Kemalist Cumhuriyetçiliğin Kimlik İnşasının İflası

Kemalist Cumhuriyetçiliğin Kimlik İnşasının İflası

Bütün dünyayı tek dil, tek kültür ve tek din egemenliği altına almak, yaratılışın doğasına ve düzenine aykırıdır... Yusuf Tanrıveri'nin yazısı

Kemalist cumhuriyetçiliğin kimlik inşasının iflası ve sivil anayasa / Yusuf Tanrıverdi

PKK’nın ve DTP’nin oluşturduğu ağır gündemin sisleri arasında, seçimlerin hemen ardından ülke gündemine giren sivil anayasa tartışmaları ve hükümetin taslak hazırlıkları tartışmalarının ağır aksak devam ettiği gözüküyor. Darbeler ve siyasi provokasyonlarla dolu Cumhuriyet tarihini göz önüne alırsak sürekli değişen gündem kargaşası içinde olayları takip etme becerimizi de bir yandan sürdürmemiz gerekiyor.

Statükocu çevreler mevcut vesayetçi anayasayı değiştirme çabalarını cumhuriyete ve değerlerine yöneltilen bir saldırı olarak okumaya devam ede dursunlar, özgürlükçü cephenin temel kaygısı ise sivillerin yapacağı anayasanın gerçekte sivil olup olamayacağı, hak ve özgürlükler boyutunda toplumun ihtiyaçlarına cevap verip veremeyeceği noktasındadır. Bu kaygıya neden olan ise sivil anayasa tartışmalarının başlamasıyla birlikte PKK saldırılarının yoğun bir artış göstererek, militer ve ulusalcı cepheye karşı AKP’nin elinin zayıfladığının ve başta Adalet Bakanı olmak üzere AKP’nin şahinler kanadını oluşturan kimi bakanların ve parti yöneticilerinin klasik statükocu söylemlere yönelmeleri ve 301. maddenin kaldırılması taleplerine karşı açık bir tavır koymaları gösterilmektedir.

1990’lı yıllarda önümüzdeki yıllar için Türkiye’nin yeni bir sosyo-politik düzenlemeye ihtiyaç duyacağı tartışmaları yapılmıştı. Bu tartışmaya neden olan ise Güneydoğu Anadolu sorunun etnik boyutu ile ilgili olmuştu. O yıllarda tartışmalar “Türkiye vatandaşlığı”, “anayasal vatandaşlık” ve “çok kültürlülük” kavramları üzerinden yapılmıştı. Dönemin başbakanı Tansu Çiller 1994 Aralık ayında yaptığı bir konuşmasında “ ne mutlu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşım diyene” ifadesini kullanmıştı. Çillerin başbakan olarak sarf ettiği bu sözler devlet nezdindede vatandaşlık tanımı konusunda yeni bakış açısının oluşabileceği ümidini kuvvetlendirmişti. Çillerin sarf ettiği bu söz üzerine devlet katında Türkiye’nin çok kültürlü yapısının tescil edildiği yorumları yapılmıştı. Bir başbakanın telaffuz ettiği bu sözlerin ardından tam 12 yıl sonra yine bir başkan Diyarbakır’da “Kürt sorunu” cümlesini telaffuz edecek ve Siirt’te Kürtçe pankartlarla karşılanacaktı.

Sivil anayasa tartışmalarının nirengi noktası sanırım 90’lı yıllara da damgasını vuran çok kültürlülük temelinde bir vatandaşlık kavramı tanımı olacaktır. Erken dönem ulus devlet felsefesi ulusal sınırlar içinde yaşayan insanların ortak bir kültür, etnik köken, dil ve hatta din paydası üzerinde durduklarını varsaysa da, günümüz ulus devlet vatandaşlarını gözlemlediğimizde iddia edilen konularda türdeş olmadıklarını aksine bir mozayiği oluşturdukları gerçeğini görürüz. Bu gerçeğin göz ardı edilmesi ulus devletler için toplumsal ve siyasal düzeylerde etnik ilişkilerin düzenlenmesi sorunu doğurmaktadır. İletişim ağlarının küçülttüğü bir dünya, küreselleşme, Sovyetler Birliğinin yıkılması ve soğuk savaş dönemi sonrası tek kutuplu bir dünyanın oluşması gelişmiş ülkeleri de içene alan şekilde bir dizi kimlik bunalımı sorunu ortaya çıkararak sorunun tetikleyici öğelerini oluşturmuştur.

Sivil anayasanın nirengi noktasını oluşturacak vatandaşlık tanımının doğru bir şekilde yapılabilmesi için “ Atatürk milliyetçiliği” kavramına tarihsel süreci açısından eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşılması gerektiği kanaatindeyim. Atatürk’ün Türk ve Türk milliyetçiliğine yüklediği anlamların düşünce ve pratik açıdan geçirmiş olduğu değişimleri tespit edememek, konunun mantıklı bir izahını yapma fırsatını bize vermeyecektir.

Milli Mücadelenin temel beyannamesi sayılan Misak-ı Milli beyannamesi: “ Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskun bulunan aksam” diye tanımlar ve “Türk” ifadesini kullanmaz. Mili Mücadelenin örgütsel gövdesini oluşturan Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyetinin beyannamesinde: “ yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve hiss-i fedakari ile meşhun ve vaziyet-i ırkiye ve içtimaiye ve şeriat-i muhitiyelerine riayetkâr… bilcümle anasır-ı islamiye.” Şeklinde bir millet tanımı yapılır. Amasya Beyannamesinde, Millet Meclisi seçimine yönelik tebliğde, BMM namına çıkarılmış kanun, tamim ve kararlarda sözü edilen millet; Osmanlı devletinin İslam milletidir. Bu millet tanımının istisnasını Araplar oluşturur. M Kemal’e göre: “ Bu hudud-u milli dahilinde tasavvur edilmesin ki anasır-ı islamiyeden yalnız bir cins millet vardır. Çerkes vardır ve anasır-ı saire-i islamiye vardır. İşte bu hudut, memzuç bir halde yaşayan, bütün maksatlarını, bütün manasıyla tevhid etmiş olan kardeş milletlerin hudut-u millisidir. (Hepsi İslam’dır, kardeştir sesleri)” (23.04.1920 BMM açış söylevi)

“ Büyük Millet Meclisini teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı islamiyedir, samimi bir mecmuadır.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, TTK Yayını 1989, s. 73)
1839 Tanzimat fermanıyla Osmanlı Devleti, din ve mezhep farkı gözetmeksizin tüm vatandaşlarını kapsayan bir “ Osmanlı Milleti” idealini resmi planda da olsa ortaya koymuştu. Milli Mücadelenin dayandığı temel argümanlar, ARMH Cemiyeti kararları ve Amasya Beyannamesinin millete yüklediği anlam göz önünde bulundurulduğunda “ Osmanlı Milleti” idealinden tamamen uzaklaşılıp, “İslam Milleti” idealine dönüş yapıldığı tespiti doğruluk kazanmaktadır.

Resmi belgeler incelendiğinde “Türkiye” ifadesinin kullanımına 1921 başlarında rastlanır.1 Eylül 1923 Nisanında Atatürk ilk defa “ Asil Türk Milleti” ifadesini kullanacak, ancak 1923 Nisanında Halk fırkasının kuruluşuna kadar bu ifadeyi bir daha kullanmayacaktır. Halk fırkasının dokuz umdesinde kullanılan deyim “ Türkiye halkı”dır. Bu tarihten sonrada Milli Mücadeleyi zafere taşıyan İslam topluluğunun adı, “ Türk Milleti” olacaktır.

Türkiye deyimini ilk defa Batılıların kullandığını görmekteyiz. Anadolu ve Rumeli’de yaşayan ve Araplardan farklı bir dil kullanan Müslüman toplulukları Araplardan ayırt etmek için belirtilen coğrafyaya “Türkiye” demişlerdir.

Konunun bu bölümünde iki noktanın daha altının çizilmesi gerekmektedir. Birincisi: Lozan antlaşmasıdır. Lozan antlaşmasında İngilizlerin, azınlıkları etnik köken itibarıyla tanımlama isteklerine karşı Türk heyeti itiraz koyarak azınlığın “din” esas alınarak yapılması üzerinde ısrar edip kabul ettirirler. Bu antlaşmaya göre Türkiye Devleti kendini ve tebaasını din esası üzerinden tanımlayan bir devlet olmuştur. Ülkedeki azınlıklar “Müslüman” olmayan unsurlar olarak belirlenmiştir. İkinci nokta ise; bu antlaşmanın da kaynağına temel teşkil ettiği mübadele sorunudur. Mübadelede din kriteri esas alınarak; Türkçe konuşan, Grek harfleriyle Türkçe yazıp Kiliselerinde Türkçe dua eden Karamanlılar ve Pontus Ortodokslar Rum sayılarak sınır dışı edilmişlerdir. Buna mukabil; ırk ve dil unsuru gözetilmeksizin Girit ve Rumeli’nin Müslüman halkı “Türk” sayılarak muhacerete kabul edilmişlerdir.

Buraya kadar ifade ettiğimiz din merkezli bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve toplumu tanımı 1924’den sonra bu netlikte bir daha asla vurgulanamasa da günümüze kadar halk arasında duygusal olarak ifadesini bulan millet tanımının bu içeriğini muhafaza ettiğinin altını çizmek gerekir.

1924 tarihi bir kırılmayı getirecektir. Atatürk’ün siyasal düşüncesinde ve devletin resmi millet tanımında din referansı düşecektir.

1931 tarihli CHP programında ifade edildiği gibi; “ Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde Türk dili ile konuşan, Türk kültürü ile yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş, hangi dil ve mezhepten olursa olsun Türk’tür” . İkinci Dil Kurultayında okunan Türk Tarih Kurumu bildirgesinde Afet İnan’ın aktardığına göre (Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler. TTK Yayınları 1968, 2. basım, s. 210–211) Atatürk derki: “ Bugünkü ilim dünyası içinde dili, ırk için esas kabul etmeyen âlimlerde yok değildir. Bu esas belki bazı camialar için doğru olabilir. Fakat Türk için asla…”. Cumhuriyet tarihinde anadili Türkçe olmayan topluluklara karşı alınmış tedbirleri bu cümleden okumak gerekir.

Tanımda geçen “Türk kültürü” nün ne olduğu hakkında tanım bir fikir vermez. Öteden beri Anadolu’nun birleştirici temel kültürü İslam olmuştur. İslam dinini çıkarınca “ ortak kültür olarak ortada ne kalmıştır?” sorusuna tanımın verdiği bir cevap yoktur.

Türk ülküsünün içeriğinin ise belli tarihler ve belli bir “kadronun” tercihlerinin kutsanmasıyla sınırlı tutulduğu görülür. Ülkü açısından ulusa mensup olup olmamanız “kadronun” tercihlerine tam bir teslimiyetle bağlanıp bağlanmadığınıza göre belirlenir. Bu bakış açısı I. Dünya savaşı yıllarında toparlayıcılık yönü olduğu iddiası ön plana taşınarak belli bir sempati toplamıştır. Kimi ulus devletlerde uygulama şansı bulun bu teorinin yapısal zaafı uygulamalarda sonu fecaatle bitin neticelere yol açtığı görülmüştür. “ Kadro”nun tercih ettiği siyasal görüşe bağlılıkla ancak vatandaşlık hakkını kazanabilmektesiniz. “Kadro”nun siyasi tercihlerinin dışında tercihlerde bulunmanız sizin “vatan haini” olmanız mantıksal sonucunu doğuracaktır. Ülkeye ve lidere bağlılığın “ülkü birliği” sayıldığı merkezi bir yapıda, ülkeye ve lidere bağlılığından en küçük kuşku duyulması hali “hainlikle” nitecelendirilecektir.

“ Hainlik” siyasi mücadelenin silahlarından en kuvvetli olanı olacaktır. Temel vatandaşlık hakları sürekli sorgulanacaktır.
Avrupa’da “ulusal ülkü” kavramına dayalı ulusal kimlik düşüncesi ve vatandaş tanımı, yirmi yıla yakın, bir insan kıyımına, hak ve özgürlüklerin ihlaline neden olmuştur. II. Dünya savaşı talihsizliğini yaşamamış olan ülkemizde, Avrupa’nın nefretle andığı bu teorinin, bazı kesimler tarafından “ilericilik” olarak vasıflandırılması ve taraftar bulması manidardır.

TC kurucuları tarafından “Türk” sözcüğü o yıllarda teori ve pratiği açısından netliğe kavuşturulmaz. 27 Nisan 1925’te başvekil İsmet İnönü Türk Ocakları Merkezinde yaptığı konuşmada; “ Türk’e ve Türklüğe riayet etmeyeni ezeceğiz… Memlekete hizmet edenlerden talep edeceğimiz, her şeyden evvel Türk ve Türkçü olmaktır.” der. İsmet İnönü sözlerinde sarf ettiği “ Türk” ifadesini Türkiye Cumhuriyetine bağlılık olarak mı ifade etmiştir? Yoksa konuşmasının, Şeyh Said’in ele geçirilmesinden iki gün sonra yapmasıyla bir “anlam” ilişkisi var mıdır? Kürtler, İslam ortak paydasında Türklerle bir arada yaşamalarında bir sakınca görmemişlerdir. Ancak üst kimliğin İslam ortak paydasından çıkarılıp “Türk” kavramı üzerinden yapılmasını o günden beri Kürtler içine sindirememiştir.

Türkiye Cumhuriyetinin kimlik ve vatandaşlık tanım arayışı devam edecektir. 1930 tarihi yeni bir tanımı getirecektir. Yeni tanımda “Türk” kavramının temeline “ırk” oturtulacaktır. Atatürk’ün yönlendirmesiyle Türk Tarihinin Ana Hatları adlı bir kitap yazılır. Bu kitap tarih eğitiminin temelini oluşturmak için tüm okullarda okutulacaktır. Kitapta Türklükle ilgili tespitler şöyledir: “Filhakika bugünkü Avrupa’nın büyük millet kütleleri doğrudan doğruya bir ırka mensup olmadıkları gibi, bu cemiyetlerin ekserisinde bariz vasıflarını muhafaza etmiş bariz bir ırk da mevcut değildir… Tarihin en büyük cereyanlarını yaratmış olan Türk ırkı, en çok benliğini muhafaza etmiş bir ırktır… Uzvi vasıflarını, uzvi olan dimağını ve lisanını daima korumuştur. Bütün tarihte böyle bir ırkı, bir millet halinde görmek, bilhassa zamanımızdaki insan heyetlerinin pek çoğuna nasip olmayan büyük bir kuvvet ve büyük bir şereftir.” (Türk Tarihinin Ana Hatları, Maarif Matbaası 1930, s.37–39.)

Bir önceki dönemde siyasi tanım içeriği kazandırılan “Türk” kavramı bu kez saf ırk anlamında kullanılacaktır. O zamana kadar adı anılmayan Orta Asya Türklüğü hatırlanacak, Türk’lerinin kökenin Orta Asya dayandığı tezinin yanında Anadolu yaşamış tüm geçmiş toplulukların örneğin; Hititlerinde Türk olduğu ispatlanmaya çalışılacaktır. Kökenini Orta Asya’ya dayayamayan hiç kimse Türk sayılamayacaktır. Türk ırkının üstünlüğü sahip olduğu bilgi, kültür ve evrensel insani değerler açısından değil “asil kanında” aranacaktır. Buna göre soyu karışmamış olan bir Türk’ün soyu karışmış bir Türk’e göre daha üstün olduğu görüşü ortaya çıkacaktır. Soyunda Kürt, Arap, Bulgar vs. kanı karışmış olan bir Türk’ün soyu karışmamış olan bir Türk’le aynı vasıflara ve üstünlüğe sahip olması düşünülemeyecektir. Devleti yönetecek olan, milletin geleceği ile ilgili kararları alacak olanda sahip olduğu “asil kan” meziyeti nedeniyle soyu karışmamış “Türkler” olacaktır. Dönemin Adalet Bakanı aynı zamanda Türk İnkılâbı Tarihi profesörü Mahmut Esad Bozkurt bu gerçeği şöyle dile getirecektir: “… Bir ihtilal hangi millet adına yapılırsa, muhakkak o milletin öz evlatlarının eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır. Mesela: Türk ihtilali, öz Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız şartsız.” (Prof. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, İstanbul 1940, s. 141-142.)

Türkiye Cumhuriyeti tarihi bu yönüyle bir arayışlar tarihi olmuştur. Bir birleriyle taban tabana zıt ideolojik tercihler, Kemalizm adı altında resmi ideoloji olarak sunulmuştur. Resmi ideoloji kendinden beklenen “birlik ve beraberlik” ruhunu, içinde olduğumuz güne kadar bir türlü oluşturamamıştır. Devletin bütün imkan ve araçlarını kullandığı halde kendisine rakip olarak gördüğü ve yerini almaya çalıştığı, “İslam Kimliği”ne karşı bir üstünlük sağlayamamıştır. Bu konuda da bazı tespitler yapmak önemli olacaktır.

Toplumsal ve bireysel hayatın bütün yönlerini kucaklama iddiasındaki “Müslümanlık” düşüncesinin aksine, Kemalist cumhuriyetçilik halkın büyük çoğunluğunun yaşamına yabancı ve soğuk bir kavramdır. Müslümanlık halka ait iken, hiç kimseyi dışlamazken, kemalist cumhuriyetçilik “birilerinin” dir ve “birilerinin” tasarladığı ve koruması altında olduğu “elitist kadro”nundur. Müslümanlığın hoş görü ve esnekliği yerini Kemalist Cumhuriyetçilikte katı sınırları olan, çoğunluğu “ötekileştiren”, her türden eleştiriye kapalı, kendinden başkasının yaşam alınlarına müdahale eden bir ideolojik taassuba bırakır. Kemalist Cumhuriyetçilik belli bir “kadronun” yüceltilmesine ve ululaştırılmasına dayanır. “Kadronun” yaptığı siyasal tercihin mutlaklığına, vazgeçilemezliğine, eleştirilemezliğine inanır ve aksi tutumu “ihanetle” tanımlar. “Türklük ülküsü”ne hangi mutlak “insani evrensel değer” açısından sahip çıkılması gerektiği konusunda bir şey söyleyemez.

Toplumlar kendilerini atfettikleri değerler müktesebatına göre yönetilmek isterler. Örneğin Amerikalılar “özgürce” yönetilmek isterler Fransızlar “eşitlik kardeşlik barış” derler. Müslümanlar “müslümanca” yönetilmek isterler. Türkiye’de ise bunun karşılığı “Türklerce” yönetilmektir. Yönetim talebi bir düşünceye, bir ahlaki değere dayanmaz. Türk kavramının açılımında ahlaki ve evrensel değerlere dayanan bir ideolojik derinlikte yoktur. Çünkü bu kavram bir “düşünceyi” değil bir “kadroyu” ifade eder.

ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK TEMELİNDE BİR ANAYASA ÇÖZÜM OLABİLİR Mİ?

Farklı etnik kümelerin oluşturduğu toplumsal yapılarda etnik kümelerin toplumun ve ülkenin çeşitli kaynaklarını eksiksiz kullanımını ve karar alma süreçlerine eksiksiz katılımını sağlayacak ilişkilerin ve kurumların düzenlenmesi ve anayasal teminatın oluşturulması çok kültürlülük açısından önemlidir. Pek çok ülkede bunun uygulama örneklerini görmekteyiz. Bu bölümde çeşitli ülkelerin anayasal düzenlemelerinden örnekler vermek yararlı olacaktır.

Bu konuda İspanya ilgiye değer bir örneklik teşkil etmektedir. Nüfusu Kastilyanlar (yüzde 73), Katalanlar (yüzde 17), Galicialar (yüzde 8), ve Basklar (yüzde 2) olmak üzere İspanya dört etnik kümeden oluşur. 1978 İspanya anayasası üniter devlet yapıyla birlikte etnik bölgelerin özerkliğini vurgular. İspanyaya anayasası 2. maddesi ş şekildedir: bu anayasa İspanya ulusunun çözülemez tekliğine ve İspanyolların bu ülkesinin bölünemezliği üzerine temellenir, fakat bu ülkeyi oluşturan bölgelerin ve farklı etnik kümelerin kendini yönetme hakkını ve birbirleriyle dayanışma gerekliliğini kabul eder ve garantiye alır. İspanya anayasasının maddesi Kastilya (İspanyolca) dilinin devletin resmi dilinin olduğunu belirtmesinin yanında diğer dillerin özerk bölgelerdeki toplulukların konumları çerçevesinde resmi dil olarak kullanılacağının da altını çizer. Aynı madde azınlıkların ulusal bütünlük için bir tehlike değil birleştirici bir unsur oldukları ifadesine yer verir. Yine İspanya anayasasının 143. maddesi ortak tarih, kültürel ve ekonomik özelliklerde benzerlik taşıyan iller bir araya gelerek özerk bölge oluşturma hakkı tanır. 148. madde ise özerk bölgelere ulusal çıkarlara aykırı olmamak kaydı ile içişlerinde özellikle kültürel ve dille ilgili konularda kendilerini yönetme yetkisi verir.

Finlandiyada nüfusun yüzde altısını İsveçler oluşturur. Anayasa Fin ve İsveç dillerini konuşan vatandaşların kültürel ve ekonomik ihtiyaçlarının eşit ve tam olarak karşılanacağını garanti eder. Belediyelerin kendi bölgelerindeki azınlık çocuklarının temel ilk eğitimlerinin kendi dillerinde sağlanması için görev yükler.

Çok kültürlülük uygulamaları bağlamında İsveç’ten bir anekdotu aktarmak ilginç olacaktır. 1990’lı yılların başlarında yaklaşık 120 farklı dilin zorunlu ilkokul eğitiminde resmi eğitim dili olarak kullanılıyor oluşu İsveç’in çok kültürlülüğe yaklaşımı açısından önemli bir örnektir. İsveç’te çok kültürlülük dört temel ilke üzerine kurulmuştur. Bu ilkeler; toplumsal birliktelik, kültürel kimlik, siyasi ve ekonomik imkânların kullanımlarının eşitliği ve toplum içinde eşit sorumluluk ve katılımdır.

Hindistan’da etnik ilişkiler anayasal düzenlemelere tabidir. Hindistan anayasası etnik kimliklerin korunmasını anayasal güvence altına alırken 29. maddesinde şöyle der; Hindistan’da yaşayan vatandaşlardan farklı dilleri ve kültürleri olanlar bunları koruma ve yaşatma hakkına sahiptirler. Dil ya da dini bağlamda azınlık durumda olanların kendi eğitim kurumlarını oluşturma ve yönetme hakkını Hindistan anayasasının 30. maddesi düzenler. Hindistan anayasasının 350 A maddesi ülkede yerel hükümetlerin ve bölgesel yetkililerin azınlık çocukların ilköğretimlerinde ana dillerinde eğitim yapabilmeleri için gerekli olanakları sağlama zorunluluğu getirir.

Singapur 1965’ten beri tek ulus olma ideallerini çok kültürlülük ekseninde sürdüren ülkeler arasındadır. İngilizce, Çince, Malez ve Tamil dilleri resmi dil olarak kabul edimlilerdir.

1982 Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası Çin’in üniter ve çok uluslu bir devlet olduğunun altını çizer. Çin anayasası azınlık dillerin resmi kullanımlarının düzenlenmesini garanti altına alırken devletin resmi dilinin kullanımın yaygınlaştırılması için gerekli girişimleri yapmayı hedefler. (Thornberry, 1991: 27). Yine Çin anayasasının 4. maddesi; bütün etnik grupların eşitliğini, azınlık ulusların yasal hak ve isteklerinin korunacağını, uluslar arasında karşılıklı yardım eşitlik ve birlikteliğe dayalı ilişkilerin geliştirileceğini, her hangi bir ulusal azınlığa karşı ayrımcılık ya da baskının yasaklanmış olduğunu ve ulusların birlikteliği ve dayanışmalarını zayıflatacak girişimlerin yasak olduğunu belirtir.

SONUÇ

Yukarıda verilen bilgiler ışığında düşünecek olursak bir toplumun çok kültürlülüğü barındırması iki yaklaşımı doğurmuştur. Birinci yaklaşım inkâr ve asimilasyonu içerir. Hâkim etnik grubun siyasi ve ekonomik imkânları kullanması üzerine kurgulanan ulus anlayışları ırkı esas almışlardır. Hâkim etnik grubun dili resmi dil olarak kabul etmiş, zorunlu eğitimin zorunlu dili olarak belirlenmiştir. Azınlık grupların dillerini konuşmaları kendi dillerinde eğitim yapmaları ve kültürel farklılıklarını geliştirme ve ifade etmeleri yasaklara ve baskılara tabi tutulmuştur. Hâkim etnik grubun üstünlüğü bağlamında üretilen mitlerle diğer etnik gruplar psikolojik açıdan değersizlik ve önemsizlik duygusuna itilmiş, sistem tarafından kabul görmeleri ekonomik ve siyasal imkânlardan yaralanmalarının tek yolu olarak kendilerini hâkim etnik gruba nispet etmeleri, hâkim etnik gruba benzemeye çalışmalarıyla mümkün olabileceği bazen yasal ifadelerle bazen yazılı olmayan ancak siyasal ve sosyal pratiklerle gösterilmiştir. Ulus içindeki farklı kimlikler, diller ve dinler birer tehlike ve tehdit unsuru olarak algılanmıştır.

Çok kültürlülük politikalarının uygulandığı ülke tecrübelerinde gözlenebileceği gibi çok kültürlü yapı üniter devlet yapısını dolaylı ya da dolaysız tehdit edecek bir unsur değildir. Farklılıkların karşılıklı olarak benimsendiği çoğulcu bir anlayışı ortaya koyan çok kültürlülük temelinde bir siyasal proje farklılıkları; siyasi, sosyal, ekonomik zenginliğin üretilmesinde önemli bir imkân haline dönüştürmektedir. Devletlerin üniter yapısını asıl tehdit eden unsur ise farklı etnik gruplara karşı, asimilasyon, ötekileştirme, ayrıştırma ve etnik yok ediş yönteminin benimsenmesidir. Bu yöntemin benimsendiği devletlerin tarihine baktığımızda oldukça kanlı ve insanlık adına utanılacak türden şiddetin yaşandığını görürüz.

Ekolojide yaşamı sürdürmenin ön koşulu türler arasındaki çeşitliliktir. Çeşitliliğin korunması ve sürekliliği ekolojik çevrenin devamını sağlar. Tek başına bir türün doğada yaşamını sürdürme şansı yoktur.

Bütün dünyayı tek dil, tek kültür ve tek din egemenliği altına almak yaratılışın doğasına ve düzenine aykırıdır. Çok kültürlülüğü savunmanın bölücülük olduğu görüşü; yaratılışın doğasını kavrayamamaktan ve insanın yaratılışa müdahale etme “sapkınlığından” ileri gelebilir ancak.

Farklı kültürler ve etnik yaratılışlar bir tek millet olmanın ve bir arada birlikte yaşamanın engeli değildirler. Bir devlet içinde yaşayan vatandaşların etnik kimlikleri; kültürleri, dilleri, dinleri birer alt kimlik olarak korunup geliştirilebilinir ve bu durumun bizim insanlık seciyemizin yükselişine katkı sağlayarak hayatı daha bir anlamlı kılar. Önemli olan şey farklı etnik grupları bir arada tutacak olan üst kimlik olarak ne önerdiğinizdir. Bir “kadronun” yüceliğine ve siyasal tercihlerinin tartışılmaz kabulüne dayalı, evrensel insani değerler ve ahlak içermeyen dogmatik teoriler üst kimlik oluşturma yönünde başarısız olmuşlardır.
Bir tek dilin, bir devlet içinde konuşuluyor olması, etnik farklılar arasında “zorunlu” olarak “eşitlik ve uyum” getirdiği düşüncesi bir yanılmasa olduğu gibi birden fazla resmi dilin devlet ve eğitim dilinde kullanılıyor olmasının da “bölünme ve parçalanma” zorunlu sonucunu doğuracağı düşüncesinin insanlık tarihi açısından hiçbir gerçekçi değeri yoktur.

Sivillerin eliyle anayasanın yapılmış olması o anayasaya sivil niteliği kazandırmaya yetmeyecektir. Kim yaparsa yapsın, ancak anayasanın içeriği ve dayandığı temel anayasa mantığı onun sivil olup olmama karakterini belirleyecektir. Üst kimlik ve vatandaşlık tanımı yeni anayasanın sivil olup olmama konusunda nirengi noktasını oluşturacaktır.

Yusuf TANRIVERDİ, Öğretmen-Sen Genel Başkanı