İran Neden Tehdit Altında ?
Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah'ın Şehid Günü dolayısıyla yaptığı önemli açıklamaların tam metni:
Şehid Günü
Euzu billahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Hamd âlemlerin rabbi Allah'a, salât ve selam peygamberimiz ve peygamberlerin sonuncusu Ebu Kasım Muhammed Bin Abdullah'a, onun temiz ve pak ehline, seçilmiş ashabına ve bütün peygamberlere olsun. Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.
Öncelikle şehitlerimizin ruhlarını selamlıyor ve onlara Fatiha süresinin sevabını hediye ediyoruz.
Her yıl bugün aynı bayrağın ve aynı çadırın altında şehitlerimizi anmak için buluşuyoruz. Hizbullah, ilk baştan beri kendi şehidi için bir gün seçti. Ve bugüne Hizbullah Şehidi Günü ismini verdi. Bütün direniş gruplarının, direniş hareketlerinin ve bölgedeki direniş halklarının kendilerine ait şehitleri vardır. Onların da kendileri için anma günü seçmeleri doğal bir haktır. Aslında Şehid Günü'nü ihya etmek, tüm şehidleri senelik anma mesabesindedir. Ümid ediyoruzki Lübnan'da vatan şehidini anma günü ilan edilir. Ordudan güvenlik güçlerine, siyasi hareket şehitlerinden Lübnan'ın tüm evlatlarını ve bütün direniş hareketlerini içine alan milli bayram olmasını temenni ediyoruz.
Başlangıçta, Hizbullah şehidi hakkında konuşmadan önce diğer direniş gruplarından bütün şehit kardeşlerimizin önünde saygı, takdir ve övgüyle eğiliyoruz. Onların bütün çabalarını, vermiş olduğu kurbanları, özverilerini, Lübnan'ı bağımsızlaştırmak için bu davaya ortak olmalarını ve hedeflerimize ulaşmamıza sağladıkları katkıları takdir ediyoruz. adetimiz üzere olduğu gibi başlangıçta, şehit günü şehitler ve direniş hakkında konuşacağımı belirtiyorum. Sonra da Lübnan'ın iç sorunları ve bölgesel gelişmeler hakkında konuşacağım.
Bugün, bu şehit gününde doğal olarak, bütün Hizbullah şehitlerini anıyoruz. Genel Sekreter Seyyid Abbas'ı, Şeyh Ragıb'ı, Şehit Komutan Hac İmad'ı, İslami direnişin kadrolarındaki şehitleri, şehadet eylemcilerini anıyoruz. Şehadet eylemcileri döneminin fatihi olan şehadet eylemcisi Ahmed Kasir'i, gerek kadın gerek erkek gerek çocuk tüm şehitlerimizi bugün anıyoruz.
Sayısı binleri geçen bu büyük topluluğu yad etmekteyiz. Bu hak yola baş koymuş şehitlerimiz, vatanının, halkının ve ümmetinin bir parçasıdır. Kendi vatanının, ümmetinin sorumluluğunu ve dertlerini yüklenen şehitlerimiz doğru yolu seçmişlerdir. İnandıkları yolda hiç şaşmadan ilerlemişlerdir. Onlar, inandıkları yüce, şerefli davaları için şehid olmayı tercih ettiler.
Bugünün yani 11-11 tarihinin her yıl şehid günü olarak kutlanmasının sebebi, çok iyi bilinmektedir. Şehadet eylemcisi Ahmed Kasir, Sur şehrinde ilk istişhad eylemini bu tarihte gerçekleştirmişti. İsrail askeri karargahını hedef almıştı. Bu operasyon hala, direnişin sergilediği tüm eylemler arasında imtiyaz sahibidir. Şuana kadar gerçekleştirilen en büyük en kapsamlı ve en önemli bir eylemdir. Arap-İsrail mücadelesi sürecinde düşmanı bir şehid karşılığında en büyük hasarı verdiği eylemdir. Düşmanın kendisi, 120, bazen 130 bazen de 140'tan fazla askerinin öldüğünü kendi ağzıyla itiraf etti. Bununla birlikte ihtiyaten şunu söyleyebiliriz. Düşman, aralarında üst düzey generallerin de bulunduğu 100'ü aşkın subay ve askerin öldüğünü itiraf etti. Bu eylemle düşmanın manevi ve psikolojik bir yıkım yaşadığını biliyoruz.
Bu eylemin manevi, psikolojik ve siyasi sonuçları, gerek düşman cephesinde gerekse vatan cephesinde gerçekten de büyüktü. Ben hala Sur şehrindeki İsrail askeri karargahının yıkıntısı karşısındaki duran Şaron'un o bezgin ve umutsuz yüzünü unutamıyorum. Aynı şekilde bu operasyon, direniş tarihindeki kurucu eylemiydi. Çünkü bu eylem, Arap-İsrail mücadelesindeki ilk istişhad eylemidir. Şehadet eylemcisi patlayıcı yüklü aracıyla askeri karargaha girip kendisini patlattı. Bu ilk defa gerçekleşti. Bundan ötürü şehid Ahmed'e biz, Şehadet Eylemcileri asrının fatihi diyoruz.
Bundan ötürü şehid Ahmed, şehadet eylemcilerinin emiri lakabının sahibidir. Çünkü emir, arkada oturan değil önde olandır. Şehid Ahmed, tüm mücahid ve şehitlerin önündedir. Kendisi, öncü bir emirdir. Bu eylem, İsrail'in Lübnan topraklarını işgal etmesinden kısa bir süre sonra gerçekleşti. Lübnan ve bölgedeki bazı kişiler, Lübnan'ın artık sonsuza kadar İsrail işgalinde kalacağını zannediyordu. Bizim artık bu yeni döneme alışmamız ve uyum sağlamamız söylenirken o anda Ahmed Kasir'in şehadet eylemi gerçekleşti. Ahmed Kasir, bu eylemiyle herkese şunu haykırdı: Bu, ne başka bir zaman ne de başka bir asırdır. Bu, direniş asrıdır. İstişhad eylemcilerinin asrıdır. Bizi bekleyen zaferlerin asrıdır.
Değerli kardeşlerim bu yıl kardeşlerimiz şehid günü için yeni bir isim buldular. Bu isim, "Hayat Günü"tır. Bu isimlendirme, %100 doğru bir isimlendirmedir. Hatta bunu en doğru isimlendirme de diyebiliriz. Çünkü öncelikle şehidlerin hepsi diridir. Bunu söyleyen ben değilim. Bunu Ölümü ve hayatı yaratan Allah-u Teala söylemektedir: "Allah yolunda öldürülenleri sakın 'ölüler' saymayın. Hayır, onlar, Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar. Allah'ın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdelemeyi isterler ki onlara hiç bir korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir." (Ali İmran 169-170)
Hala aramızda olanlar, yüce makama ulaşan şehidlerin sorumluluklarını akıllarında ve kalplerinde saklayarak verdikleri sözü unutmadan beklemektedirler. Şehidlerimiz, bu yolu sürdürenleri müjdelemektedirler. Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz. Bilakis onlar diridirler. Ama siz bunu hissetmezsiniz.
Bu, işaret etmek istediğim ilk noktaydı. İkincisi ise şehitler bize hayat verdiler. Hem de nasıl bir hayat! Şerefli ve onurlu bir hayat. Çünkü onlar, ülkemize, halkımıza ve vatanımıza onur, izzet, bağımsızlık, güven, özgürlük, özgüven, şu anımızdan ve geleceğimizden emin olmayı bağışladılar. İşte bu gerçek hayattır. Her insan böyle bir hayatı arzular. Büyük İslam okulu, bize hayatın başka açılarını sunar.
Siyonistler 1982 yılında Lübnan'ın yarısını işgal ettiğinde bütün Lübnan'ı kendi egemenlikleri altına sokmak istediklerinde, tankları, askerleri, sevinç ve mutluluk içerisindeyken, Lübnan sahillerinde büyük bir güvenle yüzerlerken eğer Lübnanlılar, toprakları ve onurları işgal edildiği halde, gençleri, kadınları hapishanelere sürülürken bağımsızlıklarını yitirmişken sadece yemeye, içmeye ve yaşamaya razı olsalardı bu hayata hayat denilebilir miydi? Gelecekleri, meçhule atılmışken eğer zillet, aşağılanma ve itaat etmeye razı olsalardı buna hayat denilir miydi? Asla! Bu, yaşam şeklinde bir ölümdür. O halde şehitler Allah'ın iradesiyle hayat inşa ederler. Allah-u Teala, maddi hayat için doğal sebepler yaratmıştır. Manevi hayat içinse böyle bir hayatı oluşturacak etkenler yaratmıştır. Bunlar, direnenlerin, mücadele edenlerin cidatları, şehadetleri ve iradeleridir. Bu etkenler, süre gelen sebeplerdir.
Bu şehitler, Allah'a ve ahiret gününe imanın meyveleridirler. Aynı zamanda ilmin meyveleridir. İlmin hedefi, düşmana, dosta, önceliklere, zamana ve mekana en doğru şekilde ulaşmaktır. Biz buna basiret diyoruz. İnsan, bu öğelerle basiret yolunda ilerler ya da basiret sahibi olur. Şehitler, irade, azim, sebat, cesaret sahipleriydi.
Hepimiz, düşman işgale başladığı zaman neler olduğunu çok iyi hatırlıyoruz. Tüm dünya İsrail'in yanındaydı. Maneviyatımız altüst olmuştu. Tüm yüzlerde bıkkınlık okunuyordu. Akılları ve kalpleri umutsuzluk kaplamıştı. Ama direnişçiler ayağa kalktılar. İşte tam burada direnişin köklerini ve aslını görüyoruz. Emirul Muminin Ali (a.s) der ki: "Vallahi ben eğer yalnız olsam, düşmanlarım bütün her yeri doldursa onlarla yüzleşirim. Ve korkmam."
Ben de şunu diyorum: Bu direnişin her ferdi Ali'nin (a.s) söylediği sözün ruhunu taşıyor. İşte bu direnişin özüdür. Lübnan'daki direnişçiler, yardımcılarının azlığından dolayı korkmuyorlar ve yalnızlık hissetmiyorlar. Düşmanın çokluğu, onları destekleyenin, yardım edenin çokluğu direnişçileri korkutmuyor. Bilakis, her direnişçi ayağa kalkarak Siyonistlere, Amerikalılara, yabancı güçlere şunları söylüyor: "Vallahi ben eğer yalnız olsam, düşmanlarım bütün her yeri doldursa onlarla yüzleşirim. Ve korkmam."
İşte o azim sahipleri, Allah'ın kelimesini tamamlamak için aşkla, şevkle ve sevgiyle çalışmaktadırlar. Ali (a.s) diyor ki: "Ben, rabbimi özlüyorum. Rabbimin, güzel ecirlerini beklemekteyim." İşte o şehitler de rablerine aşkla ve şevkle kavuşmayı beklemektedirler. Onlar, sadece önlerine değil çok daha ilerilere bakıyorlar. Bu nokta, dikkatle incelendiğinde Temmuz savaşının zaferinin gerçek sebebini ortaya çıkarır. Bu zaferin sebebi ne silah ne taktik ne plan ne irade ne de diğer sebeplerdir. Eğer ayaklarıyla yere dimdik basan, korkmayan iradeleri zayıflamayan ve kaçmayan bu adamlar olmasaydı bu zafer elde edilemezdi. İşte bu şehitler ve direniş okulunun bir getirisidir. Bugün biz, Lübnan'da güven içerisinde yaşıyoruz. 1948 yılında Siyonistlerin Filistin'i gasbetmesinden bu yana ilk defa Lübnan'da güven ve eman içerisinde yaşıyoruz.
Değerli kardeşlerim! İnsanın yan tarafında vahşi, yırtıcı, aç gözlü, hileci bir komşuyla yaşaması mümkün değildir. İnsanın bu şartlarda ailesinden, ırzından, canından, onurundan, geleceğinden emin olması mümkün değildir. Bugün ilk defa Lübnan ve güney Lübnan, istikrar ve güven hissetmektedir.
Bundan bir hafta önce İmam Seyyid Musa Sadr'ın bir makalesini okudum. (Allah, kendisini ve iki arkadaşını bize sağ salim geri göndersin. Özellikle bu duygusal ortamda İmam'ın ve iki arkadaşının Lübnan'a geri dönmesi için elimizden gelen bütün çabayı göstermeliyiz.) İmam'ın makalesi, 1978 yılında gerçekleştirmiş olduğu bir iç oturumdaki sözlerinden ibarettir. Bu tarih, İsrail işgalinden kısa bir süre önceye tekabül etmekte. 1978 yılında Emel Hareketi kadrosundaki kardeşlerimizle yapmış olduğu bir buluşmada İmam, güney Lübnan'ın ve halkının yaşadıklarından dolayı büyük bir üzüntü ve hüzün duyduğunu dile getiriyor. Güneye o tarihlerde İsrail girmişti. Kefer Şuba ve diğer şehirlerdeki evleri ve yerleşim yerlerini yerle bir etmişti. Asla güven hissetmeyen ve sürekli kan kaybeden güney"
İmam, içi yanmış bir şekilde şunları söylüyor: "Lübnan, zayıf. Güney, zayıf. Çünkü, Lübnan'da hepimiz zayıfız. Düşman istediğini yapıyor. İstediği zaman saldırıyor." Güneyde, bir çok kimsenin güneyde olan bitenle ilgilenmediğini söyleyen İmam: "Attığımız bütün feryatları ve çığlıkları duymuyorlar" diyordu.
Ben, İmam Sadr'ın bu söylediklerini okuduğumda içimden şunları söyledim: "Ey İmam! İnşaallah döndüğün zaman, evlatlarında gurur duyacaksın. Sevdiklerinle, öğrencilerinle, senin çizgine tabi olanlarla, arkadaşlarınla, dostlarınla, inşa ettiğin direnişle, onur duyacaksın. Lübnan topraklarında bu direnişi kurmak için kurbanlar verdin. Güney Lübnan bugün, güçlü, emin, sabit ve güvenlik içerisindedir. Artık, bölge dengesi içerisinde bir konumu ve gücü var.
Bugün, İsrail'in Lübnan'a karşı olası yeni bir savaşıyla alakalı olarak şunları söyleyebilirim: Bazı analiz ve makalelerde söylenenler göz dağı çerçevesinde değerlendirilebilir. Biz hala İsrail'in Lübnan'a karşı bir saldırı gerçekleştirmesini mümkün görmüyoruz. Eğer, ortada bölge düzeyinde bir savaş planı yoksa biz, Lübnan'a karşı yakın bir tarihte savaş planını uzak görmekteyiz. Bunu uzak görmemizin sebebi ne İsrail'in cömertliği ne Amerika'nın ne uluslararası toplumun ne de Güvenlik Konseyi iyiliğidir.
Böyle bir savaş olasılığının uzak bir ihtimal olmasının sebebi ne kimsenin ahlakından ne cömertliğinden ne de birilerinin daha insani olmasından kaynaklanmaktadır. Bilakis bunun sebebi çok basittir. O sebep ise artık Lübnan'ın zayıf olmamasıdır. Lübnan artık güçlü bir devlettir. Ordusuyla, halkıyla ve direnişiyle kendini savunabilir bir konumdadır. Düşmanını yenilgiye uğratabilecek seviyededir. Bundan daha ötesi Lübnan, artık masayı saldıranın başına devirecek güçtedir. Kendisine yöneltilen tehditleri gerçek bir fırsata dönüştürebilir. Allah korusun eğer Lübnan'ın bu kuvveti zayıflarsa o zaman gücümüzde çözülmeler olabilir. İsrail, Lübnan'a saldırmayı, savaş açmayı ve Lübnan'ı ele geçirmeyi düşünebilir. Mademki hala biz iman, basiret ve iradeden oluşan altın üçlüye sıkı sıkı tutunmayı sürdürüyoruz o halde İsrail, yeni bir savaş açmaya güç yetiremeyecek ve aciz kalacaktır. Eğer günün birinde İsrail, Lübnan'a savaş açarsa bu savaş Siyonist rejimin hayatında yaptığı son macerası olacaktır.
Biz, okumalar ve analizler düzeyinde İsrail'in Lübnan'a karşı savaş açmasını uzak görmekteyiz. Bu, bizim uyuyabileceğimiz anlamına gelmiyor. Ben, sizi teyid ederim ki bağlı olduğumuz bu direniş, hiçbir zaman uyumadı. 82'den bu yana, Ahmed Kasir'den 2000 yılının 25 Mayıs'ında elde ettiğimiz zafere kadar gözüne uyku girmedi. 26 Mayıs 2000'den bu yana yine bu direniş uyumadı. Uyanık kalarak, çalışmaya ve kendisini hazırlamaya devam etti. Çünkü bilmekteydiki ülkesi ve halkı düşmanla yan yana. 2006 yılına kadar bu süreç devam etti. Ve sonra 15 Ağustos 2006'dan günümüze kadar direniş, uyumadan çalışmaya devam etti.
Emirul Mumin Ali'nin (a.s) sözüne tekrardan geri dönüyorum: "Gerçek savaşçı, uyumaz ve uyanık kalır." Kimin yanında sürekli kendisiyle savaşan bir düşmanı varsa ve kim hala savaş halindeyse o uyumaz. Bazıları, Lübnan'ın İsrail'le ateşkes halinde olduğunu ama İsrail'in bu ateşkesi tanımadığını söylüyor. 1701 sayılı kararına rağmen İsrail, hala ateşkese varmadı. Sadece operasyonları durdurdu. Lübnan direnişi de uyanık bir halde uyumadan duruyor. Ali (a.s) başka bir sözünde "uyuyana gelince, su uyur, düşman uyumaz" demektedir. Bazı Lübnanlılar, süreç içerisinde uyudular. Niye? İsrail, askerleri uyuyorlar mı? İsrailliler, 2006 yılından bugüne kadar askeri tatbikat yapıyorlar, hazırlanıyorlar, silahlanıyorlar. Düşmanımız uyumazken biz nasıl uyuruz? Kim zayıflarsa eziyete uğrar. Kim cihadı bırakırsa aşağılanır ve mağdur olur.
Ümidini yitirenlere ve gerçekte ümidini yetirdiği halde siyasi açıklamalarda sanki yitirmemiş gibi konuşanlara şunu söylüyorum: Siz, halkımızdan ve direnişimizden silahını bırakmasını istediğinizde aslında bizim aşağılık, mağdur ve zelil olmamızı istiyorsunuz. Bunlar, yaşadığımız tecrübelerden istifade etmeyenlerdir. Bunlar, halkının, ailesinin ve vatanının onurunu, tarihin tanıdığı en iğrenç düşman olan İsrail'e teslim edenlerdir. Bundan dolayı biz şehitler gününde direnişe, orduya ve halkın iradesine sıkı sıkı tutunmaya çağırıyoruz. Çünkü gerçek kuvvet unsuru bunlardır.
LÜBNAN HÜKÜMETİ, ULUSAL BİR HÜKÜMETTİR
İç meselelerde ise şuana kadar hükümet içinde farklılıkları barındırdığını ispatlamış durumdadır. Bu hükümet, Lübnan'daki gerçek siyasi güçleri temsil etmektedir. Büyük bir halk çoğunluğunu içinde barındırmaktadır. Hükümet, tartışmaya, araştırmaya ve diyaloga açıktır. Tek görüşü olan bir hükümet değildir. Hükümet, bütün taraflarla tartışmakta ve sonrasında kararlarını almaktadır. Kararlar ne Jeffrey Feltman ne Lübnan'daki Fransa büyükelçisinden ne Dennis Ross'tan ne de Terje Roed-Larsen'den SMS'yle gelmektedir. Hükümet, herhangi bir taraftan işaret ya da uyarı almamakta. Tam aksine gerçek ulusal bir hükümettir. Bu hükümeti bugün daha çok çalışmaya başarıya ciddiyetini artırmaya dosyaları takip etmeye oradan buradan gelen gürültü patırtıya kulak vermemeye davet ediyoruz.
Önemli olan hükümetin, insanların dertlerine, günlük, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarını önemsemedir. Hükümetin önünde maaşlar, petrol ve gaz gibi önemli sorunlar durmaktadır. Biz, bu senenin sonuna kadar su, elektrik, sigorta ve idari tayinlerle alakalı sorunlarla da ilgilenilmesini istiyoruz. Ortada oldukça önemli ve hassas dosyalar var. Bunların çözümü için paraya ihtiyaç yok. Mesela idari tayinler gibi idarenin tam ve çalışmaya, üretmeye uygun olması gerekmektedir. Bunun için paraya ve yeni vergilere gerek yok. Bugün ülkedeki mevcut olan sorunların asıl sebebi bu. İdarenin tamamlanması, bir çok sorumluluğu ve zorluğu vatandaşın omuzundan kaldırmakta. Mesela Baalbek ve Hermel belediyesindeki belediye oluşumunda hızlanılması gerekiyor.
ULUSLARARASI MAHKEMENİN FİNANSMANI
Uluslararası mahkemenin finansı meselesine gelince, önceden belirttiğimiz gibi bu mevzu inşallah, bakanlar kurulunda tartışılacak. Ama burada üzerinde birazcık durmamız gereken bir gelişme söz konusu. Bu ise UNESCO Örgütü'yle alakalıdır. Başta Lübnanlılar olmak üzere Arap kamuoyu ve dünyanın bu noktaya dikkat etmesi gerekir. UNESCO, Uluslararası bir örgüttür. Ve sadece kültürel mevzularla ilgilenir. Bu örgüt, Filistin'i devlet olarak tanıdı.
Tabi hangi Filistin devletini? Denizden nere kadar olan Filistin'i değil. Sadece, 67 sınırlarındaki Filistin'i tanıdı. Tabi, hala 67 sınırlarının varlığı bile bilinmemektedir. Filistin devleti, yapılmakta ya da yapılacak müzakereler ışığında kurulacaktır. Amerika, bu uluslararası kültürel örgütün Filistin halkına tümünü değil sadece haklarının bir kısmını verdiği için öfkelendi ve kınadı. Bundan dolayı Filistin devletinin maslahatı için oy kullanan herkesi kınamaktadır. Sonra önceden uyarmaksızın finansmanı durdurdu. Bugün UNESCO, 2011 yılının sonuna kadarki tüm programını dondurduğunu ilan etti.
Şuna dikkat çekmek istiyorum: UNESCO, uluslararası alanda tanınan bir örgüttür. Diğer taraftan bu örgüt, çalışmalarını finansmana bağlı olarak sürdürüyor ya da durduruyor. UNESCO, haklı, adil ve insaflı bir iş çıkardı. Ve bunu tamamlaması gerekiyor. UNESCO'nun finansmanı, Amerika idaresi tarafından karşılanmıyor muydu? Amerika, bunu uluslararası sorumluluğu gereği yapmıyor muydu? Amerika idaresi, nasıl da uluslararası sorumluluklarını ihlal edebiliyor.
O halde Lübnan da Uluslararası Lübnan Mahkemesi'nin üzerine düşen finansmanını ödemekten vazgeçebilir. Lübnan'ın eğer böyle bir sorumluluğu varsa onu ihlal etmesi, neden mümkün olamıyor? Bazıları, bu durumun mahkeme konusunu etkilediğine dikkat çekti. Ama 14 Mart Hareketi'nin çoğunluğu bu konu hakkında hiçbir açıklamada bulunmadı.
Amerika, UNESCO'nun finansmanını kesmekle yetinmemeli bilakis UNESCO'nun altını üstüne getirmelidir. Çünkü UNESCO, Filistin halkının yanında durdu. Lübnan'a gelince, onun hiçbir hakkı yok. Lübnan, yasal olmayan bir mahkemeyi finansa etmek zorunda.
Biz, bu mahkemenin kanuni ve yasal olmadığını çok iyi biliyoruz. Geçmişinin, yönteminin ve hedeflerinin farkındayız. Bunları tekrarlamamızın bir anlamı yok. Feltman, Amerika'nın UNESCO'ya yaptığı finansmanı kesiyor sonra da gelmiş Lübnan'ı yaptırımlar uygulamakla tehdit ediyor. Bu durum, Amerika yönetiminin, dünyadaki ve Lübnan'daki ortaklarının çirkinliklerini gözler önüne sermektedir.
Her hâlükârda bu çirkinliğin önünde eski başbakan Fuad Sinyora, Amerikalılara ve UNESCO'ya bir çözüm sundu. Ben, basında yazılanlardan şunları okudum: "Amerika yaptırımına karşı UNESCO'yu koruyan bir çözüm sundu. Başbakan Sinyora, Arap liderlerine, İslam devletlerine ve dost batılı ülkelere, Amerika ve İsrail'in ödemesi gereken parayı toplaması için çağrıda bulundu. Bu adımla birlikte İsrail'in şantajı ve gözdağı, Amerika'nın egemenlik kurmak için uyguladığı baskı çökmüş olacak."
Amerika'nın kınaması ya da kınamaması, yaptırım uygulaması, boykot uygulaması ya da azarlaması, dünya halklarıyla, halkların akılları ve cesaretiyle alakalıdır. Ben, başkan Sinyora'nın sunduğu o güzel çözüme dönmek istiyorum. Mikati hükümeti de bu çözümden ilham alarak Arap Birliği'ni, Arap liderlerini, İslam ülkelerini, batılı devletleri, 50 ve 60 milyon dolarlık mahkeme ücretini finansa etmeleri için çağrıda bulunmalıdır. Bazı Arap emirleri, Londra'da ve Paris'te yapmış olduğu partileri iptal ederken bu bir iki kuruşluk ücreti ödeyebilir. Böylece ülkedeki, mahkemenin finansmanı sorununu halletmiş ve birkaç aydır başkan Mikati'yi itham eden açık savaşı sonlandırmış oluruz. Çünkü Mikati, söylediklerine ikna olmuş durumdadır.
Eğer Lübnan bu parayı öderse ekonomisi mahvolacak. Siz, Eğer gerçekten Lübnan'ı seviyorsanız ve Lübnan'a değer veriyorsanız onun kurtulmasını ve güven içerisinde olmasını istiyorsanız ki siz çözümlere ve diyaloga açık insanlarsınız. O halde bu çözüme razı olmalısınız. UNESCO'yu razı ettiğiniz şekilde Uluslararası Mahkeme'yi de razı ediniz. UNESCO, bir millete insaflı davrandığı halde Uluslararası Mahkeme, başkalarının haklarını ihlal ediyor. Bu çözümü benimseyebilirsiniz.
Bugün, bu mesele gıyabi mahkemede tartışılmaktadır. Ben, bu konu hakkında konuşmayacağım. Biz, artık bu mahkeme yokmuş gibi davranıyoruz. Üstelik vaktinizi zayi etmek istemiyorum.
Lübnan'la alakalı olarak değinmek istediğim son nokta ise Lübnan içerisindeki tüm siyasi güçlere bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Gelin, hep beraber ülkemize önem verelim. Sorunları halledelim. Hükümetteki, meclisteki, diyalog masasındaki aklınıza gelebilecek her yerdeki dosyaları halledelim. Gelin, bölgedeki ve dışardaki gelişmeleri bir tarafa bırakıp kendi ülkemize öncelik verelim. Çünkü bazı Lübnanlılar, bölgedeki gelişmelere bağlı olarak hareket ediyor.
Bir önceki konuşmamda son beş sene içerisinde üzerinde durduğumuz beş nokta hakkında konuştum. Şimdi bunu tekrarlamayacağım. Bugün kendinizi yormayın. Bütün planlarını Suriye'deki Beşşar Esed yönetiminin düşmesine bağlayanlar, emelleri ve bir takım vehimler için dosyaları, tercihleri, çözümleri ertelemekteler. Onlara şunu söylüyorum: Bu ihtimali bir tarafa bırakın. Çünkü bu ihtimal, diğer ihtimaller gibi başarısız olacaktır. Vakit kaybetmeyin! Yeniden bir Lübnanlı ve ulusalcı gibi düşünün. Garip olan şey, bazıları "Önce Lübnan" sloganları atıyorlar. Ama gerçekte Lübnan'ı listenin sonuna koyuyorlar. "Önce Lübnan"ı, Lübnanlıları, Lübnan'ın potansiyelini, aklını, iradesini, diyalogunu ve dayanışmasını önceleyin! Bu nasihat, yerel meselelerimizle alakalıdır.
İRAN NEDEN TEHDİT ALTINDA
Bölgesel meselelere gelince, bütün bölgesel ve Arap meselelerini konuşacak vakte sahip değiliz. Ama son zamanlardaki en büyük gelişmeler olan İran; Suriye; Amerika'nın, batının ve İsrail'in tehditleri; İran'ın nükleer dosyasıyla alakalı gelişmelerdir.
Son günlerde aniden tırmanışa geçen tehditlere şahit olduk. Düşman İsrail'in İran'daki nükleer tesisleri vurma ihtimali ortaya atıldı. Bu ihtimal medya ve siyasi arenada büyük bir yankı uyandırdı. Bunun üzerine açıklamalar yapıldı, duruşlar sergilendi. Tehditler ve ihtimaller tırmandırıldı. Tabi İran Cumhuriyeti yönetimi buna, emin ve kesin bir şekilde cevap verdi. Bu cevapların en büyüğü ise İmam Seyyid Hamanei'nin dün yapmış olduğu açıklamadır. Açıklamasında gerçeğin ta kendisini söyledi.
İran, ordusu, muhafızları, halkına olan bağlılığı, bütünlüğü, imanı ve azmiyle güçlü bir ülkedir. Ne gözdağı ne de filolardan korkması mümkün değildir. Amerika filoları İran'ın çevresindeki bölgeleri işgal ettiğinde ki bugün Amerika kuvvetleri Pakistan'da, Irak, Türkiye'de, körfez ülkelerinde, Körfez sularında konuşlanmış durumdadır. İran, bu duruma rağmen asla zayıflamamış, iradesinden geri adım atmamış, onların şartlarına boyun eğmemiş ve Amerika'yla doğrudan müzakerelere girmemiştir. Ne gözdağı ne de filolar İran'ın iradesine, azmine, liderlerin ve halkın kararına dokunamaz. Bu, tartışmasız bir konudur.
İran'a baskıların arka planı nedir? Unutmamamız gereken şey, Amerikalılar Irak'tan çekildiler. Bu Amerika projesi için büyük bir yenilgidir. 2000 yılında insanlar çıkıp Lübnan'daki direnişin aslında başarılı olamayacağını söyledi. Ama İsrail, geri çekildi. Bunun masa altında bir anlaşma olduğunu iddia ettiler. Bu çok boş bir iddia.
Şimdi de Amerika'nın Irak'tan çıkma kararı için aynı şeyi söyleyecekler. Amerika, İnsani, maddi ve ekonomik alanda büyük kayıplar vermesine rağmen Irak'tan çıkması makul bir şey mi? Cevabı, tabi ki hayır! Amerika, Irak'tan hezimete uğramış bir şekilde çıktı. Mağlubiyetinden ötürü bir şeyler yapması gerekiyordu. Öncelikle hangi devlet, işgal ettiği bir topraktan geri çekilir? Bazıları, ateş altında geri çekilir. Ama Amerika, ateş altında geri çekilmeye dahi güç yetiremedi. Bundan ötürü ortalığı toza dumana karıştırarak, meseleyi siyasi bir boyuta çekmeye çalışıyor. Bunun adı bölge düzeyinde gözdağı vermektir. Ve bölgede savaş açmaktır. İran ve Suriye'ye karşı saldırılarla bütün dünyanın dikkatini dağıtıp Amerika'nın Irak'tan hezimete uğramış şekilde ayrılmasını normal bir olaymış gibi göstermektedir. Siyasi liderlerin ve medya kuruluşlarının, Amerika'nın Irak'tan hezimete uğramış bir şekilde ayrıldığını anlatmaları gibi bir sorumluluğu vardır. Çünkü bunun stratejik, tarihi, manevi, psikolojik, siyasi, askeri anlamda, bölge ve bölgenin geleceği üzerinde etkisi ve sonuçları vardır.
İkinci olarak Amerika'nın kendisinin Irak'ta hezimet yaşamasını sağlayan ülkeleri cezalandırması gayet doğaldır. Herkes Amerika'nın Irak işgaline karşı İran ve Suriye'nin direnişi ve Irak halkını desteklediği, Amerika şartlarına boyun eğmediğini bilmektedir. Ne Colen Powell ne de ondan sonra gelenler İran ve Suriye'ye, kendi şartlarına boyun eğdiremedi. Amerika, yenildiği ve hezimete uğradığı bir zamanda İran ve Suriye'ye şunu söylemek istemektedir: "Başarı elde ettiğinizi düşünüp sevinmeyin. Baskı ve gözdağı altında kalmaya devam edeceksiniz."
Amerika'nın bu tavrı gayet doğaldır. Amerika'nın Irak'tan çıkarken hezimete uğradığını itiraf ettiğini tasavvur edebiliyor musunuz? Amerika'da Cumhuriyetçiler, bunun bir yenilgi olduğunu itiraf etti. Amerika, bu yenilgiden sonra İran'ı, Suriye'yi, bölge halkını, Irak halkını ve direnişini destekleyenleri, bu tarihi zaferden ötürü kutlamasını bekleyemeyiz.
BÖLGEDEKİ DEĞİŞİMLER DİRENİŞİN LEHİNEDİR
Bölgede gerçekleşen değişimlerle alakalı dikkat etmemiz gereken üçüncü nokta ise, olayları okuyan ve analiz edenlerin değerlendirmelerindeki farklılıklara rağmen Zeynelabidin yönetiminin düşüşünü Amerika projesi varlığı için bölgede bir kayıp olarak görmeliyiz. Aynı şekilde Kaddafi yönetiminin düşüşü de Amerika yönetimi için bir hüsrandır. Hüsnü Mübarek'in düşüşü ise Amerika ve İsrail'in en büyük kaybıdır. O halde bölgedeki değişimler, kesinlikle Amerika ve İsrail'in maslahatına değildir. Ama ileride bu yeni yönetimleri, kendi maslahatı için kullanabilir mi ? Bu ayrı bir meseledir.
Bölgedeki bu büyük gelişmeler, direnişçi, karşı koyan, İsrail'i reddeden, egemenlik projelerini kabul etmeyen tarafları güçlendirdi. Ve daha da büyüttü. Böylece İran ve Suriye, yeni ortaklar ve yeni yardımcılar elde edeceklerdi. Direnişe yeni üyeler katılacaktı. Bu ise varlığını, etkisini artıracağı anlamına gelmektedir. Amerika, Mısır, Tunus, Libya'da kaybettiklerine karşılık olarak İran'a ve Suriye'ye geçiş yapması gerekiyordu.
Dördüncü ve son nokta ise Amerika, İran ve Suriye'yi boyun eğdirmek istiyor. İran'ı doğrudan müzakerelerde bulunmaya ikna etmeye çalışıyor. İran, başka ülkelerin de bulunduğu toplu müzakereleri hiçbir zaman reddetmedi. Ama doğrudan ve ikili müzakereleri, her zaman reddetti ve reddetmeye devam edecek. İran'ı müzakere masasına çekmek ve kendisine itaat ettirmek istemektedir. Suriye'ye, geçmişte kabul etmediği şeyleri, şimdi kabul etmesini istiyorlar. Bu, onların gerçek hedefidir.
İRAN SALDIRILARA İKİ MİSLİYLE KARŞILIK VERECEK
İran, güçlü, dayanıklı, birliğini muhafaza eden bir ülkedir. İran, dünyada eşi benzeri olmayan bir lidere sahiptir. İran, saldırılara iki misliyle karşılık verecektir. İran'a karşı kim savaş açma cesareti gösterebilir? O halde bilmeleri gerekir ki İran'a karşı başlatılacak bir savaş ya da Suriye'ye karşı başlatılacak bir savaş İran ve Suriye düzeyinde kalmayacaktır. Bu savaş, bütün bölge düzeyinde bir savaş olacaktır. Bu hesaplamaların hepsi gerçektir. Biz, hiç kimseyi tehdit etmiyoruz. Bütün tehditleri bir tarafa bırakalım. Ama realite bu. Arap ve İslam devletleri, hükümetleri, halkları Geçmişe nisbeten bugün daha net bir duruş sergilemelidir.
Şu kendini beğenmişliğe ve küstahlığa bakın! İsrail'in kendisi asker nükleer başlıklara sahipken dünyadan İran'a baskı yapmasını istiyor ve İran'ın barışçıl nükleer tesirlerini vurmakla tehdit ediyor. Bu küstahlığın ve kibrin sebebi nedir? İsrail'deki bu kibrin sebebi, başkalarındaki zayıflık ve bölünmüşlüğüdür. Biz onlara şunu söylüyoruz: İsrail ve Amerika'nın karşısındaki zayıflık ve geri adım atma dönemi sona erdi. Artık marifet, aşk, azim ve irade dönemindeyiz.
Bugün, bu şehid gününde, şehadet eylemcileri döneminin fatihi, şehadet eylemcisi Ahmed Kasir'den, Sur şehrindeki Siyonist yüzleri karartan o eylemden bugüne ve hatta geleceğe kadar zaferler dönemine girdik, hezimetler dönemi sona erdi. Yapmamız gereken tek şey şehidlerin kanının hedeflerini, vasiyetlerini, emellerini korumaktır. Onların yollarını takip etmektir. Biz ve sizler bunu kesinlikle yapacağız.
Şehidlerin boynumuzda biatları vardır. Onlara kavuşuncaya kadar bu biatımızı bozmayacağız. Biz, gerçekten bekliyoruz ve biatlarımıza sadığız. Bütün süreçlerde merhalelerde, zorluklarda ve meydan okumalarda sebatımızı sürdürdük.
Bütün bölgedeki bütün tehditlere rağmen şunu söyleyebilirim: Yerel, bölgesel ve uluslararası gelişmeler, bölge halkının, direnişin ekseninin lehinedir. Şuan, geçmişe rağmen her açıdan daha iyiyiz. Eğer hafızalarınızı 1982 yılına döndürürseniz durumların nasıl olduğunu hatırlayacaksınız. 2006 yılına geri dönün. Durumlar nasıldı? Buna rağmen 1982 yılında galip geldik. 2000 ve 2006 yıllarında yine galip geldik. İman, marifet, aşk, azim ve irade ehli olduğumuz sürece, her zorluklar karşısında galip geleceğiz inşallah.
Lübnan İslami Direnişi Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah'ın "Şehid Günü"nde yaptığı konuşması, Ümit Yıldırım tarafından israhaber için tercüme edildi.
İSRA HABER
Euzu billahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Hamd âlemlerin rabbi Allah'a, salât ve selam peygamberimiz ve peygamberlerin sonuncusu Ebu Kasım Muhammed Bin Abdullah'a, onun temiz ve pak ehline, seçilmiş ashabına ve bütün peygamberlere olsun. Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.
Öncelikle şehitlerimizin ruhlarını selamlıyor ve onlara Fatiha süresinin sevabını hediye ediyoruz.
Her yıl bugün aynı bayrağın ve aynı çadırın altında şehitlerimizi anmak için buluşuyoruz. Hizbullah, ilk baştan beri kendi şehidi için bir gün seçti. Ve bugüne Hizbullah Şehidi Günü ismini verdi. Bütün direniş gruplarının, direniş hareketlerinin ve bölgedeki direniş halklarının kendilerine ait şehitleri vardır. Onların da kendileri için anma günü seçmeleri doğal bir haktır. Aslında Şehid Günü'nü ihya etmek, tüm şehidleri senelik anma mesabesindedir. Ümid ediyoruzki Lübnan'da vatan şehidini anma günü ilan edilir. Ordudan güvenlik güçlerine, siyasi hareket şehitlerinden Lübnan'ın tüm evlatlarını ve bütün direniş hareketlerini içine alan milli bayram olmasını temenni ediyoruz.
Başlangıçta, Hizbullah şehidi hakkında konuşmadan önce diğer direniş gruplarından bütün şehit kardeşlerimizin önünde saygı, takdir ve övgüyle eğiliyoruz. Onların bütün çabalarını, vermiş olduğu kurbanları, özverilerini, Lübnan'ı bağımsızlaştırmak için bu davaya ortak olmalarını ve hedeflerimize ulaşmamıza sağladıkları katkıları takdir ediyoruz. adetimiz üzere olduğu gibi başlangıçta, şehit günü şehitler ve direniş hakkında konuşacağımı belirtiyorum. Sonra da Lübnan'ın iç sorunları ve bölgesel gelişmeler hakkında konuşacağım.
Bugün, bu şehit gününde doğal olarak, bütün Hizbullah şehitlerini anıyoruz. Genel Sekreter Seyyid Abbas'ı, Şeyh Ragıb'ı, Şehit Komutan Hac İmad'ı, İslami direnişin kadrolarındaki şehitleri, şehadet eylemcilerini anıyoruz. Şehadet eylemcileri döneminin fatihi olan şehadet eylemcisi Ahmed Kasir'i, gerek kadın gerek erkek gerek çocuk tüm şehitlerimizi bugün anıyoruz.
Sayısı binleri geçen bu büyük topluluğu yad etmekteyiz. Bu hak yola baş koymuş şehitlerimiz, vatanının, halkının ve ümmetinin bir parçasıdır. Kendi vatanının, ümmetinin sorumluluğunu ve dertlerini yüklenen şehitlerimiz doğru yolu seçmişlerdir. İnandıkları yolda hiç şaşmadan ilerlemişlerdir. Onlar, inandıkları yüce, şerefli davaları için şehid olmayı tercih ettiler.
Bugünün yani 11-11 tarihinin her yıl şehid günü olarak kutlanmasının sebebi, çok iyi bilinmektedir. Şehadet eylemcisi Ahmed Kasir, Sur şehrinde ilk istişhad eylemini bu tarihte gerçekleştirmişti. İsrail askeri karargahını hedef almıştı. Bu operasyon hala, direnişin sergilediği tüm eylemler arasında imtiyaz sahibidir. Şuana kadar gerçekleştirilen en büyük en kapsamlı ve en önemli bir eylemdir. Arap-İsrail mücadelesi sürecinde düşmanı bir şehid karşılığında en büyük hasarı verdiği eylemdir. Düşmanın kendisi, 120, bazen 130 bazen de 140'tan fazla askerinin öldüğünü kendi ağzıyla itiraf etti. Bununla birlikte ihtiyaten şunu söyleyebiliriz. Düşman, aralarında üst düzey generallerin de bulunduğu 100'ü aşkın subay ve askerin öldüğünü itiraf etti. Bu eylemle düşmanın manevi ve psikolojik bir yıkım yaşadığını biliyoruz.
Bu eylemin manevi, psikolojik ve siyasi sonuçları, gerek düşman cephesinde gerekse vatan cephesinde gerçekten de büyüktü. Ben hala Sur şehrindeki İsrail askeri karargahının yıkıntısı karşısındaki duran Şaron'un o bezgin ve umutsuz yüzünü unutamıyorum. Aynı şekilde bu operasyon, direniş tarihindeki kurucu eylemiydi. Çünkü bu eylem, Arap-İsrail mücadelesindeki ilk istişhad eylemidir. Şehadet eylemcisi patlayıcı yüklü aracıyla askeri karargaha girip kendisini patlattı. Bu ilk defa gerçekleşti. Bundan ötürü şehid Ahmed'e biz, Şehadet Eylemcileri asrının fatihi diyoruz.
Bundan ötürü şehid Ahmed, şehadet eylemcilerinin emiri lakabının sahibidir. Çünkü emir, arkada oturan değil önde olandır. Şehid Ahmed, tüm mücahid ve şehitlerin önündedir. Kendisi, öncü bir emirdir. Bu eylem, İsrail'in Lübnan topraklarını işgal etmesinden kısa bir süre sonra gerçekleşti. Lübnan ve bölgedeki bazı kişiler, Lübnan'ın artık sonsuza kadar İsrail işgalinde kalacağını zannediyordu. Bizim artık bu yeni döneme alışmamız ve uyum sağlamamız söylenirken o anda Ahmed Kasir'in şehadet eylemi gerçekleşti. Ahmed Kasir, bu eylemiyle herkese şunu haykırdı: Bu, ne başka bir zaman ne de başka bir asırdır. Bu, direniş asrıdır. İstişhad eylemcilerinin asrıdır. Bizi bekleyen zaferlerin asrıdır.
Değerli kardeşlerim bu yıl kardeşlerimiz şehid günü için yeni bir isim buldular. Bu isim, "Hayat Günü"tır. Bu isimlendirme, %100 doğru bir isimlendirmedir. Hatta bunu en doğru isimlendirme de diyebiliriz. Çünkü öncelikle şehidlerin hepsi diridir. Bunu söyleyen ben değilim. Bunu Ölümü ve hayatı yaratan Allah-u Teala söylemektedir: "Allah yolunda öldürülenleri sakın 'ölüler' saymayın. Hayır, onlar, Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar. Allah'ın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdelemeyi isterler ki onlara hiç bir korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir." (Ali İmran 169-170)
Hala aramızda olanlar, yüce makama ulaşan şehidlerin sorumluluklarını akıllarında ve kalplerinde saklayarak verdikleri sözü unutmadan beklemektedirler. Şehidlerimiz, bu yolu sürdürenleri müjdelemektedirler. Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz. Bilakis onlar diridirler. Ama siz bunu hissetmezsiniz.
Bu, işaret etmek istediğim ilk noktaydı. İkincisi ise şehitler bize hayat verdiler. Hem de nasıl bir hayat! Şerefli ve onurlu bir hayat. Çünkü onlar, ülkemize, halkımıza ve vatanımıza onur, izzet, bağımsızlık, güven, özgürlük, özgüven, şu anımızdan ve geleceğimizden emin olmayı bağışladılar. İşte bu gerçek hayattır. Her insan böyle bir hayatı arzular. Büyük İslam okulu, bize hayatın başka açılarını sunar.
Siyonistler 1982 yılında Lübnan'ın yarısını işgal ettiğinde bütün Lübnan'ı kendi egemenlikleri altına sokmak istediklerinde, tankları, askerleri, sevinç ve mutluluk içerisindeyken, Lübnan sahillerinde büyük bir güvenle yüzerlerken eğer Lübnanlılar, toprakları ve onurları işgal edildiği halde, gençleri, kadınları hapishanelere sürülürken bağımsızlıklarını yitirmişken sadece yemeye, içmeye ve yaşamaya razı olsalardı bu hayata hayat denilebilir miydi? Gelecekleri, meçhule atılmışken eğer zillet, aşağılanma ve itaat etmeye razı olsalardı buna hayat denilir miydi? Asla! Bu, yaşam şeklinde bir ölümdür. O halde şehitler Allah'ın iradesiyle hayat inşa ederler. Allah-u Teala, maddi hayat için doğal sebepler yaratmıştır. Manevi hayat içinse böyle bir hayatı oluşturacak etkenler yaratmıştır. Bunlar, direnenlerin, mücadele edenlerin cidatları, şehadetleri ve iradeleridir. Bu etkenler, süre gelen sebeplerdir.
Bu şehitler, Allah'a ve ahiret gününe imanın meyveleridirler. Aynı zamanda ilmin meyveleridir. İlmin hedefi, düşmana, dosta, önceliklere, zamana ve mekana en doğru şekilde ulaşmaktır. Biz buna basiret diyoruz. İnsan, bu öğelerle basiret yolunda ilerler ya da basiret sahibi olur. Şehitler, irade, azim, sebat, cesaret sahipleriydi.
Hepimiz, düşman işgale başladığı zaman neler olduğunu çok iyi hatırlıyoruz. Tüm dünya İsrail'in yanındaydı. Maneviyatımız altüst olmuştu. Tüm yüzlerde bıkkınlık okunuyordu. Akılları ve kalpleri umutsuzluk kaplamıştı. Ama direnişçiler ayağa kalktılar. İşte tam burada direnişin köklerini ve aslını görüyoruz. Emirul Muminin Ali (a.s) der ki: "Vallahi ben eğer yalnız olsam, düşmanlarım bütün her yeri doldursa onlarla yüzleşirim. Ve korkmam."
Ben de şunu diyorum: Bu direnişin her ferdi Ali'nin (a.s) söylediği sözün ruhunu taşıyor. İşte bu direnişin özüdür. Lübnan'daki direnişçiler, yardımcılarının azlığından dolayı korkmuyorlar ve yalnızlık hissetmiyorlar. Düşmanın çokluğu, onları destekleyenin, yardım edenin çokluğu direnişçileri korkutmuyor. Bilakis, her direnişçi ayağa kalkarak Siyonistlere, Amerikalılara, yabancı güçlere şunları söylüyor: "Vallahi ben eğer yalnız olsam, düşmanlarım bütün her yeri doldursa onlarla yüzleşirim. Ve korkmam."
İşte o azim sahipleri, Allah'ın kelimesini tamamlamak için aşkla, şevkle ve sevgiyle çalışmaktadırlar. Ali (a.s) diyor ki: "Ben, rabbimi özlüyorum. Rabbimin, güzel ecirlerini beklemekteyim." İşte o şehitler de rablerine aşkla ve şevkle kavuşmayı beklemektedirler. Onlar, sadece önlerine değil çok daha ilerilere bakıyorlar. Bu nokta, dikkatle incelendiğinde Temmuz savaşının zaferinin gerçek sebebini ortaya çıkarır. Bu zaferin sebebi ne silah ne taktik ne plan ne irade ne de diğer sebeplerdir. Eğer ayaklarıyla yere dimdik basan, korkmayan iradeleri zayıflamayan ve kaçmayan bu adamlar olmasaydı bu zafer elde edilemezdi. İşte bu şehitler ve direniş okulunun bir getirisidir. Bugün biz, Lübnan'da güven içerisinde yaşıyoruz. 1948 yılında Siyonistlerin Filistin'i gasbetmesinden bu yana ilk defa Lübnan'da güven ve eman içerisinde yaşıyoruz.
Değerli kardeşlerim! İnsanın yan tarafında vahşi, yırtıcı, aç gözlü, hileci bir komşuyla yaşaması mümkün değildir. İnsanın bu şartlarda ailesinden, ırzından, canından, onurundan, geleceğinden emin olması mümkün değildir. Bugün ilk defa Lübnan ve güney Lübnan, istikrar ve güven hissetmektedir.
Bundan bir hafta önce İmam Seyyid Musa Sadr'ın bir makalesini okudum. (Allah, kendisini ve iki arkadaşını bize sağ salim geri göndersin. Özellikle bu duygusal ortamda İmam'ın ve iki arkadaşının Lübnan'a geri dönmesi için elimizden gelen bütün çabayı göstermeliyiz.) İmam'ın makalesi, 1978 yılında gerçekleştirmiş olduğu bir iç oturumdaki sözlerinden ibarettir. Bu tarih, İsrail işgalinden kısa bir süre önceye tekabül etmekte. 1978 yılında Emel Hareketi kadrosundaki kardeşlerimizle yapmış olduğu bir buluşmada İmam, güney Lübnan'ın ve halkının yaşadıklarından dolayı büyük bir üzüntü ve hüzün duyduğunu dile getiriyor. Güneye o tarihlerde İsrail girmişti. Kefer Şuba ve diğer şehirlerdeki evleri ve yerleşim yerlerini yerle bir etmişti. Asla güven hissetmeyen ve sürekli kan kaybeden güney"
İmam, içi yanmış bir şekilde şunları söylüyor: "Lübnan, zayıf. Güney, zayıf. Çünkü, Lübnan'da hepimiz zayıfız. Düşman istediğini yapıyor. İstediği zaman saldırıyor." Güneyde, bir çok kimsenin güneyde olan bitenle ilgilenmediğini söyleyen İmam: "Attığımız bütün feryatları ve çığlıkları duymuyorlar" diyordu.
Ben, İmam Sadr'ın bu söylediklerini okuduğumda içimden şunları söyledim: "Ey İmam! İnşaallah döndüğün zaman, evlatlarında gurur duyacaksın. Sevdiklerinle, öğrencilerinle, senin çizgine tabi olanlarla, arkadaşlarınla, dostlarınla, inşa ettiğin direnişle, onur duyacaksın. Lübnan topraklarında bu direnişi kurmak için kurbanlar verdin. Güney Lübnan bugün, güçlü, emin, sabit ve güvenlik içerisindedir. Artık, bölge dengesi içerisinde bir konumu ve gücü var.
Bugün, İsrail'in Lübnan'a karşı olası yeni bir savaşıyla alakalı olarak şunları söyleyebilirim: Bazı analiz ve makalelerde söylenenler göz dağı çerçevesinde değerlendirilebilir. Biz hala İsrail'in Lübnan'a karşı bir saldırı gerçekleştirmesini mümkün görmüyoruz. Eğer, ortada bölge düzeyinde bir savaş planı yoksa biz, Lübnan'a karşı yakın bir tarihte savaş planını uzak görmekteyiz. Bunu uzak görmemizin sebebi ne İsrail'in cömertliği ne Amerika'nın ne uluslararası toplumun ne de Güvenlik Konseyi iyiliğidir.
Böyle bir savaş olasılığının uzak bir ihtimal olmasının sebebi ne kimsenin ahlakından ne cömertliğinden ne de birilerinin daha insani olmasından kaynaklanmaktadır. Bilakis bunun sebebi çok basittir. O sebep ise artık Lübnan'ın zayıf olmamasıdır. Lübnan artık güçlü bir devlettir. Ordusuyla, halkıyla ve direnişiyle kendini savunabilir bir konumdadır. Düşmanını yenilgiye uğratabilecek seviyededir. Bundan daha ötesi Lübnan, artık masayı saldıranın başına devirecek güçtedir. Kendisine yöneltilen tehditleri gerçek bir fırsata dönüştürebilir. Allah korusun eğer Lübnan'ın bu kuvveti zayıflarsa o zaman gücümüzde çözülmeler olabilir. İsrail, Lübnan'a saldırmayı, savaş açmayı ve Lübnan'ı ele geçirmeyi düşünebilir. Mademki hala biz iman, basiret ve iradeden oluşan altın üçlüye sıkı sıkı tutunmayı sürdürüyoruz o halde İsrail, yeni bir savaş açmaya güç yetiremeyecek ve aciz kalacaktır. Eğer günün birinde İsrail, Lübnan'a savaş açarsa bu savaş Siyonist rejimin hayatında yaptığı son macerası olacaktır.
Biz, okumalar ve analizler düzeyinde İsrail'in Lübnan'a karşı savaş açmasını uzak görmekteyiz. Bu, bizim uyuyabileceğimiz anlamına gelmiyor. Ben, sizi teyid ederim ki bağlı olduğumuz bu direniş, hiçbir zaman uyumadı. 82'den bu yana, Ahmed Kasir'den 2000 yılının 25 Mayıs'ında elde ettiğimiz zafere kadar gözüne uyku girmedi. 26 Mayıs 2000'den bu yana yine bu direniş uyumadı. Uyanık kalarak, çalışmaya ve kendisini hazırlamaya devam etti. Çünkü bilmekteydiki ülkesi ve halkı düşmanla yan yana. 2006 yılına kadar bu süreç devam etti. Ve sonra 15 Ağustos 2006'dan günümüze kadar direniş, uyumadan çalışmaya devam etti.
Emirul Mumin Ali'nin (a.s) sözüne tekrardan geri dönüyorum: "Gerçek savaşçı, uyumaz ve uyanık kalır." Kimin yanında sürekli kendisiyle savaşan bir düşmanı varsa ve kim hala savaş halindeyse o uyumaz. Bazıları, Lübnan'ın İsrail'le ateşkes halinde olduğunu ama İsrail'in bu ateşkesi tanımadığını söylüyor. 1701 sayılı kararına rağmen İsrail, hala ateşkese varmadı. Sadece operasyonları durdurdu. Lübnan direnişi de uyanık bir halde uyumadan duruyor. Ali (a.s) başka bir sözünde "uyuyana gelince, su uyur, düşman uyumaz" demektedir. Bazı Lübnanlılar, süreç içerisinde uyudular. Niye? İsrail, askerleri uyuyorlar mı? İsrailliler, 2006 yılından bugüne kadar askeri tatbikat yapıyorlar, hazırlanıyorlar, silahlanıyorlar. Düşmanımız uyumazken biz nasıl uyuruz? Kim zayıflarsa eziyete uğrar. Kim cihadı bırakırsa aşağılanır ve mağdur olur.
Ümidini yitirenlere ve gerçekte ümidini yetirdiği halde siyasi açıklamalarda sanki yitirmemiş gibi konuşanlara şunu söylüyorum: Siz, halkımızdan ve direnişimizden silahını bırakmasını istediğinizde aslında bizim aşağılık, mağdur ve zelil olmamızı istiyorsunuz. Bunlar, yaşadığımız tecrübelerden istifade etmeyenlerdir. Bunlar, halkının, ailesinin ve vatanının onurunu, tarihin tanıdığı en iğrenç düşman olan İsrail'e teslim edenlerdir. Bundan dolayı biz şehitler gününde direnişe, orduya ve halkın iradesine sıkı sıkı tutunmaya çağırıyoruz. Çünkü gerçek kuvvet unsuru bunlardır.
LÜBNAN HÜKÜMETİ, ULUSAL BİR HÜKÜMETTİR
İç meselelerde ise şuana kadar hükümet içinde farklılıkları barındırdığını ispatlamış durumdadır. Bu hükümet, Lübnan'daki gerçek siyasi güçleri temsil etmektedir. Büyük bir halk çoğunluğunu içinde barındırmaktadır. Hükümet, tartışmaya, araştırmaya ve diyaloga açıktır. Tek görüşü olan bir hükümet değildir. Hükümet, bütün taraflarla tartışmakta ve sonrasında kararlarını almaktadır. Kararlar ne Jeffrey Feltman ne Lübnan'daki Fransa büyükelçisinden ne Dennis Ross'tan ne de Terje Roed-Larsen'den SMS'yle gelmektedir. Hükümet, herhangi bir taraftan işaret ya da uyarı almamakta. Tam aksine gerçek ulusal bir hükümettir. Bu hükümeti bugün daha çok çalışmaya başarıya ciddiyetini artırmaya dosyaları takip etmeye oradan buradan gelen gürültü patırtıya kulak vermemeye davet ediyoruz.
Önemli olan hükümetin, insanların dertlerine, günlük, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarını önemsemedir. Hükümetin önünde maaşlar, petrol ve gaz gibi önemli sorunlar durmaktadır. Biz, bu senenin sonuna kadar su, elektrik, sigorta ve idari tayinlerle alakalı sorunlarla da ilgilenilmesini istiyoruz. Ortada oldukça önemli ve hassas dosyalar var. Bunların çözümü için paraya ihtiyaç yok. Mesela idari tayinler gibi idarenin tam ve çalışmaya, üretmeye uygun olması gerekmektedir. Bunun için paraya ve yeni vergilere gerek yok. Bugün ülkedeki mevcut olan sorunların asıl sebebi bu. İdarenin tamamlanması, bir çok sorumluluğu ve zorluğu vatandaşın omuzundan kaldırmakta. Mesela Baalbek ve Hermel belediyesindeki belediye oluşumunda hızlanılması gerekiyor.
ULUSLARARASI MAHKEMENİN FİNANSMANI
Uluslararası mahkemenin finansı meselesine gelince, önceden belirttiğimiz gibi bu mevzu inşallah, bakanlar kurulunda tartışılacak. Ama burada üzerinde birazcık durmamız gereken bir gelişme söz konusu. Bu ise UNESCO Örgütü'yle alakalıdır. Başta Lübnanlılar olmak üzere Arap kamuoyu ve dünyanın bu noktaya dikkat etmesi gerekir. UNESCO, Uluslararası bir örgüttür. Ve sadece kültürel mevzularla ilgilenir. Bu örgüt, Filistin'i devlet olarak tanıdı.
Tabi hangi Filistin devletini? Denizden nere kadar olan Filistin'i değil. Sadece, 67 sınırlarındaki Filistin'i tanıdı. Tabi, hala 67 sınırlarının varlığı bile bilinmemektedir. Filistin devleti, yapılmakta ya da yapılacak müzakereler ışığında kurulacaktır. Amerika, bu uluslararası kültürel örgütün Filistin halkına tümünü değil sadece haklarının bir kısmını verdiği için öfkelendi ve kınadı. Bundan dolayı Filistin devletinin maslahatı için oy kullanan herkesi kınamaktadır. Sonra önceden uyarmaksızın finansmanı durdurdu. Bugün UNESCO, 2011 yılının sonuna kadarki tüm programını dondurduğunu ilan etti.
Şuna dikkat çekmek istiyorum: UNESCO, uluslararası alanda tanınan bir örgüttür. Diğer taraftan bu örgüt, çalışmalarını finansmana bağlı olarak sürdürüyor ya da durduruyor. UNESCO, haklı, adil ve insaflı bir iş çıkardı. Ve bunu tamamlaması gerekiyor. UNESCO'nun finansmanı, Amerika idaresi tarafından karşılanmıyor muydu? Amerika, bunu uluslararası sorumluluğu gereği yapmıyor muydu? Amerika idaresi, nasıl da uluslararası sorumluluklarını ihlal edebiliyor.
O halde Lübnan da Uluslararası Lübnan Mahkemesi'nin üzerine düşen finansmanını ödemekten vazgeçebilir. Lübnan'ın eğer böyle bir sorumluluğu varsa onu ihlal etmesi, neden mümkün olamıyor? Bazıları, bu durumun mahkeme konusunu etkilediğine dikkat çekti. Ama 14 Mart Hareketi'nin çoğunluğu bu konu hakkında hiçbir açıklamada bulunmadı.
Amerika, UNESCO'nun finansmanını kesmekle yetinmemeli bilakis UNESCO'nun altını üstüne getirmelidir. Çünkü UNESCO, Filistin halkının yanında durdu. Lübnan'a gelince, onun hiçbir hakkı yok. Lübnan, yasal olmayan bir mahkemeyi finansa etmek zorunda.
Biz, bu mahkemenin kanuni ve yasal olmadığını çok iyi biliyoruz. Geçmişinin, yönteminin ve hedeflerinin farkındayız. Bunları tekrarlamamızın bir anlamı yok. Feltman, Amerika'nın UNESCO'ya yaptığı finansmanı kesiyor sonra da gelmiş Lübnan'ı yaptırımlar uygulamakla tehdit ediyor. Bu durum, Amerika yönetiminin, dünyadaki ve Lübnan'daki ortaklarının çirkinliklerini gözler önüne sermektedir.
Her hâlükârda bu çirkinliğin önünde eski başbakan Fuad Sinyora, Amerikalılara ve UNESCO'ya bir çözüm sundu. Ben, basında yazılanlardan şunları okudum: "Amerika yaptırımına karşı UNESCO'yu koruyan bir çözüm sundu. Başbakan Sinyora, Arap liderlerine, İslam devletlerine ve dost batılı ülkelere, Amerika ve İsrail'in ödemesi gereken parayı toplaması için çağrıda bulundu. Bu adımla birlikte İsrail'in şantajı ve gözdağı, Amerika'nın egemenlik kurmak için uyguladığı baskı çökmüş olacak."
Amerika'nın kınaması ya da kınamaması, yaptırım uygulaması, boykot uygulaması ya da azarlaması, dünya halklarıyla, halkların akılları ve cesaretiyle alakalıdır. Ben, başkan Sinyora'nın sunduğu o güzel çözüme dönmek istiyorum. Mikati hükümeti de bu çözümden ilham alarak Arap Birliği'ni, Arap liderlerini, İslam ülkelerini, batılı devletleri, 50 ve 60 milyon dolarlık mahkeme ücretini finansa etmeleri için çağrıda bulunmalıdır. Bazı Arap emirleri, Londra'da ve Paris'te yapmış olduğu partileri iptal ederken bu bir iki kuruşluk ücreti ödeyebilir. Böylece ülkedeki, mahkemenin finansmanı sorununu halletmiş ve birkaç aydır başkan Mikati'yi itham eden açık savaşı sonlandırmış oluruz. Çünkü Mikati, söylediklerine ikna olmuş durumdadır.
Eğer Lübnan bu parayı öderse ekonomisi mahvolacak. Siz, Eğer gerçekten Lübnan'ı seviyorsanız ve Lübnan'a değer veriyorsanız onun kurtulmasını ve güven içerisinde olmasını istiyorsanız ki siz çözümlere ve diyaloga açık insanlarsınız. O halde bu çözüme razı olmalısınız. UNESCO'yu razı ettiğiniz şekilde Uluslararası Mahkeme'yi de razı ediniz. UNESCO, bir millete insaflı davrandığı halde Uluslararası Mahkeme, başkalarının haklarını ihlal ediyor. Bu çözümü benimseyebilirsiniz.
Bugün, bu mesele gıyabi mahkemede tartışılmaktadır. Ben, bu konu hakkında konuşmayacağım. Biz, artık bu mahkeme yokmuş gibi davranıyoruz. Üstelik vaktinizi zayi etmek istemiyorum.
Lübnan'la alakalı olarak değinmek istediğim son nokta ise Lübnan içerisindeki tüm siyasi güçlere bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Gelin, hep beraber ülkemize önem verelim. Sorunları halledelim. Hükümetteki, meclisteki, diyalog masasındaki aklınıza gelebilecek her yerdeki dosyaları halledelim. Gelin, bölgedeki ve dışardaki gelişmeleri bir tarafa bırakıp kendi ülkemize öncelik verelim. Çünkü bazı Lübnanlılar, bölgedeki gelişmelere bağlı olarak hareket ediyor.
Bir önceki konuşmamda son beş sene içerisinde üzerinde durduğumuz beş nokta hakkında konuştum. Şimdi bunu tekrarlamayacağım. Bugün kendinizi yormayın. Bütün planlarını Suriye'deki Beşşar Esed yönetiminin düşmesine bağlayanlar, emelleri ve bir takım vehimler için dosyaları, tercihleri, çözümleri ertelemekteler. Onlara şunu söylüyorum: Bu ihtimali bir tarafa bırakın. Çünkü bu ihtimal, diğer ihtimaller gibi başarısız olacaktır. Vakit kaybetmeyin! Yeniden bir Lübnanlı ve ulusalcı gibi düşünün. Garip olan şey, bazıları "Önce Lübnan" sloganları atıyorlar. Ama gerçekte Lübnan'ı listenin sonuna koyuyorlar. "Önce Lübnan"ı, Lübnanlıları, Lübnan'ın potansiyelini, aklını, iradesini, diyalogunu ve dayanışmasını önceleyin! Bu nasihat, yerel meselelerimizle alakalıdır.
İRAN NEDEN TEHDİT ALTINDA
Bölgesel meselelere gelince, bütün bölgesel ve Arap meselelerini konuşacak vakte sahip değiliz. Ama son zamanlardaki en büyük gelişmeler olan İran; Suriye; Amerika'nın, batının ve İsrail'in tehditleri; İran'ın nükleer dosyasıyla alakalı gelişmelerdir.
Son günlerde aniden tırmanışa geçen tehditlere şahit olduk. Düşman İsrail'in İran'daki nükleer tesisleri vurma ihtimali ortaya atıldı. Bu ihtimal medya ve siyasi arenada büyük bir yankı uyandırdı. Bunun üzerine açıklamalar yapıldı, duruşlar sergilendi. Tehditler ve ihtimaller tırmandırıldı. Tabi İran Cumhuriyeti yönetimi buna, emin ve kesin bir şekilde cevap verdi. Bu cevapların en büyüğü ise İmam Seyyid Hamanei'nin dün yapmış olduğu açıklamadır. Açıklamasında gerçeğin ta kendisini söyledi.
İran, ordusu, muhafızları, halkına olan bağlılığı, bütünlüğü, imanı ve azmiyle güçlü bir ülkedir. Ne gözdağı ne de filolardan korkması mümkün değildir. Amerika filoları İran'ın çevresindeki bölgeleri işgal ettiğinde ki bugün Amerika kuvvetleri Pakistan'da, Irak, Türkiye'de, körfez ülkelerinde, Körfez sularında konuşlanmış durumdadır. İran, bu duruma rağmen asla zayıflamamış, iradesinden geri adım atmamış, onların şartlarına boyun eğmemiş ve Amerika'yla doğrudan müzakerelere girmemiştir. Ne gözdağı ne de filolar İran'ın iradesine, azmine, liderlerin ve halkın kararına dokunamaz. Bu, tartışmasız bir konudur.
İran'a baskıların arka planı nedir? Unutmamamız gereken şey, Amerikalılar Irak'tan çekildiler. Bu Amerika projesi için büyük bir yenilgidir. 2000 yılında insanlar çıkıp Lübnan'daki direnişin aslında başarılı olamayacağını söyledi. Ama İsrail, geri çekildi. Bunun masa altında bir anlaşma olduğunu iddia ettiler. Bu çok boş bir iddia.
Şimdi de Amerika'nın Irak'tan çıkma kararı için aynı şeyi söyleyecekler. Amerika, İnsani, maddi ve ekonomik alanda büyük kayıplar vermesine rağmen Irak'tan çıkması makul bir şey mi? Cevabı, tabi ki hayır! Amerika, Irak'tan hezimete uğramış bir şekilde çıktı. Mağlubiyetinden ötürü bir şeyler yapması gerekiyordu. Öncelikle hangi devlet, işgal ettiği bir topraktan geri çekilir? Bazıları, ateş altında geri çekilir. Ama Amerika, ateş altında geri çekilmeye dahi güç yetiremedi. Bundan ötürü ortalığı toza dumana karıştırarak, meseleyi siyasi bir boyuta çekmeye çalışıyor. Bunun adı bölge düzeyinde gözdağı vermektir. Ve bölgede savaş açmaktır. İran ve Suriye'ye karşı saldırılarla bütün dünyanın dikkatini dağıtıp Amerika'nın Irak'tan hezimete uğramış şekilde ayrılmasını normal bir olaymış gibi göstermektedir. Siyasi liderlerin ve medya kuruluşlarının, Amerika'nın Irak'tan hezimete uğramış bir şekilde ayrıldığını anlatmaları gibi bir sorumluluğu vardır. Çünkü bunun stratejik, tarihi, manevi, psikolojik, siyasi, askeri anlamda, bölge ve bölgenin geleceği üzerinde etkisi ve sonuçları vardır.
İkinci olarak Amerika'nın kendisinin Irak'ta hezimet yaşamasını sağlayan ülkeleri cezalandırması gayet doğaldır. Herkes Amerika'nın Irak işgaline karşı İran ve Suriye'nin direnişi ve Irak halkını desteklediği, Amerika şartlarına boyun eğmediğini bilmektedir. Ne Colen Powell ne de ondan sonra gelenler İran ve Suriye'ye, kendi şartlarına boyun eğdiremedi. Amerika, yenildiği ve hezimete uğradığı bir zamanda İran ve Suriye'ye şunu söylemek istemektedir: "Başarı elde ettiğinizi düşünüp sevinmeyin. Baskı ve gözdağı altında kalmaya devam edeceksiniz."
Amerika'nın bu tavrı gayet doğaldır. Amerika'nın Irak'tan çıkarken hezimete uğradığını itiraf ettiğini tasavvur edebiliyor musunuz? Amerika'da Cumhuriyetçiler, bunun bir yenilgi olduğunu itiraf etti. Amerika, bu yenilgiden sonra İran'ı, Suriye'yi, bölge halkını, Irak halkını ve direnişini destekleyenleri, bu tarihi zaferden ötürü kutlamasını bekleyemeyiz.
BÖLGEDEKİ DEĞİŞİMLER DİRENİŞİN LEHİNEDİR
Bölgede gerçekleşen değişimlerle alakalı dikkat etmemiz gereken üçüncü nokta ise, olayları okuyan ve analiz edenlerin değerlendirmelerindeki farklılıklara rağmen Zeynelabidin yönetiminin düşüşünü Amerika projesi varlığı için bölgede bir kayıp olarak görmeliyiz. Aynı şekilde Kaddafi yönetiminin düşüşü de Amerika yönetimi için bir hüsrandır. Hüsnü Mübarek'in düşüşü ise Amerika ve İsrail'in en büyük kaybıdır. O halde bölgedeki değişimler, kesinlikle Amerika ve İsrail'in maslahatına değildir. Ama ileride bu yeni yönetimleri, kendi maslahatı için kullanabilir mi ? Bu ayrı bir meseledir.
Bölgedeki bu büyük gelişmeler, direnişçi, karşı koyan, İsrail'i reddeden, egemenlik projelerini kabul etmeyen tarafları güçlendirdi. Ve daha da büyüttü. Böylece İran ve Suriye, yeni ortaklar ve yeni yardımcılar elde edeceklerdi. Direnişe yeni üyeler katılacaktı. Bu ise varlığını, etkisini artıracağı anlamına gelmektedir. Amerika, Mısır, Tunus, Libya'da kaybettiklerine karşılık olarak İran'a ve Suriye'ye geçiş yapması gerekiyordu.
Dördüncü ve son nokta ise Amerika, İran ve Suriye'yi boyun eğdirmek istiyor. İran'ı doğrudan müzakerelerde bulunmaya ikna etmeye çalışıyor. İran, başka ülkelerin de bulunduğu toplu müzakereleri hiçbir zaman reddetmedi. Ama doğrudan ve ikili müzakereleri, her zaman reddetti ve reddetmeye devam edecek. İran'ı müzakere masasına çekmek ve kendisine itaat ettirmek istemektedir. Suriye'ye, geçmişte kabul etmediği şeyleri, şimdi kabul etmesini istiyorlar. Bu, onların gerçek hedefidir.
İRAN SALDIRILARA İKİ MİSLİYLE KARŞILIK VERECEK
İran, güçlü, dayanıklı, birliğini muhafaza eden bir ülkedir. İran, dünyada eşi benzeri olmayan bir lidere sahiptir. İran, saldırılara iki misliyle karşılık verecektir. İran'a karşı kim savaş açma cesareti gösterebilir? O halde bilmeleri gerekir ki İran'a karşı başlatılacak bir savaş ya da Suriye'ye karşı başlatılacak bir savaş İran ve Suriye düzeyinde kalmayacaktır. Bu savaş, bütün bölge düzeyinde bir savaş olacaktır. Bu hesaplamaların hepsi gerçektir. Biz, hiç kimseyi tehdit etmiyoruz. Bütün tehditleri bir tarafa bırakalım. Ama realite bu. Arap ve İslam devletleri, hükümetleri, halkları Geçmişe nisbeten bugün daha net bir duruş sergilemelidir.
Şu kendini beğenmişliğe ve küstahlığa bakın! İsrail'in kendisi asker nükleer başlıklara sahipken dünyadan İran'a baskı yapmasını istiyor ve İran'ın barışçıl nükleer tesirlerini vurmakla tehdit ediyor. Bu küstahlığın ve kibrin sebebi nedir? İsrail'deki bu kibrin sebebi, başkalarındaki zayıflık ve bölünmüşlüğüdür. Biz onlara şunu söylüyoruz: İsrail ve Amerika'nın karşısındaki zayıflık ve geri adım atma dönemi sona erdi. Artık marifet, aşk, azim ve irade dönemindeyiz.
Bugün, bu şehid gününde, şehadet eylemcileri döneminin fatihi, şehadet eylemcisi Ahmed Kasir'den, Sur şehrindeki Siyonist yüzleri karartan o eylemden bugüne ve hatta geleceğe kadar zaferler dönemine girdik, hezimetler dönemi sona erdi. Yapmamız gereken tek şey şehidlerin kanının hedeflerini, vasiyetlerini, emellerini korumaktır. Onların yollarını takip etmektir. Biz ve sizler bunu kesinlikle yapacağız.
Şehidlerin boynumuzda biatları vardır. Onlara kavuşuncaya kadar bu biatımızı bozmayacağız. Biz, gerçekten bekliyoruz ve biatlarımıza sadığız. Bütün süreçlerde merhalelerde, zorluklarda ve meydan okumalarda sebatımızı sürdürdük.
Bütün bölgedeki bütün tehditlere rağmen şunu söyleyebilirim: Yerel, bölgesel ve uluslararası gelişmeler, bölge halkının, direnişin ekseninin lehinedir. Şuan, geçmişe rağmen her açıdan daha iyiyiz. Eğer hafızalarınızı 1982 yılına döndürürseniz durumların nasıl olduğunu hatırlayacaksınız. 2006 yılına geri dönün. Durumlar nasıldı? Buna rağmen 1982 yılında galip geldik. 2000 ve 2006 yıllarında yine galip geldik. İman, marifet, aşk, azim ve irade ehli olduğumuz sürece, her zorluklar karşısında galip geleceğiz inşallah.
Lübnan İslami Direnişi Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah'ın "Şehid Günü"nde yaptığı konuşması, Ümit Yıldırım tarafından israhaber için tercüme edildi.
İSRA HABER