Lal Mescidi Olayından Çıkarılması Gereken Dersler
İslam Düşüncesi Araştırmaları Enstitüsü başkanı Zafer Bangaş’ın ülkedeki İslami hareket için yaptığı tahlil.
Lal Mescidi olayı, bilhassa hem kız hem erkeklerden oluşan genç öğrencilerinin Pakistanlı komandolarca kullanılan fosforlu bombalarla Pakistan’ın kalbi konumunda olan başkentteki İslami merkezde soğukkanlılıkla katledilmesi ülkenin İslami hareketi için çıkarılması gereken önemli dersler içermektedir. Çoğu insanın hayatlarını kaybedenler için büyük üzüntü duyması ama bu konuda ellerinden bir şey gelmemesinden dolayı üzüntülerinin daha da artması, bazılarınınsa hoşlanmadıkları tarafı suçlama yoluna gitmesi olaya pozitif bir yaklaşım getirmedi. Trajediyi bu hale getiren koşulları anlamaya çalışmak önemlidir ve aynı hataların yeniden vuku bulmaması için medresenin sorumluluğunu üstlenenlerin varsayımlarını da doğru bir analizle tahlile tabi tutmak gerekmektedir.
Medresedeki çoğu öğrenci ve öğretmenin Pakistan ordusunun gerçek karakteri hakkında toy düşünceler besledikleri keyif kaçırıcı bir durum. Komando operasyonundan sonra televizyon çalışanı olan Şehid Mesud adlı kişi Urduca yayınlanan günlük Jang gazetesindeki köşesinde saldırıdan önce tevafuken karşılaştığı bir kız öğrenciden bahsetti. Kız öğrenci kendisine Pakistanlı askerlerin ‘İslam askerleri’ olduğunu ve külliyeyi kuşatmaya gelen polisin haksız davranışlarına engel olacaklarına inandığını söylemiş. Bu öğrenci Pakistanlı ‘İslami’ komandoların ateş ettiği ve öldürdüğü ilk kişilerdendi. Bu kız öğrencinin masumiyeti gerçekten de yürek dağlayıcı ama aynı zamanda tehlikelidir ve Pakistan’da bir yerlere bağlanan diğer Müslümanların da kusurlu faraziyelerini ortaya çıkarmaktadır. Benzer şekilde basit olan bir varsayım da medrese liderlerinin bakış açısıydı, çünkü politik zorluklara maruz kaldığı dönemde rejime karşı bir duruşları olsaydı rejim onlara saldıracak konuma gelmezdi ve eğer bunu yapmış olsalardı diğer İslami partiler ve medreseler de yardımlarına gelecekti.
Tüm bu varsayımların ötesinde söz konusu olan, Pakistan’daki politik sistemin tabiatını iyice kavramayı zorlaştıran daha rahatsız edici bir şablondur. Çünkü Pakistan İslam adına kurulmuş bir ülkeydi ve yöneticilerinin adları Müslüman isimlerdi, hiç kimse bu yöneticilerin İslam’ın prensiplerine göre hareket ettiğini zannetmesin. Hatırlamak gerekir ki İmam Hüseyin ve arkadaşları müşrikler tarafından şehit edilmediler; Kerbelâ’daki katliamı gerçekleştirenler muhtemelen bu suçu işlemeden önce de sonrasında da namaz kılan ve Müslüman isimlere sahip olan kişilerdi. Aynı şekilde o kişilerin Ramazan ayında oruç tutmadıklarına ve diğer İslami yükümlülükleri yerine getirmediklerine inanmak için de bir neden yok. Günümüzün İslam ülkelerinin yöneticileri İslami kimlik ve kurumlarına rağmen İslam’dan daha fazla uzaklaştılar, çünkü küffara karşı uşak gibi hareket etmekte ve iktidarda kalmak için onlara bağımlı olarak hareket etmektedirler.
Sürekli olarak karıştırılan başka bir husus daha var: Müslüman kitlelerin savaşçılara olan derin merakı. Bunun uzun bir tarihçesi var. Müslümanlar İslam’ın çıkış zamanlarında İslam davasını ilerletmek için büyük savaşlara girdiler. Bedir ve Hayber savaşı gibi büyük askeri zaferler, Mekke’nin kurtarılması, Mute’deki cesurca duruş, Tebuk gazvesi, Ayn Calut ve Kudüs’ün özgürleştirilerek kurtarılması İslam tarihinin parlak sayfaları arasında yer alır. Neredeyse çoğu zaman gerek asker gerek teçhizat bakımından daha az sayıdaki Müslümanlar düşmanlarına karşı dayanıklı olmuşlar ya da onları yenmişlerdir. Çeçenler ve Hizbullah da son zamanlarda pek çok parlak başarılar kazandılar. Bu seferlerin en temel özelliği Müslümanların Allah rızasını kazanmak için iman aşılanarak savaşmalarında yatar. Şehadete kavuşmanın özlemi içinde olmuşlar, aileleri de kendilerinin başarılarıyla gurur duymuştur. Müslümanların onuruna ve saygınlığına derinden itina göstermişlerdir; zaten onlara öğretilen de Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’in düşman tarafındaki sivillere ve ağaçlara zarar vermekten kaçınmak yönündeki tavsiyeleridir. Bugün bunun aksine Müslüman orduların kendi halklarından olanlara-erkek, kadın ve çocuklara- karşı defalarca canavarca davranışlar sergilediklerine ve Pakistan ordusunun Lal Mescidi olayında ve sonrasında Veziristan ve Belucistan’da devam ettirdiği gibi iğrenç katliamlara tanık olmaktayız.
Bu yozlaşmanın nasıl gerçekleştiğini anlamamız gerekmektedir. Bu çürümüşlük hilafetin çökertilerek saltanata dönüştürülmesiyle başladı ama şimdilerde yaşananlar daha çok Müslümanların son zamanlardaki tarihiyle alakalıdır. Müslüman halkların şu veya bu yönetim tarzıyla idare olunan çağdaş devletlerinin istisnasız tümü Batı emperyalizminin ürünüdür. Müslüman toplumların sömürgeciliğe maruz kalmadığı Arap yarımadası gibi yerler de emperyal güçlerden ve onların nüfuzundan benzer şekilde olumsuz yönde etkilendiler. Bugün Müslüman toplumlar sözde bağımsız görünse de sistemleri tamamen sömürge öncesi ve sömürge sonrası özelliklere haizdir. Müslümanlar, İslam Inkılabı sayesinde sadece İran’da sömürgeciliğin boyunduruğundan kurtuldular.
Hint sömürgesindeki Müslüman kitleler de on yıllar önce Pakistan’daki hareketi desteklerken bu beklentideydiler. Ama Pakistan böyle bir dönüşümün doğuşunu sağlamayı başaramadı, bunun en büyük nedeni de Pakistan’daki hareketin liderlerinin tamamen laik olmaları, kendi halklarıyla bağlantılı olmamaları veya halklarıyla çok az bağ kurmuş olmalarıydı; aslında ülkedeki kitlelere tıpkı ülkeyi terk eden sömürgeciler gibi tepeden bakıyorlardı. Pakistan’ın 60 yıllık tarihinde tek gerçek değişim bozulmuşluk ve çürümüşlüğün baş döndürücü bir seviyeye çıkan farklı türlerinde gerçekleşti; gerçek şu ki bu kokuşmuşlukta her türden beceriksizlik birer erdeme dönüştü. Yöneten ile yönetilen arasındaki uçurum hiçbir zaman bu denli derin olmamıştı.
Pakistan’ı İslami bir devlet yapmak için mücadele edenlerin yaptıkları en temel hata bunun var olan laik sistem içerisinde başarılacağını zannetmektir. Kitleler Müslüman olduğu ve İslam’ı talep ettiği için İslami partilerin liderleri halkın otomatikman İslami devlet çağrısı yapan partilere oy vereceklerini farz ediyorlar. Bu varsayımın yanlışlığı defalarca kanıtlandı ama kendi faraziyelerinin yanlışlığını sorgulamaktan oldukça uzak olan İslami partiler kitleleri basitçe ‘yeterince İslami’ olmadıkları gerekçesiyle suçlamaktadırlar. İşte bu partilerin kavramakta zorlandıkları şey halkın kendilerini İslami görmedikleri noktasıdır; Pakistan’daki İslami partilerin kavrayamadıkları noktayı kavrıyorlar ve Pakistan sisteminin İslam’ın dünya görüşüne yabancı olduğunu ve zulmedici olduğunu biliyorlar. ‘İslami’ partilerin temsilcileri parlamentoda çoğu feodal lordlardan müteşekkil laikçi politikacılarla oturduklarında gayrimeşru bir sisteme ihsanda bulunarak onu meşrulaştırıyorlar. Halk ta bu şartlarda mümkün olan tek çözüme başvuruyor; kayıplarını azaltmak için çıkarlarına en iyi hizmeti vereceğine inandıkları laik partilere oy veriyorlar. Eğer İslami partiler birer İslami hareket olarak sistem dışında hareket etselerdi Pakistan’daki kitleler mevcut yönetime karşı açık bir alternatife sahip olacaklardı.
Pakistan’da son birkaç ayda gelişen Danıştay başkanının destanıyla ilgili gelişmelerden bahsetmeden önce bir noktanın daha açıklığa kavuşması gerektiğine inanıyoruz. Birer hareket olarak hareket etmekten uzak olan İslami partiler kendi toplumlarında derin bölünmeler yaşanmasına neden oldular. Tamamen mezhepçi olan partiler var ve bu partiler kendi mezhepçi çizgilerini tasvip etmeyen geniş kitleleri yabancılaştırmaktadırlar. Yine benzer şekilde Pakistan’daki büyük çoğunluk çoğu zaman seçimlere katılmıyor; seçimlere katılım %25-30’lardan daha düşük. Bu düşük katılım oranıyla oyların %40-50’sini alan herhangi bir parti büyük bir temsil oranı kazanmakta ve hükümeti kurabilmektedir. Başka bir deyişle Pakistan’daki hiçbir hükümet halkın %12-13’ünden fazlasının desteğini alarak hükümete gelmemiştir. Hükümetlerin güç koridoruna girdikleri andan itibaren daima savunmacı ve tenkide açık oldukları, sadece kişisel çıkarlarını gözeten tutkulu politikacıların veya kendilerini kanunların üstünde gören ve ülkenin sıradan insanlarının çıkar ve amaçlarından ziyade güçlü savaş taktikleriyle Devlet politikası dikte ettiren generallerin taleplerini yerine getirme noktasında daha ilgili oldukları gerçeği kimseye şaşırtıcı gelmemelidir.
Pakistanlıların Danıştay başkanına gösterdikleri desteğin Lal Mescidi medresesindekilere neden gösterilmediğini kavramaya çalışalım. Danıştay başkanı İftihar Çodri 9 Mart’ta General Pervez Müşerref’in istifa emrini reddederek bu zorbalığı kabul etmeyeceğini ilan ettiğinde kitlelerin kendisine bunca destek vereceğini hiç tahmin etmemişti. Davasına destek vermek için seferber olan cemiyetler mensuplarını seferber ederek kendisine eşi görülmemiş bir destek verdiler. Hukukçuların kendileri aracılığıyla Danıştay başkanının durumundan çıkar sağlamaya çalışan politikacılardan açıkça beri olduklarını ilan etmeleri de oldukça ilginçti. Pakistan halkı hukukçuların politik partilere ve parti liderlerine tenezzül etmemesine destek veriyordu. Ona destek verdiler çünkü Müşerref’e muhalefet ediyor görünüyordu ve sıradan insanlara adaletle davranılmasını içten savunuyordu.
Ayrıca İslami partilerin tekrarlayarak yaptıkları hataların nedenlerini anlamak için de bu konumdaki tutumları üzerinde düşünmemiz gerekmektedir. Bazı noktaları dile getirdik. Tüm bu partiler Allah’ın elçisinin Medine’de kurmuş olduğu İslami devleti model alan İslami bir sosyo-politik düzen arzuladıklarını ilan etmektedirler. Rehber olarak Kur’an öğretilerine, Sünnet’e ve Peygamber’in Siret’ine sahip çıktıklarını, İslami bir devletin kurulmasının ilahi bir emir olduğunu (Kur’an; 3:12, 5:44-45, 5:47, 12:40) ve Peygamber’in (s.a.v) ilahi emirlerin en somut örneği olduğunu, Sünnet’ini ve Siret’ini takip etmemiz gerektiğini (Kur’an, 4:59, 4:80) iddia etmektedirler. Ama pratikte stratejileri Peygamber’in izlediği stratejiden oldukça farklılaşmaktadır.
Kureyş ileri gelenleri Mekke’de Peygamber’in cahiliye uygulamalarına yönelttiği eleştirileri yumuşatmak için hem işkenceye başvuruyorlardı hem de onu ikna etmeye çalışıyorlardı. Kendisine liderlik teklifi yaptılar, böylece kendilerini ve sosyal düzenlerini kınamada daha uzlaşmacı hareket edeceğini umuyorlardı. Bilhassa bilinen bir seferinde Ebu Talib’e giderek kendisine yeğeninin ilahlarını kınamaya son vermesini istediklerinde Peygamber’in amcasına verdiği cevap şuydu:”Güneşi sağ elime, ayı sol elime verseler de zafer elde edinceye veya bu uğurda öldürülünceye kadar İslam’ın mesajını ilan etmekten geri durmayacağım”. Peygamber (s.a.v), bugünkü ‘İslami’ partilerin yapmadığı şekliyle İslam’ı mevcut güç yapısı ve kurumları içerisinde uygulama fırsatını görünce alelacele karar vermedi, belki de Peygamber’den daha iyi bildiklerini (estağfirullahe min zalik) zannediyorlar.
Bugünkü ulusal meclisin veya parlamentonun muadili olan Dar-ün Nedve’de bir araya gelen Mekke’nin ileri gelenlerine kendi davası için ricada bulunmaktan uzak olan Peygamber (s.a.v) Müslümanların ayrı olarak bir araya geldikleri ve kendi işlerini konuştukları Dar-ül Erkam’ı kurdu. Peygamber (s.a.v) Mekke koşullarının tabiatını çok iyi anlamıştı; bu koşullarda içeride çalışarak onun parçası olmak yerine onu tamamen ortadan kaldırmaya yönelik faaliyet ediyordu. Bugünün İslami partileri bunun aksine hareket etmekte ve Pakistan’daki sistemin doğasını kavramakta başarısızlığa uğramakta ve böylece sağlam bir temele dayanmayan düşünüşleriyle bundan acı çekmektedirler. Aynı durum daha önce işbaşına gelen askeri rejimlerle yakın ilişki içerisinde olan Lal Mescidi yöneticileri için de aynı şekilde gerçektir. Daha önceki bir askeri yönetimin İslam’a bağlılık vurgusu yapması tıpkı bugün laikliğin ihtiyaç olarak görülmesi gibi o zamanlar sistemin buna ihtiyaç duyması nedeniyledir; her iki durumda da yöneticiler birincil bağlılıklarını ABD’ye borçludurlar. İslam dünyasının her yanında olduğu gibi, Pakistan’daki askeriye de kendi çıkarlarını korumak için ihtiyaç duyduğunda kendi halkını öldürecek derecede kurumsal çıkarlarını düşünmektedir.
İslami partilerin liderleri er veya geç hatalarını ve onları bu hatalara götüren nedenleri anlayacaklardır ve işte o zaman var olan sisteme yönelik açık ve gerçek anlamda bir alternatif sunacaklardır. Bölücü partisel yaklaşımı terk etmeleri, İslami bir hareket olarak kapsayıcı bir metotla İslam toplumlarına değişim getiren uygun araçları kullanmaları esastır. Düşünce ve eylemlerinde böylesi açık ve net bir tavır edinmedikleri sürece, uzun yıllardır acı çekmekte olan Pakistan’da gerçek anlamda İslami bir liderlik sunmak yerine muhalefet politikasının vahşi ortamında sürüklenmeye devam edeceklerdir.