Selâhaddin Çakırgil
’İnanmak isteyene, yeteri kadar ışık vardır, istemeyen için ise, her şey
Binlerce yıldan beri, süren bir tartışmadır, tanrı inancı veya inançsızlık..
Aslında; inanmıyanlar da, Hasan Âli Yücel’in ’Hulyâ..’ isimli şiirinde, ’Bu türlü dinsizlik, diyanetimdir, benim..’ dediği üzere, bir şeye inanıyorlar; inançsızlığa, boşluğa..
Çünkü, inançsızlıklarının aklî bir temeli yok; mücerred/ soyut bir redden ibaret..
’Tanrı, İlah, Khuda, God, Div, Theo, Dieu’ vs. isimleri, tanrı inancının çeşitli dillerdeki yansımalarıdır. Müslümanlıkta ise, ’tanrı’/ ilah inancının aslına işaret olunur: Allah..
Lailahe illallah.. (Allah’tan gayri ilah/ tanrı yoktur..) Yani, İslam, diğer ’tanrı’ telakkilerinin bâtıl ve insana zulüm olduğunun bildirimi ve onların reddi üzerinde, ’tevhîd’ (birleme) inancı üzerinde yükselir. Ve ’ilahî vahy’e dayalı bütün dinlerin özü de bu inanç üzerine kuruludur. Ve‚ İslam, ’vahy-i ilahî’ye dayalı bütün dinlerin aslî ve ortak ismidir..
Keza, iman bir kalbî kabul ve tasdik ile gerçekleşir, tartışmalarla değil.. Ve bu, kalbî kabul ve tasdik de mutlak mânada olmalıdır, şüphe edildiğinde ise, o artık ’iman’ değildir..
Bu açıdan ’tanrı’ inancına bağlananlar kadar, reddedenlerin de mes’elesi, kalblerindedir, temelde; akıllarında değil.. Her akıllı insanın, her şeyin yaratıcısı ve yaradılışın kanunlarının koyucusu olarak bir ’tanrı’nın varlığını kabul ve tasdiki şart olsaydı, inanmıyanları akılsız sayıp, sorumlu saymamak gerekirdi..
Ancak, inançlılar ve inançsızlar arası zıdlaşma, ve tarafların birbiriyle mücadelesinde, karşılıklı reddiye ve hattâ suçlamalar insanlık tarihini doldurmaktadır, kaçınılmaz olarak.. Özellikle, miladî -19. yüzyıl pozitivist/ materyalistlerinin geliştirdiği ve ’En hakikî murşid, tecrübî ilimlerdir..’ görüşünün, toplumlara hattâ resmî ideolojiler ve devlet dayatması şeklinde sunulması da bu mücadelenin bir parçasıdır.. Halbuki, kişi, tanrı inancına bağlanır veya bağlanmaz..
Bu, tartışmayla veya zorla değil, kalbî kabul ve tasdik yoluyla olur..
Tanrı inancını kabul eden kişinin, İslam açısından mu’min sayılabilmesi için de Allah inancını kabul ve ona teslimiyeti gerekir.. Bunun için de, Allah’ın ulûhiyetinin, tek ilâhlığının mahiyet ve sınırlarının kavranması gereklidir, tabiatiyle.. Ki, İslam inancında, Allah’ın zâtî ve subûtî sıfatları, bunun anlaşılması için belirlenmiş temel çerçevenin ölçülerini verir.. Böyleyken, televizyonlarda, bazı yaldızlı isimler tarafından yazılmış kitabların reklamı yapılırken, herşeyi iyice cıvıtan bir sunuşla, ’Allah’ın varlığını isbatlayacak’, ’İslam’ın hakkaniyetini reddedecek kimse kalmayacak..’ gibi iddialı ve ciddiyetten uzak lafların hergün ve sürekli tekrarlanması, konunun hangi noktalara düşürüldüğünü göstermektedir..
Herkesin dünyaya bakış ve idrak açısına göre, kendi bulunduğu yerin tam karşısındaki kişi veya anlayışı karşı/ zıd kutub olarak bilmesi, tabiîdir.. ’İnanç/ inançsızlık’, ’tanrı inancı /athéism’ gibi zıd kutublar da bunun bir gereğidir.. Veya, ’mu’min/ munkir’ kutubları..
Bir yazarın makalesinde, dünyaca ünlü ’ateist’ bilgin Richard Dawkins‘in ’Tanrı Yanılgısı’ (‚The God Delusion‘) adlı kitabından sözediliyor, bunun ’Tanrı var mı, yok mu’ tartışmasıyla sınırlı bir felsefe kitabı olmadığını, bir ’ateist’in, inançlı insanlar karşısına hangi ’bilgi’, ’sav’ ve ’itiraz’larla çıktığını gösterdiğini yazıyordu..
Aynı yazar, bir başka yazısında da, ‚İyi ahlâk‘ için din şart mıdır?’ konusunu gündeme getiriyor ve yine Dawkins‘ten sözediyor ve onun tartıştığı konulardan birinin de, ’Din olmadan da ahlâklı bir insan olabilir miyiz?’ sorusu olduğunu aktarıyor ve ’Eğer bu dünyada yaptıklarımızın hesabını vereceğimiz bir ‚ öteki dünya‘ yoksa… O zaman ’koyver gitsin’ şeklinde mi yaşayacağız?’ sorusuna Dawkins’in cevaplar verdiğini söylüyor ve bu arada, Harvard Üni.‘den psikolog, biolog ve antropolog Marc Hauser‘in deneylerinin, insan düşüncesine nakşolmuş, belki de doğuştan gelen bir ’ahlâk grameri’ olduğunu gösterdiğini ve insanların çoğunluğunun, dindar olsunlar ya da olmasınlar, ahlakî problemlere aynı cevapları verdiğini anlatıyordu; bazı deneme örneklerini de zikrederek..
Halbuki, o örneklerde zikredilen hususların, gerçekte, bütün canlıların, o, ’can’ denilen elle tutulmayan, ancak müşahede olunan hayat proğramına, bir ayrı ve üstün güç tarafından ’kodlandığı’nı, ’tanrı inancı’nın aklî gerekliliğine delil gösterenler de vardı ve onlar, bazı ’fıtrî ahlâk kuralları’nı da böylece izah ediyorlardı..
Bu noktada merhûm Mehmed Âkif’in fazilet hissinin ancak Allah korkusundan kaynaklandığını dile getiren ünlü mısraları bir daha düşünülmeli ve üzerinde tartışılmalıdır.
’Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı, Yezdân’ın;
Ne irfânın kalır tesiri, katiyyen; ne vicdanın.. (…)
Meğer kalbinde Mevlâ’dan tehâşî hissi yer tutsun,
O, yer tutmazsa, hiç mânâsı yoktur kayd-ı nâmûsun..’
Fakir’e öyle geliyor ki, Allah’u Tealâ kendisini tanıyamıyanlar da dahil, her insanın genlerine yaratışta, bir takım ahlâk kodları yerleştirmiştir.. İstisnalar olsa bile, genelde hemen bütün insanlarda bir ahlâk ve utanma duygusunun olması bunun bir işareti olarak ele alınamaz mı? Kaldı ki, hattâ bu hissin insan dışındaki bazı yaratıklarda bile varlığı gözlemlenebilmektedir.
İşte bu noktada, ’athéist’ler ise, her şeyin ’tesadüfen’ öyle olduğunda ısrar ediyorlar; diğerleri de, ’tanrı’ inancının kaçınılmaz olarak kabul edilmesi gerektiğinde.. Ki, Richard Dawkins, TIME dergisine Kasım-2006 başında verdiği mülâkatta, ’Bilimsel ilerlemeler, insan vücudunu hatta duygu ve davranışlarını ’gen’lerin belirlediğini gösterdi. Genetik yapımız milyarlarca yıllık bir süreçte değişti ve sonuçta modern insan tesadüfen ortaya çıktı..’ diyordu..
Buna karşılık, bütün dünyada en önemli ’gen’ uzmanı olarak tanınan (ve 82 yaşına kadar en ünlü ’athéist’ bilginlerden sayılan ve de iki yıl önce Tanrı’nın kabul edilmesinin kaçınılmaz olduğunu söyleyen ve ’bunu ölümün kenarına geldiğim için söylediğim sanılmasın’ şeklinde açıklama yapmak zorunda bile kalan) ve 1993’ten bu yana ’Human Genome Research Institute’un direktörlüğünü de yapan Dr. Francis Collins ise, 2400 kişilik bir ekiple yaptıkları araştırmalarda, 3 milyarlık bir dizilimden oluşan insanın genetik yapısının harikulâdeliği karşısında, ’Genetik yapımızın mükemmelliği, ancak Tanrı’nın eseri olabilir..’ noktasına geliyordu.
Kaldı ki, araştırmalar, insan beyninin doğuştan ’tanrı’ inancına programlı olduğu görüşünü de daha bir güçlendiriyor. Sözkonusu araştırmacılara göre, insan, ’tanrı’ya inanmaya programlı’ olarak yaratılıyor ve çocukların gelişme sürecinde yaşadıkları dinî eğilimler de, aslında doğdukları anda beyinlerinde bulunan inanç merkezlerinde temellenmeye başlıyor.
Bristol Üni.’de gelişim psikolojisi profesörü Bruce Hood’un yaptığı araştırmalar sonucu elde ettiği bilgilere göre, insan beyni inançlara doğuştan ve fizikî olarak bağlantılı.. Bu fizikî bağ da insan gelişiminin sonunda dine inancın gelişmesinde gerekli psikolojik tabanın oluşmasında önemli bir rol oynamakta.
Dinî duygu ve deneyimlerin beynin belirli bir bölgesindeki aktiviteye bağlı olması teorisi üzerine yapılan başka araştırmalarda elde edilen sonuçlar da, Hood’un bulgularıyla uyum göstermekte.
İddialara göre beynin bu bölgeleri ruhanî hislerin algılanması için elektrikli faaliyetlerde bulunuyor. Hood’un elde ettiği bulgular, ’Tanrı Yanılgısı’ isimli kitabın yazarı Richard Dawkins gibi dine inancın, az eğitimden ve küçük yaşta dinin doktrinleştirilmesiyle gerçekleştiğini düşünen ateistler için tezad teşkil etmekte.
Araştırma sonuçlarını Britanya Bilim Derneği’nde açıklayan Prof Hood’a göre, inançlardan uzaklaşmaya, onları terk etmeye çalışmak nafile.. Çünkü onlar beynin en temel seviyesinde bulunuyor. Yani, insan, kesinlikle bir şeye, bir kutsala inanmaya muhtaç..
Hood şöyle diyor: “Araştırmalarımız gösterdi ki; çocuklar, tabiî yolla ve sezgi gücüyle dünyanın nasıl döndüğüne ilişkin inançlara sahip olabiliyorlar.”
’Büyüyüp geliştikçe, bu inançlar yerini daha mantıkî yaklaşımlara bırakıyor. Ama, mantıkdışı, tabiatüstü inançlara inanma eğilimi de bu inannma eğiliminin bir başka tarafı..”
Dawkins ise buna karşılık, ’Dinin kamusal hayat üzerindeki rolü artıyor. Bilime dayalı yeni bir inanç sistemi kurmalıyız..’ diyordu.. 150 yıl öncelerde‚’pozitivizmin, materyalizmin, inançsızlığın peygamberi’ olarak görülen ve amma, sonunda ’La Religion d’Humanité (İnsanlık Dini)’ diye uyduruk bir ’din ve ibadet sistemi’ kurmaya çalışan ve getirdiği sistemin kendi ölümünden önce iflasını gören August Comte’un düştüğü çaresizlikle..
Batı dünyasının kültürel kaynakları açısından, ’bilim’ (aklî delil) ile ’vahy-i ilâhî’ kaynaklı din (naklî delil) arasındaki mücadelenin kaçınılmazlığı kabul edilebilir. Ama, Batı dünyasında Kilise’nin topluma sistematik şekilde dayattığı dogmatik anlayışla, insan aklının açılımlarının zıdlaşması sonucu ortaya çıkan epistomolojik (bilgi teorisi etrafındaki) tartışmaları, İslam’ın da bir çözümsüz mes’elesi gibi zannedip, -bazı câhillerin sözünün İslam’a mal edilemiyeceği düşünülmeden- müslümanlara da şırıngalamaya kalkışmak, ’abes’in ötesinde zulüm olur..
Evet, ’İnanmak istemeyen için, herşey kap-karanlıktır; inanmak isteyen için ise, yeteri kadar ışık vardır..’
Mes’ele, bir idrak ve Yüce Hakikat’e teslimiyet mes’elesidir..
*
dirilişpostası