Selâhaddin Çakırgil
Mezheb / din ilişkileri ve yorumları etrafında..
Metro’dayım..
İst. Yeşilköy’deki At. Havaalanına’na gidiyorum..
Birisi başı açık, pantalonlu genç bir hanım olmak üzere, üç yolcu aralarında farsça konuşuyorlar ve gidecekleri yer için hangi durakta inmeleri gerektiğini öğrenmeye çalışıyorlar.
Kendilerine yardımcı olmak istiyorum..
Kendi dilleriyle konuşan birisiyle karşılaşıınca çok memnun oluyorlar. Başka bir ülkede, dil problemi yaşadığımız zaman birisi bizim dilimizden karşımıza çıkıp, bize yardımcı olsa, hangimiz memnun olmayız ki..
‘İneceğiniz duracağı ben söylerim size..’ diyorum..
Biraz konuşuyoruz..
Benim İstanbul’da yaşayan bir İranlı olduğumu sanıyorlar. Sonra, öyle olmadığımı anlayınca, günlük hayattaki farsça ile konuştuğumu görünce şaşırıyorlar.
‘Biraz öğrendim.. Biraz da İran’da kaldım..’ filan diyorum..
*
Asıl soru geliyor.
Normalde kendi aramızda bizim toplumumuz bu soruyu pek değli, belki de hiç sormaz..
‘Şiî misin mi, sünnî mi?’
‘Biliyor musunuz, diyorum, bu toplumda kimse kimseye böyle bir soru sormaz.. Hele de ilk karşılaşmada.. İslam tarihi ile ilgili konular gündeme gelirse, daha sonra, o da belki..’
Azlıkta olmanın getirdiği bir hassasiyetle olsa gerek ve kendi mezbebinden olmayanların kendilerine zarar verebileceği gibi bir endişesi de bunda etkili midir, bilmiyorum..
Ve yine de meraklarını gidermek için belirtiyorum:
‘Ben müslümanım ve bunun ötesinde, bu gibi suallere genelde cevab vermek istememekle birlikte, yine de belirteyim ki, sünnî bir toplumun kültürüyle büyüdüm ve amellerimi, alıştığım bu mezhebin usûllerine göre yaparım.. Ancak, hemen ekliyeyim, İslam tarihindeki ihtilaflarda, ben kendimi hemen her müslüman gibi, Hz. Ali ve Hz. Huseyn’in yanında hissediyorum..’
‘Barekallah…’ diyorlar, seviniyorlar.. ‘Çok hakkaniyetli bir bakış..’ diyorlar.. ‘Bunu bana aid şahsî bir yaklaşım zannetmeyin. Bu toplumda, bu mes’elelerle meşgul olan hemen her Müslüman da böyle bir yaklaşım içindedir.’ diye ekliyor ve devam ediyorum:
‘Yalnız, bunu sadece sizin memnun olmanız için değil, her yerde söylüyor ve yazıyorum da.. Ve bundan kimse rahatsız da olmaz..
Problem, o zamanki ihtilafları bugüne taşıyıp, o tarafta olmanın bugün de birilerine, müslümanları yönetme hak ve yetkisini verdiği sanmasından ve karşı tarafı hâkimiyeti altına almak istemesinden kaynaklanıyor, galiba..’
’Evet, evet..’ diyorlar ve amma yine de eklemeden edemiyorlar: ‘Ama, o ki, senin sinende Ali muhabbeti vardır, elbette bu da bir artı puandır..’
İşte temel yanlışlardan birisi.. ‘Sinesinde Ali muhabbeti olmayan. Ali’ye uzak duran, buğz besleyen sünnîler de var..’ sanıyorlar. Ya da, ‘şiî müslümanlara böyle bir yanlış ve hattâ yalan iddiayı doğru gibi gösteren, telkın eden kimseler var..’
Halbuki, kesinlikle böyle bir şey sözkonusu değildir ve olamaz.
Hz. Ali ve Hz. Huseyn’e ve bütünüyle Âl-i Muhammed’e ve Ehl-i Beyt’ine, – bırakınız buğz etmeyi, onlara muhabbet beslemeyen bir şiî olmayan Müslüman kimse olabilir mi?
Ama, birileri, birilerinin yalan-yanlış söylediği veya uydurduğu iddiaları düzeltmek ihtiyacını bile duymuyorlar. Çünkü, kendi cenahlarına körü körüne de olsa bağlı insanların o noktada kalmasını istiyorlar ve bu yüzden, bir tuhaf grup anlayışıyla yanlışların sürmesinden meded umuyorlar.
Yazık..
Elbette bir takım farklılıklar var. Ama, temelde aynı Allah inancına, aynı Kitab’a ve aynı ilahî Resul’e/ Resullere bağlı, aynı Kıble’ göye yönelen kitlelerin uzun tarih dönemleri içinde zamanın tortularıyla birbirlerine bakışlarında meydana gelen tefsir veya yorum farklılığından ve irtibat kopukluğundan ve diğerlerini karşı taraf bilmekten kaynaklanan duygu kırılmaları ve düşünce kalıplarındaki farklılıklardan kurtulmakta, hele de büyük kitle durumunda olanların üzerine daha fazla iş düşüyor. Çünkü, daha azlıkta olan sosyal grupların daha hassas ve yokolmak endişesinde oldukları göz önüne alınıp, bu hassasiyetleri çok da hafife alınmamalı; daha büyük kitle oldukları kabul edenlerin daha geniş düşünmeleri gerekir..
Arkadaşlar, inecekleri durağa gelince vedâlaştık, gittiler.
Ben bir daha düşündüm, insan mı mezheb veya din için vardır; yoksa, mezheb veya din mi insan içindir?
*
Havaalanı’na vardım.. Umre’den dönen ve Almanya’ya gitmekte olan arkadaşlarla bir süre sohbet ettim.. ‘Oralardan ne haberler?’ dedim.
‘Kısaca söylemek gerekirse…’ dedi, dostlardan birisi, ‘Suûd imamlarından, hem Mescid-ul’Haraam’da, hem de Mescid-i Nebevî’de günler boyu Yemen üzerine nutuklar dinledik, Yemen’deki Suûd askerlerinin zaferleri için dualar ve isyancılar için beddualar ettik, yezidîler için lanetler dinledik..’ dedi.. Sonra Yezidî’leri, ‘Zeydîler’ olarak düzeltti.
*
Bu vesileyle son zamanlarda Umre ziyaretlerinin çoğalması, ilginç tablolar çıkarıyor ortaya.. Materyalist bir yaşayış düzeninin içinde uzuuun bir ömür geçirmiş olanlara yeni ufuklar açarken, bazılarına da, bu gibi ziyaretlerle başkalarına karşı bir üstünlük taslama tavırları da görülüyor. Halbuki, bu gibi ziyaretler bizim yanlışlarımızı gidermeye, sorumluluklarımızı daha fazla hatırlamaya vesile olmalıdır..
Bu vesileyle belirteyim ki, Cuma günü Emin Saraç Hoca’yı ziyaret edeyim dedim.. ‘Namazdan sonra İmam Odası’nda bulunur..’ demişlerdi..
Gittiğimde oradaydı..
Biraz dikkatlice baktı. ‘Seni tanıyorum, ama, sen kimdin?’ dedi.. Elbette daha da yaşlanmıştı, ama sağlıklı gözüküyordu..
Son olarak 30 yıl önce 1986’da Mekke’de görüşmüştük.. O görüşmenin hikayesi, ayrı..
12 Eylûl 80 öncesinde ise, İstanbul’da iken neredeyse her hafta görüşür ve kendisinden feyz almaya çalışırdık.. ‘Hocam, daha sonra görüşürüz yine görüşürüz, inşallah..’ diye ayrılacaktım ki, bir genç geldi, Hoca’nın elini öptü.. Hoca hemen sert bir tavır takındı ve ‘Babana selam söyle.. Yine Umre ve Hacc’a gidecekmiş.. Bu kaçıncı kez oluyor, böyle?. Asıl mes’uliyetini niye düşünmüyor.. Çocukları kocaman olduğu halde onları evlendirmeden, tekrar- tekrar gitmesi caiz değildir..’ dedi, hışımla..
Bu sözü ben daha geniş bir sorumluluk duygusu içinde ele almak gerektiğini düşündüm.
Sadece kendi çocuklarımız için değil, ümmetin güç durumda olan ve evlenememek, yuva veya iş kuramamak, tedavi olamamak gibi nice müşküllerle karşıya bulunan niceleri varken, insanlarımızın bu pahalı ziyaretlere öncelik tanımalarının ne kadar doğru olduğunu bir kez daha düşündüm. Hele de, İstanbul sokaklarında, dünyaları yıkılmış, yerelerini, yurtlarını kaybeb ve terk edip dilini bile bilmedikleri ayrı bir ülkeye sınımalk zorunda kalan Suriyeli on binlerce kardeşlerimiz, hele de körpecik yavrularımız, câmi önlerinde insanların vereceği 1-2 lira yardımla hayatlarını idame ettirmeye çalışırken..
*
Havaalanından döndükten sonra Cağaloğlu’nda bir yayınevine uğradım.
Orada Cumartesi günleri bir çok kardeşler toplanıyor.. Seviyeli ve bazen akademik mahiyetli sohbetler bile oluyor. 35 yıl öncelerde şimdi yerinde yeller esen Bayezid’deki Beyaz Saray kitabçıları arasında ayrı bir yeri olan rahmetli İsmail ağabeyin Enderûn Kitabevi’nde unda Cumartesi günleri arkalıksız hasır iskemlelerde oturup, büyüklerimizin sohbetlerini saatlerce dinlerdik..
Adetâ, Enderûn’daki o havayı yeniden teneffüz ettiriyor bu toplattılar da.. Bir farkla ki, rahmetli İsmail ağabey sadece çay ve bisküi vs. verirdi.. Burada ise, bir de çiğköfte de ikram ediliyor. Çiğköftenin câzibe gücünün daha fazla olduğu söylenebilir..
Sözkonusu mekana vardığımda, tarihçi Prof. İhsan Süreyya Sırma hocamızın da orada olduğunu gördüm.
Bu arada, fıqhî konular üzerinde çalışmalara merak sardırdığı anlaşılan eski âşinâlardan sosyoloji prof.’u bir zat da oradaydı ve özellikle son zamanlarda giderek ‘tarihselcilik’ ya da hermeunetik diye bilinen akımın görüşlerine yakınlık beslemeye başladığı görülüyordu.. ‘Hırsızın elinin kesilmesi, recm cezasına ve hattâ bütünüyle idâm cezasına dair hükümlerin bugün için uygulama alanı bulamaması gerektiği’ne ve de İslamî ceza hükümlerinin bugün, büyük çapta Evrensel İnsan Hak ve Özgürlüğü kavramlarına taban tabana zıd düştüğüne dair görüşlerini beyan etti. Câbirî ve Fazl-ur’Rahman’dan örnekler getirerek..
Ancak, Fazl-ur’Rahman da ‘tarihselcilik’ diye nitelenen görüşlerini Amerika’da bir ihtiyaç olarak hissetmiş ve geliştirmişti.
Bu iddia karşısında, hazırlanmasında İslam’ın ve Müslümanların bir katkısının ve etkisinin olmadığı gibi, emperyalist güçlerin ‘Evrensel İnsan Hak ve Özgürlükleri’ gibi kavramları dayatmasının, Müslümanlarca kabul edilmesini beklemenin kadar mantıklı olduğuna dair karşı sorular dile getirildiğinde sağlıklı bir izah yapılamıyordu.
Ama, bu konuların, oradakilerce sert ve kırıcı suçlamalara varmadan tartışılması ilginçti ve kimse kimseyi dışlamadan, karşı tarafı dinlemesini biliyordu. Bu sağlıklı tartışma zemininin oluşmasında Sırma Hoca’nın oturumu yönetmesinin de etkisi vardı, elbette…
*
Evet, bir günün sonunda, geriye şu sualin cevabını vermek kalıyordu:
‘Bir dünya görüşünün, yaşayış proğramının, bir dinin veya onun farklı yorumlama şekilleri, insana hizmet için mi vardır; yoksa, insan, tartışılmadan kabul edilmesi gerektiğine inanılan ideoloji, mezheb, din, dünya görüşü vs. gibi cereyanların sağlamasının doğruluk sağlamasının yapılmasında kullanılacak malzeme olarak mı vardır?’
*
dirilişpostası