş hareketidir.

Şimdi tek hedefleri, Tayyîb Erdoğan’ın seçilmesini önlemek..

Bunun için de, halkın karşısına kendi adamlarıyla çıkmak yerine, seçimi kazanacağından korktukları ismi nasıl olup da durduracaklarının politik entrikalarına ve kurnazlıklarına başvuruyorlar.

Ama, ilginçtir, onlar da, Ekmeleddin -Ekmel isminden kafiye oluşturmaya çalışırken, ’Ekmel’den ’ekmek’ kelimesine yol bulabildiler ve ’Ekmek için Ekmeleddin..’ gibi, tuhaf ve ortaokul seviyesindeki çocukların zekasıyla icad edebilecekleri bir slogan ürettiler. İhsanoğlu da, kürsü adamı olmadığından, konuşacak bir şey bulamayınca, şimdi devamlı o ’ekmek mihveri’  etrafında döndürüp dolaştırıyor sözlerini..

*

Dileyelim ki, ortaya çıkacak tablo, müslümanlar üzerinde daha fazla oyun oynamaya zemin hazırlamasın..

haksöz

Bu yazı toplam 1147 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar