Selâhaddin Çakırgil
‘Kahramanlık' ve ‘kaatillik' sıfatları arasında bir isim
Dünkü yazımın sonunda, Qaasım Suleymanî’nin ‘Irak’ta Amerika eliyle katledilmesinin birinci yıldönümü’ münasebetiyle yazdığım kısa not dolayısiyle bazıları, ‘O büyük şehid’e gerekli ihtiramı göstermediğimi; bazıları da, ‘Suriye ve Yemen ve Afganistan’da sadece kendisine yakın gördüklerinin kazanması için, yüzbinlerce insanın kanı elinde olan ve Rusya’yı Suriye’ye getirmesi’yle övünülen bir kimse hakkında çok mülâyim yazdığımı söz konusu etmişler.
Bir taraf, onu bir ‘kahraman’ olarak anarken, bir taraf da -özellikle, Suriye’deki uygulamalarıyla- ‘kaatil’ olarak suçluyor.
Şu noktaya tekrar değinmekte fayda olsa gerek:
Her devletin kendisini korumak adına geliştirdiği refleksler vardır. Hattâ, Selçuklular ve Osmanlılarda aynı ailenin şehzâdeleri arasında bile, ayrı devletler kurmak veya devleti ele geçirmek adına ne büyük savaşlar olmuştur ve taraflar, haliyle, kendilerini haklı görmüşler, bu yolda fetvâlar da elde etmişlerdir.
İran’la Osmanlı ve Türkiye arasında bir takım gerilimler yaşanmıştır, yaşanır da..
Nitekim, daha 3 hafta önce, Türkiye Başkanı Erdoğan’ın, Bakû’da, Karabağ Zaferi törenleri sırasında okuduğu şiirin İran Yönetimi’nce en ilgisiz ve çarpık mânâlara çekilmesi üzerine, İran medyasında Erdoğan için Hitler’e benzetilmeye çalışılmış karikatürlere ve ‘Erdoğan’a ölüm!.’ manşetlerine varıncaya kadar ağır hakaretler yazılıp çizildiği; hattâ Erdoğan’a, ‘Osmanlı’yı ve ‘Halifeliği ihya etmeye çalışmak’ suçlamalarının bile yapıldığı ve bu yaklaşımların yanlışlığı, bu sütunda da dile getirilmeye çalışıldı.. (Ki, İran’daki bütün yayınların, resmî mahiyette olduğu da unutulmamalıdır.)
İran Yönetimi’nin siyasetlerine karşı çıkarken, İran halkını da hedefe koymamak gerekir. Müslüman halkları birbirine düşman etmek, sadece emperial-şeytanî güçlerin işine yarar.
Aynı şekilde, Türkiye’deki bazı int. sitelerinde, İran’la ilgili haberlerin altına, acaib takma isimlerle öyle çirkin yazılar yazılıyor ki, bu, ne müslümanlığa, ne de insanlığa sığar.
Unutulmasın ki, emperial-şeytanî güçler hele de son 10-15 yıldır, arab rejimlerinin medyalarında, ‘İran, İsrail’den beterdir’.’ diye yazdırıyorlardı. Nitekim, meyvesini de topladılar, sonunda.. BAE, Suûdî, Bahreyn, Kuveyt, Fas ve Sûdan da sionist İsrail rejimiyle diplomatik münasebetler kurmak için sıraya girmiş durumdalar..
Şimdi de yeni bir cereyan, birçok Arab rejimlerince, ‘Arab dünyası için, en büyük tehlike İran değil, Türkiye’dir.’ şeklinde geliştiriliyor.
O halde, devletler arasındaki gerilimleri, Müslüman halklar arasında bir düşmanlığa dönüştürmemek için hepimiz dikkatli olmalıyız.
Bu açıdan, Suleymanî üzerine yeni bir şey yazmak yerine, 1 yıl önce, 4 Ocak 2020 günü Star’da yayınlanan, ‘İnançlar ve ideolojiler öldürmelerle yok olmaz, belki daha bir bileylenebilirler de..’ başlıklı yazımdan bir bölümü tekrarlıyayım:
‘(…)Qaasım Suleymanî, yalnız İran Ordusunun değil, şiî müslüman halkın da gözünde en büyük kumandanlardan ve kendi inancının hâkim olması dâvasının büyük fedaîlerinden birisiydi. Onun esrarengiz ve gözü kara plân ve ölüm korkusu taşımayan mücadeleleri, İran’lı yetkilere, ‘Bugün, Ortadoğu’da Tahran, Bağdad, Şam, Beyrut ve San’a gibi 5 başkenti elimizde tutuyoruz..’ diyebilmelerini ve belki de güç zehirlenmesini de ‘hediye’ etti.
Onun gözüpek ve inancı uğruna, öldürmeyi ve öldürülmeyi hiç umursamayan bir kumandan olduğu kadar, güçlü bir stratejist olduğu da söylenir. Nitekim, Suriye Buhranı’ndan kendi başlarına çıkamıyacaklarını anlayınca, İran yetkilileri, o zamana kadar o buhrana uzak durmakta olan Rusya’yı devreye sokmak için, Suleymanî’yi Moskova’ya göndermiş ve Putin’i devreye girmeye o iknâ etmişti.
Bugün, Suriye fiilen Rusya tarafından yönetiliyorsa, bunun ‘mimâr’ı da, Suleymanî’dir. Kezâ, Afganistan’tan (aileleriyle birlikte) yüzbini geçtiği söylenen şiî milislerini, ’Fâtımiyyûn Tugayları’ adı altında Suriye’ye getiren ve Haleb ve civarındaki şehirlerde sivil sünnî halktan on binlerin katledilmesi ve yerlerinden yurtlarından kaçırtılması ve direnenlerin ezip geçilmesi yoluyla, bu güçleri oralara yerleştirerek, bölgenin demografisini /nüfus yapısını değiştirmeye çalışan eylemlerin ‘mimâr’ı da Suleymanî’dir ve İran’lı yetkililer de onun bu ‘üstün’ hizmetini kendi açılarından tabiatiyle hep büyük övgülerle takdir etmişlerdir.
Dahası, (…) İran liderliği, Suleymanî eliyle, Irak’ta da, ‘Haşd-i Şa’bî’ ordusunu kurdurmakta ön ayak olmuş ve bu güçlerin, inanç konularında tek ölçü olarak Veli’yy-i Faqih’in emirlerini kabul etmeleriyle, bu gücün özellikle de Suriye’de ve Irak’da nasıl gözükara mücadeleler verdikleri görülmüştür. (…)
Suleymanî’nin öldürülmesi muhakkak ki, çok büyük bir hadise ve bütün bölgeyi ateşe atacak bir büyük cinayettir. Bu saldırıya İran’ın nasıl karşılık vereceği ise.. Tehevvüre kapılıp saldırmak şeklinde olmayacaktır, herhalde.. (…)’
Evet, bir yıl önceki bu görüşlerimiz hâlâ da geçerli..