Selâhaddin Çakırgil
Hoşgörü"nden "hoşkörü"ne; tahammülden tahammülsüzlüğe..
Hayreddin Karaman Hoca, Yeni Şafak"ta, 7 Ağustos 2011 günü yayınlanan "Tahammül mü, hoş görmek mi?" başlıklı yazısıyla tartışmaların odağı haline geldi...
Kimisi karşı çıktı; kimisi, az bile buldu..
Tartışma sürüyor..
Hayreddin Hoca şöyle diyordu, -özetlemek, yazının mentalitesini bozabileceğinden- aynen:
"Bir Müslüman imkanlar ve şartlar elverdiği takdirde İslam ahkâm ahlak ve âdâbının hakim olduğu, kimsenin aleni olarak bunları çiğneyemediği bir toplumda yaşamak ister. Yine imkan bulduğunda, şartlar müsait olduğunda, düzelteyim derken bozma ihtimali bulunmadığında, daha büyük sakınca doğurmadığında her Müslüman, aleni (açıkça, kamuya açık yerde) dine, ahlaka, âdâba aykırı bir davranışa -engellemek veya ıslah etmek maksadıyla- müdahale etmekle yükümlüdür.
İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- "onların aykırı filleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi" tedbirlere başvurulur.
Bir Müslüman yukarıda özetlediğim imkanlardan mahrum ise, çok dinli, çok kültürlü, çok ahlak anlayışlı bir toplum içinde yaşamak durumunda kalmış ise ne yapacaktır?
Şartlar müdahaleye ve düzeltmeye müsait olmadığına göre bunu yapamayacaktır.
Şartlar, ötekilerden ayrı bir mekana yerleşip orada kendi inancına göre yaşamaya elverişli değilse bunu da yapamayacaktır.
Geriye beraber, yan yana yaşama şıkkı kalıyor.
Şimdi bir apartmanda, bir sokakta, bir mahallede eşcinselinden sarhoşuna, nikahsız birlikte yaşayanından (zina edenlerden) kumarcısına, Müslümanları sevmeyenlerden düşmanına, sokakta sevişenden çıplağına... kadar birçok insanla yan yana yaşıyoruz. Peki dindar Müslümanların bu insanlara karşı iç ve dış tavırları ne olacaktır?
İç tavırdan başlayalım:
Müslüman bu davranışları asla beğenemez, bu fiillerden nefret eder, imkan bulsa düzeltme ve engelleme niyetini muhafaza eder.
Dış tavır olarak da dine, ahlaka ve âdâba aykırı davranışı çekinmeden, gözünün içine baka baka, meydan okurcasına sergileyen insanlara cesaret verecek, davranışlarını meşrulaştıracak tavırlardan sakınır. Onlar kötü halleri içinde iken en azından tebessümünü esirger.
Durum böyle olunca çoğulcu bir toplumda yaşayan Müslümanın farklı olanlarla zorunlu ilişkisinin adına ben ısrarla "hoşgörü" değil, "tahammül" diyorum.
Bu yazıma tepki gösterecekler, "bu ayrımcı, bölücü, birlik ve beraberliği zedeleyici" bir yazı diyecekler olacak; bunu biliyorum. Ama bir Müslüman, farklı olanlarla arasındaki farkın "farkında olmak" mecburiyetindedir ve dindarlık bakımından en önemli tehlike bu "farkında oluşun" ortadan kalkmasıdır. Şartlar öyle getirdiği için farklılığa tahammül ederek, kimsenin -düzen tarafından verilmiş- hak ve hürriyetine müdahale etmeden yaşamak başkadır, hoş olmayanı hoş görmek başkadır."
*
Hayreddin Hoca"nın bu yazısı; değişik yerlere çekildi.. Kimisi, "Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler kurulmasının", kimisi "müslüman olmayanlara gettolar oluşturulmasının istendiği"nde söz etti..
Halbuki, Hayreddin Hoca"nın, böyle bir talebi olmamıştı.. Ama, özellikle de laikler, paranoid korkularıyla bu mânaları çıkarmışlardı, o yazıdan.. Halbuki, Hoca, tartışmalar üzerine ikinci bir yazısında İslam toplumu"ndan, İslam inancının hâkim olduğu bir sosyal yapıdan sözettiğini belirtiyordu.. Ve, İslam toplumu ibaresinden muradının da, İslam Devleti olduğunu belirtiyor ve "İslam toplumunda -ki, İslamî devleti kastediyorum- bu, ahlaka ve dine aykırı fiiller için ayrı mekanlar ihdas edilebilir" dedim. Bunun demokrasilerdeki örneği, ayrılmış yerlerdeki genelevlerdir." diye açıklıyordu, 11 Ağustos tarihli yazısında.. Ve, aynı yazıda, bir okuyucunun bir internet sitesindeki yorumunu da kendisini açıklamaya yardımcı olduğunu belirterek aktarıyordu: "Üstad diyor ki, sen ibadetini elbette yapacaksın, (...) "eşcinsel, zâni, alkolik, lezbiyen vs" tarzı hayatı yaşam felsefesi yapmış, bunu bir de savunup hatta normalleştirmeye çalışan insanlara (...) hocam, "İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- 'onların aykırı fiilleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi' tedbirlere başvurulur." Burada anahtar kelime İslam toplumu, öncelikle biz islamî bir toplum değiliz, belki "Müslümanların çoğunlukta olduğu topluluk" denebilir; dolayısı ile yukarıdaki kavram bir islamî gerçeği söylerken bizim Türkiye'deki sistem içinde uygulanabilir değil; zaten yazar da bunu ifade etmiş. Bir de madalyona şu tarafından bakın: Karşı komşunuz eşcinsel ve iki erkek aynı evde, alt komşunuz lezbiyen ve iki kadın hatta bazen kadınlar aynı evde, üst komşunuz da alkolik ve her gün başka hatunla, sizin de 16-17 yaşında kız ve oğlunuz var ise, giderken onları evde bıraktığınızda gözünüz arkada kalmadan emin olur musunuz? Ha zaten sorun yok derseniz bu yazı sizi bağlamıyor, hayatınıza devam edin, eleştirmenizin de bir anlamı yok, hocam letafetinden az bile söylemiş. (...). "Biz ayrı yerde yaşamayı istiyoruz ama imkan yok buna" demiş. "O zaman iç içe yaşamaktan mutluluk duymuyorum" demiş. "Sadece tahammül ediyorum" demiş. Ben de böyle düşünüyorum. Keşke bizi ayırsalar ama imkan yoksa yarı çıplak, gayri ahlaki yaşam süren insanlarla Müslüman mutlu mesut yaşam süremez. Bu gerçeği kabul etmek lazım. (...) "
Evet, konunun özeti, bu..
Her ne kadar, Hayreddin Hoca, o okuyucunun "biz İslam toplumu değiliz.." sözünü itirazsız aktarmış olsa bile..
Çünkü, bizim toplumumuz, katı kemalist-laik bir rejimin pençesinde olsa bile, müslüman bir toplumdur, topluma hâkim olan kanunlar İslam"a göre şekillenmiş olmasa bile, yine de noksan bir İslam toplumu"dur, bir müslüman toplumdur..
*
Soranların niyeti ne olursa olsun; sorular mâkul ise, onların da cevabı düşünülmelidir..
Hayreddin Hoca"nın yazısına, 9 Ağustos günü, Hürriyet"ten Ahmet Hakan "Süper tehlikeli bir yazı" başlığıyla dikkati çekiyor ve şöyle diyordu:
"HAYRETTİN Karaman Hoca Yeni Şafak'ta bir yazı yazdı.
Yazının özellikle şu bölümü önemli:
"Bir Müslüman imkânlar ve şartlar elverdiği takdirde İslam ahkâm, ahlak ve adabının hâkim olduğu, kimsenin aleni olarak bunları çiğneyemediği bir toplumda yaşamak ister. Yine imkân bulduğunda, şartlar müsait olduğunda, düzelteyim derken bozma ihtimali bulunmadığında, daha büyük sakınca doğurmadığında her Müslüman, aleni (açıkça, kamuya açık yerde) dine, ahlaka, adaba aykırı bir davranışa engellemek veya ıslah etmek maksadıyla müdahale etmekle yükümlüdür".
Açıkça söylüyorum:
Hayrettin Hoca'nın bu yaklaşımı, "süper tehlikeli" bir yaklaşımdır.
Oruç tutmayana kötek atıldığının emarelerinin görüldüğü bir toplumda yaşıyoruz.
Böyle bir toplumda...
Saygın bir din âlimi, "Her Müslüman dine, ahlaka, adaba aleni olarak aykırı bir davranışa müdahale etmekle yükümlüdür" diye yazarsa...
O toplumda ortalığı "durumdan vazife çıkaracak" müminler kaplar.
Bu müminler, Hayrettin Hoca'dan "kapı gibi" fetvayı kapmış olmanın gönül rahatlığıyla raconu keserler.
Hem de kendilerine göre bir din, kendilerine göre bir ahlak, kendilerine göre bir adap tanımı yaparak...
Kimine göre mini etek adaba aykırıdır, kimine göre oruç vakti sigara içilmez, kimine göre erkeğin kulağına küpe takması dine terstir, kimine göre cuma vakti sokakta dolaşılmaz, kimine göre eşcinsel kovalamak ibadettir.
Ayrıca...
"Müdahaleyi gerektiren aykırılıklar" meselesi de gayet belirsizdir. (...)
Hayrettin Hoca yazısında "Nasıl bir müdahale?" sorusuna da yanıt vermemiş.
Bu durumda...
Müdahalenin biçimi de kişiden kişiye göre değişecektir.
Mesela adam...
- Munisse kibarca ikaz eder...
- Hafif sertse kaşlarını çatar.
- Ağır abiyse sopayla saldırır.
- Bitirimse bıçak çeker.
- İş bitiriciyse kurşun atar.
Hayrettin Hoca bize söyleyebilir mi acaba?
Hangi müdahale daha İslami?
Hayrettin Hoca şimdi çıkıp da "İyi ama ben "düzelteyim derken bozma ihtimali bulunmadığında' diye bir çekince koydum" demesin.
Çünkü...
"Düzelteyim derken bozma ihtimali bulunup bulunmadığı" meselesi de fena halde belirsizdir.
Adamın biri "bozma ihtimalinin bulunduğunu" düşünür, diğeri ise düşünmez. Adamın biri sakınca görür, diğeri ise görmez.
Ne yani?
"Aykırı durumla karşılaşan mümin birey", Hayrettin Hoca'yı arayıp "Hocam aykırı bir durumla karşılaştım, müdahale etmem halinde düzelteyim derken bozmuş olur muyum?" diye fetva mı isteyecek?
Peki tam da fetva istenirken "aykırı duruma yol açanlar elden kaçarsa" ne olacak?
Hayrettin Hoca "Ama ben İslam'da var olan "emri bil maruf', yani "iyiliği emretme' anlayışından söz ediyorum" diyebilir.
Bu tür bir savunma, işaret ettiğim belirsizliklerin doğuracağı sakıncaları ortadan kaldırmaz."
*
A. Hakan, müslüman bir aile ve camianın içinden çıkıp laik semtte karar kıldığı için, görüşleri peşin bir eleştiri ve hattâ redd ile karşılaşabilir.. Ama, dile getirdiği argumanlar üzerinde yine de düşünülmeli değil mi?
*
İlginç bir "karşı taraftan bakış ve düşünme" / empati şekli..
Resul-i Ekrem (S)"den gelen bir rivayette, "bir söz, hareket veya davranışın karşınızdaki etkisini anlamak istiyorsanız, kendinizi onların yerine koyunuz" mânası vardır..
Şimdilerde empati dedikleri durum, yani..
Hürriyet"in eski Gen. Yy. Md. E. Özkök de, Hakan"dan bir gün sonra, "Müslümanları gettolara kapatalım' başlığı altında şunları yazıyordu:
"ŞU cümleleri dikkatle, altını çizerek okuyunuz.
"Bir (laik), imkânlar ve şartlar elverdiği takdirde, (laik anlayışın) hâkim olduğu, kimsenin aleni olarak bunları çiğneyemediği bir toplumda yaşamak ister."
İkinci cümle de:
"(Laikliğe) inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler, ama bu uygulama (laiklerin) hayat ve anlayışlarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse (laik toplumda) onların aykırı fiilleri için "özel mekânlar ihdas edilmek gibi' tedbirlere başvurulur."
Aynen şöyle diyorum:
"Eğer laikliği benimsemeyen kişiler laik nesillerin yetişmesine mani olacaksa, onları "gettolara kapatmak' gibi tedbirlere başvurulur."
Ne diyorsunuz?
Kendini "İnançlı bir Müslüman olarak kabul edenleri, Müslüman hayat tarzına uygun biçimde yaşamak isteyenleri" gettolara kapatma fikri size nasıl geliyor?
Bir de kollarına pazubent yapıştırırsak harika bir fotoğraf olur.
MERAK ETMEYİN Bu düşünceler bana ait değil.
Kimseye de ait değil.
Ancak, yukarıdaki yazıda geçen "laik" kelimesinin yerine "inançlı Müslüman" kelimesini koyun, karşısına da, "dine, ahlaka, adaba aykırı yaşamak isteyenler" ifadesini koyun ve bir de öyle okuyun.
İşte bu yazı gerçek.
Dün Ahmet Hakan'dan okudum. Yeni Şafak gazetesinin geçen pazar günkü sayısında yayınlanmış.
Yazarı da, İslam'ın yaşayan en önemli fıkıh bilginlerinden biri sayılan Hayrettin Karaman.
Hayrettin Karaman, "Her Müslüman, kamuya açık yerlerde, dine, ahlaka, adaba aykırı bir davranışa müdahale etmekle yükümlüdür" diyor.
Ancak Ahmet Hakan'ın yazısında söz etmediği bir cümle daha var ki, bundan da vahim.
"İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- "onların aykırı fiilleri için özel mekânlar ihdas edilmek' gibi tedbirlere başvurulur."
Yanlış mı okuyorum?
Karaman Hoca açıkça, "İslam adabına aykırı davrananlar gettolara kapılmalı" diyor.
Ancak yazının tamamını okumak lazım.
Karaman Hoca, "Bugün mutlaka bunu yapın" demiyor.
Üç şartı var:
Şartlar müsaitse;
Düzelteyim derken bozma ihtimali yoksa;
Daha büyük sakınca doğurmadığı takdirde; bu kişilere müdahale edilmeyecek, gettolara kapatılmayacak.
Yazıda, "o şartların hangi hallerde müsait olacağına" dair somut bir işaret yok.
Dolayısıyla, "günün birinde bu şartların oluşabileceği ihtimaliyle" yaşamak zorundayız.
Peki bu şartların elvermediği durumda, "inançlı bir Müslüman" ne yapacaktır?
Karaman Hoca, "Geriye beraber, yan yana yaşama şıkkı kalıyor. Şimdi bir sokakta, bir mahallede, eşcinselinden sarhoşuna, nikâhsız birlikte yaşayanından (zina edenlerden), kumarcısına, Müslümanları sevmeyenlerden düşmanına, sokakta sevişenden çıplağına.. kadar birçok insanla yan yana yaşıyoruz" diyor.
"İnançlı Müslüman'ın" onlara karşı tavrı nasıl olacaktır.
Karaman Hoca iki tavırdan söz ediyor:
İÇ TAVIR: "Müslüman bu davranışları asla beğenmez, bu fiillerden nefret eder, imkân bulsa düzeltme ve engelleme niyetini muhafaza eder."
DIŞ TAVIR: "Dine, ahlaka ve adaba aykırı davranışı çekinmeden, gözünün içine baka baka, meydan okurcasına sergileyen insanlara cesaret verecek davranıştan kaçınır. En azından tebessümü eksik eder."
Ve geliyor son değerlendirmesine:
"Bu zorunlu ilişkiye ben "hoşgörü' değil, "tahammül' diyorum."
Bu düşünceleri yazan kişi, herhangi biri olsa, hiç üzerinde durmazdım.
Ama yazan kişi, İslam dünyasında ciddiye alınan bir "fıkıh" uzmanı. Yani, sözlerini ciddiye alacak çok sayıda insan çıkabilir.
O nedenle yazımı, ilk başta yaptığım benzetme ile bitirmek istiyorum.
Türkiye'de, eşcinsel komşusundan, içki içen insanlardan, nikâhsız yaşayan insanlardan hiç hazzetmeyen inançlı Müslümanları gettolara kapatma fikrine ne diyorsunuz?
Bu yazıyı okurken çok iyi bir "Birlikte yaşama testi" keşfettim.
Hepimiz, -özellikle de fanatik fikirlere sahip olanlarımız- kendimize ait düşüncelerin öznesini değiştirip, yerine "nefret ettiklerimizi" koyarak okusak, acaba ne düşünürüz?
Denemek çok basit.
Fanatik laikler için de, fanatik Müslümanlar için de harika bir samimiyet testi olurdu.
Bakalım sonunda kim kimi gettolara kapatıp iç huzuru ile yaşamaya devam edebilecek..."
*
Evet, E. Özkök"ün satırları da böyle..
Ona da, geçmişte, 20 yıl Genel Yy. Md.lüğü yaptığı gazetede ne korkunç cinayetleri işlettirmiş, gözyummuş birisi olması hasebiyle, boşver diyebiliriz, ama, dile getirdiği görüşler, TC. toplumunda, hiç de azımsanmıyacak bir kesim tarafından okunuyor, benimseniyor..
O halde, üzerinde daha bir düşünmek gerekiyor..
Toplumun bir kesiminin neler dediğine, neler düşündüğüne aldırmamak diye bir tavır, öyle davrananları daha bir körleştirir..
*
Bu gelişmeler olurken..
Laik medyada bir vaveyla koptu.. Önce, bir genç hanımın, Erzurum"da oruç tutmadığı için saldırıya uğradığı gibi bir iddia ortaya atıldı..
Bunlar, artık iyice yalama olmuş ve hele de insanların inanç ve duygularının daha bir yoğun yaşandığı kabul olunan Ramazan"larda devamlı piyasaya sürülen iddialardı..
Derken, sonra da, "şortlu bir kıza dayak atıldı.." iddiaları bir vaveyla halinde yükseldi..
İddiaya göre, N. İbrahimoğlu isimli, 17-18 yaşlarında bir kız, isimli antremandan evine dönerken, üzerindeki şortla otobüse binmiş, yanına gelen birisi de, ona, "kamuya açık bir vasıtaya bu şekilde binmemesi gerektiği"ni, toplumun ahlâkını bozduğunu" söylemiş..
Kız da onun sözlerine sözlü karşılık vermiş ve iddiaya göre, adam da kıza bir yumrum atmış güya..
Yine iddiaya göre, otobüsteki kimse müdahale etmemiş, adam da iki durak sonra inmiş.. Tanıklara göre, İETT şoförünün "aracı isterseniz karakola çekeyim, isterseniz polis çağıralım" demesinin ardından kız da, aracı terk etmiş ve nedense aradan bir gün geçtikten sonra da, karakola şikayetçi olmaya gitmiş.. Ama, saldırgan dediği kişi yok, kimliği de bilinmiyor.. Üstelik, kız, orada, hiç şort"tan filan bahsetmemiş, şort"u sözkonusu etmemiş..
Kız yediği yumrrukla dudağının patladığını söylüyor; ama, polis tarafından götürüldüğü Devlet Hastanesi"nde bir darb eseri olduğuna dair bir rapor verilmiyor..
Ve bereket ki, laik medyada yükseltilmeye çalışılan "irtica" yaygarası tutmuyor, kimse aldırmıyor.. Sadece, "taife-i laicus"dan bir avuç insan, şortlarla sokağa çıkıp, o hayalî "şortlu kız saldırısı"na protestolarını bildirmek için, 13 Ağustos günü İstanbul"da sokağa çıkmışlar..
*
Kötülüğe el ile, dil ile, veya kalbî buğz ile karşı çıkmak..
Hayreddin Hoca"nın yazısı üzerine, Yeni Şafak"dan Fatma K. Barbarosoğlu de, 12 Ağustos 2011 günü yayınlanan, "Tahammül ile hoşgörü arasında Müslüman kimliği" başlıkla yazısında, Hayreddin Hoca"nın yazısı etrafındaki tartışmaya katılıyor ve özetle şöyle diyordu:
"...Velhasıl Hayrettin Hoca, Peygamber Efendimizin "Kötülüğe el ile, dil ile olmadı kalb ile karşı koyun. Kalb ile buğz etmek imanın zayıflığındadır" hadisi şerifini çok kültürlü bir toplumda nasıl uygulayacağımızı izah ediyor.
Konuyu medyanın Ramazan gündemi olarak saptırmasını çok önemsemiyorum. Bendeniz açısından daha önemli olan bu hadisi şerifi seküler zihniyetlere anlatamamak değil, bizzat Müslümanlara anlatamamak. Onun için okumakta olduğunuz bu yazıyı lütfen "o tarafa" verilmiş bir cevap olarak değil; seküler dünyada Müslüman kimliğini devam ettirmekte zorlanan bireyler olarak, gündelik hayatta her an karşılaştığımız bir idrak sorunu olarak okuyun.
Meramımı bir örnek üzerinden anlatmaya çalışayım:
Mekân, yaz Kur"an Kursu.
Yüzü gibi gönlü de aydınlık olan hocanım, henüz on iki-on üç yaşlarında çocukluğun sonu gençliğin başında bulunan genç kızlara, Peygamber efendimizin ahlakını anlattı. Efendimizin ahlakının incelikleri üzerinde durdu. Bana dokunmaya yılan bin yaşasın, adam sen de.. tavırlarının Müslümana yakışmayacağından bahsederek efendimizin sözünü nakletti: "Kötülüğe elinizle, olmadı dilinizle karşı koyun. Bunları yapamıyorsanız kalben karşı koyun. Kalb ile buğz imanın zayıflığındadır."
Genç kız atıldı: "Öğretmenin benim annemin imanı zayıf mı şimdi? Geçen gün otobüse bindik. Şoför sigara içiyordu. İkaz et dedim anneme. Annem hiç sesini çıkarmadı. Şoförü engellememiz gerekiyordu değil mi hocam?"
Yukarıda bahsi geçen Hadis-i şerif konusunda zaman zaman hepimizin kafası karışmıştır. Acaba el ile dil ile engelleyebilecek miydim, sükutum imanımın zayıflığına mı delalet ediyor diye düşünmüşüzdür." ve "Müslümanlar olarak İslam ahlakının onaylamadığı, ret ettiği durumlara kalbi mesafe koymakta zorlanıyoruz." diyen Barbarosoğlu, daha sonra, Ahmed Âmiş Efendi adında ve 1920"lerde vefat ettiğini bildirdiği ve Fatih Türbedarlığı yapmış bir âlimin izahına sığınıyor.. Amiş Efendi demişmiş ki: "Kötülüğü el ile, dil ile kalb ile menet. El ile men askerlerin (ki asker yerine belki emniyet güçleri demek daha doğru olacak),dil ile men ulemanın, kalb ile men evliyanın vazifesidir." (!?)
Barbarosoğlu daha sonra sözü Hayreddin Hoca"nın yazısına getiriyor ve şöyle diyor:
"Kalbî mesafe Hayrettin Hoca'nın işaret ettiği gibi tahammül etme ile başlıyor.
Tahammül etmek ne demek? Tahammül etmek ötekileştirme diline, şiddet diline kapı aralar mı? Üzerinde esas durmamız gereken mesele bu.Müslümanın tahammülü nasıl olur?
Tahammülün başlangıcı dua, bitişi duadır. Allah'ım bana ve şu kullarına hidayet nasip et. Hidayetini üzerimizde daim et diyerek dua edebilirsek eğer, "tahammül etmek" in şiddet diline değil, merhamet diline yakın olduğunu daha kolay idrak ederiz.
Eğer karşılaştığımız olumsuz durumları "hidayet Allah'tandır" ilkesini unutarak sanki kendi hidayetimizin mutlaklığı üzerinden değerlendirirsek bizi bekleyen tehlike kibre düşmektir.
İman ile kibir bir arada bulunmaz."
Evet, F. Barbarosoğlu"nun bu tesbitleri üzerinde de durulması, düşünülmesi gerekir..
*
Ve, "yaşanabilir İslam talebi"ni de ciddîye almak..
Bir diğer yazı ise, Taraf"da 10 Ağustos 2011 günü, (Bilkent Üni."de sosyoloji doktorası adayı bir akademisyen olduğu anlaşılan) Ayşe Sözen imzasıyla ve "Müslümanca yaşamak üzerine düşünmek" başlığıyla yayınlandı. Yazar, "Hocamız Hayrettin Karaman"ın "Tahammül mü, hoş görmek mi" yazısı beni çok şaşırttı ve Müslümanca yaşama üzerine de düşündürdü.." diyerek girdiği yazısında şöyle diyordu, özetle:
"... kendisini her zaman dikkat ve hürmetle takip ettiğim saygıdeğer Hocamız Hayrettin Karaman"ın yazısını okuduğumda karmakarışık duygulara kapıldım. "Tahammül mü hoş görmek mi?" başlığı ile yayımladığı yazısı, bir Müslümanın çokkültürlü, çok ahlaklı, çok dinli bir toplumda nasıl yaşayacağına ilişkin idi. Özetle, bir Müslümanın müdahil olamadığı bir düzende farklılıklar içerisinde yaşarken bunlara hoşgörü değil ancak tahammül gösterebileceğini, başkalarını kötü haller içerisinde gördüğünde onlardan "tebessümünü esirgeyeceğini" söyleyen bir yazı idi. Özel yaşantısında hiçbir "öteki"den tebessümünü esirgemeyeceğine en az adım kadar emin olduğum değerli Hocamın söyleminde bu sertliği seçmesi idi belki de beni şaşırtan. Belki de genel olarak Müslümanların ve dindarların bireysel yaşantılarında çok daha hoşgörülü, şiddetsiz ve gülen hayatlar yaşarken söylemlerindeki bu sertlik tercihi idi.
Şaşırtan pek çok boyutu olduğu gibi düşündüren boyutları da çok oldu yazının. Müslümanca yaşama üzerine düşündürdü. Müslümanca üretme üzerine. Müslümanca çalışma, Müslümanca yönetme, Müslümanca bakma, Müslümanca gülümseme üzerine" (...) toplumsal yaşamın kodlarına ilişkin yorum ve değerlendirmeleri önemsemeyen biri değilim. Bilakis siyaseti toplumsal yaşamın yönetimine formül arayışları olarak okuyan biriyim. Bu yüzden birlikte yaşamak üzerine yazılan, çizilen, söylenen her şey çok ilgimi çekiyor. Ancak özellikle bu toplumsal yaşamın gerekliliklerini din ile birlikte yorumlayan saygıdeğer hocalarımdan rica ediyorum, bize yaşanabilir bir İslam"dan bahsedin.
Rasim Özdenören "Kimileri, İslam deyince bize çok uzak gelen, bu dünyada yaşanması imkanı bulunmayan bir ütopyadan söz açılıyormuş gibi bir izlenime kapılıyor: sanki İslam yaşamamız için indirilmiş bir din değil de, zihinsel bir spekülasyon" İslamı kavramak derken belki her şeyden önce onun yaşanabilir bir olay olduğunu, İslam"ın bir zihin fantezisi değil, bir hayat tarzı olduğunu anlamak gerekir" demişti eseri "Müslümanca düşünme üzerine denemelerde" (İz yayınları, 1997: 84-85).
Şimdi çağdaşlarımız ve biz bu kadar global bir dünyada, iletişimin ışık hızında olduğu, kültür ve değerlerin önlenemez geçişkenliğinde, farklılıklar ile birarada yaşamanın kaçınılmaz olduğu bir çağda tebessüm etmekten mahrum bırakılmanın ötesinde bir "Müslümanca yaşama önerisi bekliyoruz". Müslümanları okumaya, düşünmeye, üretmeye teşvik eden yaşam modellerinden konuşalım istiyoruz.
Ve bırakalım da İlahi Hakikatin göz kamaştırıcı aydınlığı bütün alemleri ve yaşantıları kuşatsın"
Sürç-ü lisan etti isek affola""
Evet, bu akademisyen hanımın satırları da, özetle böyle..
**
Tahammülden tahammülsüzlüğe geçiş mesafesinin kısalığını da unutmadan..
Ayşe Böhürler ise, Yeni Şafak"da 13 Ağustos 2011 günü, "Hangi tahammül" başlığıyla özetle şunları söylüyordu:
"Müslümanca yaşamak üzerine yılar önce çok daha fazla kafa yorardık. Daha çok entelektüel tartışmalar yapardık. Teoriler, kitaplar, klasik ve modern karşılaştırmalar yapar ütopik hale getirdiğimiz bir İslam toplumu hayalleri beslerdik. Hatta o yıllarda bir toprak parçası alıp üzerine ev yaparak, benzerlerimizle birlikte pure İslam yaşamak hayallerini beslemeyen kimse yoktu. Benzerlerimiz ile birlikte iken daha Müslümanca yaşayacağımıza ilişkin kanımız çok güçlüydü. Orada günahkâr insanlardan uzak kalacak, günahın cazibesinden kedimizi de çocuklarımızı da koruyacaktık. Bu kavilden evlerimize televizyon falan da sokmayacak, çocuklarımızın günah kutusundan etkilenmesine fırsat vermeyecektik. Sonra aslında günahsız bir toplum oluşturma arayışının kendisinin, dinin içeriğine aykırı olduğunu, en önemlisi de öteki günahkârlardan izole olsak da kendi günahlarımızdan kaçamayacağımızı, nefsimizi izole edebileceğimiz bir mekân olmadığını anlayıp bu sevdadan vazgeçtik. Dışarıdakiler değil içerdeki günahlar daha çok ilgi alanımıza girdi. Zamanla gördük ki Müslümanca yaşamanın kalıbı dıştan şekillendirilemiyor. İyinin ve kötünün mücadelesi insanın içinden başlayarak her yerde devam ediyor. Kendimizi taşıdığımız her yere öteki günahkârı da taşıyoruz aslında.
Ayrıca öteki günahkârlarla aleni olarak birlikte yaşamak zorunda kalmadığımız "İslam devleti" olarak bilinen toplumlarda da birçok gizli günah barınmıyor mu? (...) İslam dünyasında krallardan bazılarının eşcinsel olarak adı geçiyorsa, Irak'taki savaşın ardından evsiz kimsesiz kalan göçmen kadınların sığındıkları ülkelerdeki mahalleri fuhuş merkezi haline getiriliyorsa... Müşterilerin çoğu en Müslüman ülkelerden geliyorsa... Cariye hükmü zinaya kılıf oluyorsa... Çalışanlara köle gibi davranılıyorsa... Uyuşturucudan, alkole birçok şey görünürde yasaklanıp gizliden göz yumuluyorsa... (...)
Gelelim, (...) Hayreddin Karaman'ın yazısına: "İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- "onların aykırı filleri için özel mekânlar ihdas edilmek gibi" tedbirlere başvurulur. Bir Müslüman yukarıda özetlediğim imkânlardan mahrum ise, çok dinli, çok kültürlü, çok ahlak anlayışlı bir toplum içinde yaşamak durumunda kalmış ise ne yapacaktır?"
Bu soruya Hayreddin Karaman'ın verdiği cevap beni yazının başında sözünü ettiğim yıllara götürdü. Karaman hoca o yıllarda böyle bir yazıyı yazar mıydı bilmiyorum ama bu yazı zamanının ötesinde, Müslümanca yaşamak üzerine her dönem önemli olacak bir soru üzerinde düşünmemize vesile oldu. (...)
Bu yazıyı tartışmaya değer bulmayanlar da, konuyu bir fetva gibi algılayanlar da olsa bu konu son günlerin en önemli tartışmalarından birisinin fitilini ateşledi. Bu yazının sorusu (...) bizzat dindarların kendilerinin samimiyetle tartışması gereken bir konudur. Ötekilerin eline koz verecek diyerek bu tartışmadan kaçmak konformist bir tutumdan başka bir anlam taşımaz. Karar vermemiz gerekiyor, din zihinlerimizi özgürleştiriyor mu köleleştiriyor mu?
Ayrıca zaten hoca yazısının böyle bir tartışmaya sebep olacağını, söylediklerinin ayırımcılık olarak algılanabileceğini bizzat kendisi söyleyerek tartışmayı başlatmıştır. (...) Bu yazı toplumun her kesimi tarafından tartışılmalıdır. Çünkü Hayreddin Karaman; konuyu dini değil toplumsal yaşam üzerinden ele almıştır. Günah işleyenin hali ile başladığı cümleleri, çok kültürlü bir toplumda yaşam modeli üzerinden genel tartışmalara bağlamıştır. (Yaşam modeli konusunda fikir ileri sürmek için illa alim olmak gerekmiyor.)
Toplumda zaten sıkça tartışılan bir mevzuda bir din adamı olarak taraf olmuştur. Tahammülden tahammülsüzlüğe geçmenin aralığının ne kadar kısa olduğunu başörtülü birisi olarak çok yakından bilirim. (...) Yazıda bahsedilen buğz Allah'a itaattin gereği, bireyin kendi bünyesinde dışarıya yansıtmadan yaşayacağı kalbi bir hal midir, yoksa imkanın olunca da gerekeni yapmayı gerektirecek bir durum mudur. Karaman Hoca'nın bu duruma da bir alim olarak açıklık getirmesi gerekir.
Bir dini otoritenin böyle telkinlerde bulunmasının toplumdaki yankılarının sert olması durumu bir sorumluluk getirmez mi?
Karaman hoca birilerinin özgürlük alanlarına müdahil olunabilir demiştir yazısında.
Bu, toplumdaki ayrışmayı ve yarıkları derinleştirecek bir etkiye sahip değil midir. Dini bir hükmün ötesinde sosyolojik etkileri olan meseleye ilişkin herkesin, hocamın deyimi ile onu anlamayan cesur cahillerin görüşleri de önemlidir. Yorum yapanları kötü niyetle suçlayan yaklaşımın bizzat kendisi, bir başka tahammül edilmesi gereken durum gibi görünüyor.
Hoş, tahammül insanın ötekilerin arasında değil bizzat kendi mahallesinde sıkça hissettiği bir durum değil mi?"
*
Evet, Ayşe Böhürler"in yazısı da böyle..
Hayreddin Karaman Hoca"nın ele aldığı konu, son derece hassas bir konu olup, üzerinde her müslümanın kafa yorması gerekir..
Burada, Karaman Hoca"nın yazısı üzerine başlayan tartışmalardan, üzerinde dikkatle durulması gerekenlerden bir demet sunulmuştur..
Sahi, biz ne diyeceğiz?
*
"Şer"an kızılması gereken konuda kızmayan kişi, iman lezzetini tadmamıştır!"
Geçmişte, modern teknolojinin en son yeniliklerini ilk önce deneyen, istifade eden müslümanlardan birileri, yıllarca önce, "Artık post-modern bir çağa giriliyor, öyleyse, müslüman toplumlar sanayileşmemeli.." gibi uçuk laflar ederdi.. Bu gibi uçuk lafların etkisi o kadar etkili olmaz..
Ama, Hayreddin Hoca"nın ele aldığı konu, dile getirmiş olsalar da olmasalar da, çoğu müslümanın zihnini meşgul etmekte, fiillerine şekil vermektedir.. Tıpkı, televizyonlarda, "ne kadar çok salâvat , o kadar çok huri var.." diye, soytarılık yapan ve müslüman erkeklerin birer sex manyağı gibi gösterilmesine vesile olabilecek mahiyetteki konuşmaları yapan kişininki gibi, toplumun her kesimini derinden etkiler, etkilemelidir..
*
"Fakir" bu konuda, "hoşgörü"ye yakın durmayan birisiyim.. Çünkü, ahlâksızlık ve zulm olduğuna inandığımız davranışlara "hoşgörü" ile bakmamız, sonunda bizi her çirkinliği normal karşılayan bir "hoş körü" durumuna düşürür diye endişe ediyorum.. Hattâ, o kadar, zekâ seviyeleri bakımından toplum ölçülerinin altında kaldığına inanılan kimselerin veya küçük çocukların, farkında olmadan bütün yaptıklarına bile, "hoşgörü" ile bakılması mümkün değildir..
Tamam, başkalarının yaşayış tarzına müdahale hakkımız olmamalı, ama, ahlâksızlıkları, sapıklıkları ayyuka çıkmış kimselerin yanımıza gelip oturmasından veeya onlarla aynı ortamda bir arada bulunmaktan müslüman olarak nasıl rahatsız olmayız?
Tahammülde ise..
Evet, tahammülün içinde, hiç değilse, kötülüklere, ahlâksızlıklara karşı, bir "hınç" vardır ve bu, saygı duyulması gereken bir haldir.. Doğrudur, bu "hınç"ın kontrolsüz veya kontrol edilemiyecek çapta bir sosyal patlamaya dönüşmesi tehlikesi de daima vardır.. Bunu, zaman zaman Anadolu"da, bazı ahlâksızlıklar karşısında, hattâ, İslamî mükellefiyetlerini yerine getirmek açısından son derece zayıf oldukları düşünülen bazı şehirlerde bile, sanıkların sığındığı karakolların ateşe verilmesi gibi sert tepkilerde de görüyoruz; ama, bu bile, toplumun sağlıklı olmaya özlemini yansıtmıyor mu?
Tamam, gelişigüzel bir hışımla değil, ama, bütün beşerin hayrına olduğuna inandığımız temel insanî prensiplerin ayaklar altına atılmak istenmesine karşı, yerinde kullanılmasının şuûruyla kılıflanmış bir kutsal hınç duygusu da terkedilmemelidir..
İmam Şâfî"den nakledilen, "şer"an kızılması gereken bir konuda kızmayan kişi, iman lezzetini tadmamıştır.." şeklindeki söz ne kadar düşündürücüdür.
haksöz