Abdurrahman Dilipak
Montrö - Lozan derken!
Montrö - Lozan derken aslında tarihin küllenmiş hesapları yeniden gün yüzüne çıkıyor.
Kısa süre önce Ege adalarını konuşuyorduk. Bir ara MEİS’i konuştuk. Savaşı biz kazandık ise, askersiz, yüzerek gidebileceğimiz, tüfek atımı menzildeki bir ada “nasıl denize döktüğümüz Yunan”ın eline geçti!?
Tarih övgü ya da sövgü kitabı değildir. Bunu bir türlü anlayamadık! Hâlâ da anlamış gözükmüyoruz. Ne olacak böyle onu da bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: Allah cahil ve zalim bir topluluğu hidayete erdirmeyecek.
Anadolu coğrafyasının önemini kavrayamamış, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı, Cumhuriyetten bîhaber bir neslimiz var. Gerçek, TV dizilerinde magazinleştirilerek anlatılan din ve tarihten ibaret değil. “Lale Devri çocukları” diyoruz da bunlar Lale Devri’ni de bilmezler, Tanzimat’ı da, İttihat Terakki’yi de. Bilmediklerini de bilmezler, öğrenmek de istemezler. Bu Montrö, kanal tartışması günlük politik polemiklere kurban edilmezse belki gözümüzü açmaya vesile olur.
Mesele Lozan’ı, Montrö’yü delme, deldirtme meselesi değil. 19. YY sonunda şekillenen bu statü, 21. YY gerçekleri ile örtüşmüyor. Great Reset ya da yeni bir bölgesel veya yeni bir dünya savaşı ya da yeni bir düzenleme ile yeniden gündeme gelecek. Mesele Kanal İstanbul’dan ibaret değil.
Bakın, İstanbul Sözleşmesi’nden çekildik, ama arkada CEDAW var. CEDAW’ın ek protokollerinin yorumu ile uluslararası hukuk açısından eski statü aynen devam ettirilebilir. Onun gibi, siz Montrö’yü delerken, biri Lozan üzerinden yeni bir tartışma başlatabilir. Lozan’ı zafer diye gösterenler, Lozan’daki Boğazlar rejiminin Türkiye’nin egemen haklarını sadece denizde değil, sahil şeridinde de sınırlandırdığını bilmeleri gerek.
Ha! Montrö, Lozan’ın yerine ikame edilir mi? Montrö işlevsiz kalırsa Lozan’a dönülmez. Lozan da tartışma konusu olur. Yani domino etkisi ile bunlar daha başka süreçleri de tetikler.
Madem bu tartışmayı başlattık, bunun geri dönüşü yok. Eğer bu işi burada bırakacak olursanız, fincancı dükkânına giren fil gibi ortalığı dağıtır, sonra da çıkar gideriz derseniz, yarın bu faturayı başka bir şekilde ödemek zorunda kalabiliriz.
Ruslar sıcak denizlere çıkmak için Hazar Basra koridorunu kullanmak istiyor. ABD ise daha büyük tonajlı gemilerle, sınırsız süre Karadeniz’de kalmak istiyor. Bulgaristan’da kara ve deniz üssü kurmak, Ukrayna ve Belarus üzerinden Bulgaristan’dan Polonya’ya, oradan Baltıklara daha güvenli bir bariyer kurmak istiyor.
Burada çok önemli başka bir nokta var. Rusya, Batı Karadeniz’de deniz ve kara üssü kurarken, Doğu Karadeniz’de de Gürcistan ve Ermenistan’ı AB ve NATO’ya dahil ederek, NATO sınırlarını İran’a dayandırmak istiyor. Yani Karadeniz üzerinden Hazar ve Kafkas koridorunu kontrol ederek, Afganistan’dan yukarı Fergana’ya doğru ilerleyerek Çin ve Rusya’yı Hazar’ın ve Kafkasya’nın ötesine hapsetmek istiyor.
Bu işleri “bana güven gerisini merak etme sen” kafası ile çözemeyiz. Dikkatli olmamız gerek. CHP’nin o “kutsal resmi tarih” anlayışı bize dayatılan statünün muhafazasından başka bir şey değil. Konjonktür ve gelişmeler bu coğrafyayı “kurtlar vadisi”ne dönüştürmüş durumda. Geç kalırsanız, yanlış bir adım atarsanız, Tosya’ya pirince giderken evdeki bulgurdan da olabilirsiniz. Korkaklara da bu vadide hayat yok, maceraperestlere de. Enver Paşa’yı unutmadık. Tek başına iyi niyet bizi kurtarmaya yetmez. Cehennemin yolları iyi niyet taşları ile döşelidir.
Öte yandan; daha DSÖ ve FDA’dan yakasını kurtaramayan bir siyaset, bürokrasi ve akademi aklı ile bu işleri yönetmenin kolay olmadığını biliyorum. Ya da parasını FED ve Libor kıskacından kurtarma konusunda yaşadığımız zorlukları biliyorum. BÇG ve FETÖ kıskacını, sermaye, medya ve STK’ların halini, İstanbul Sözleşmesi’nden çekildim demek için nasıl 10 yıl beklediğimizi ama böyle bir felaketi hayata geçirmek için kimlerin nasıl acele ettiğini ve bu işin oy birliği ile nasıl halledildiğini de biliyorum. Tezkere günlerini de unutmadım, PYD, PKK, 15 Temmuz sanıklarının şimdi nerede, kimler tarafından himaye edildiklerini, İncirlik Üssü’nün 15 Temmuz’daki rolünün niçin sorgulanamadığını da biliyorum. Ama yine de ben teslimiyetten yana değilim.
Yüzümüzü Hakk’a dönelim derim, cahillerden ve zalimlerden olmayalım, halkı dinleyelim, derdimizi onlara anlatalım derim. İttihad, ittifak, itilaf temelinde bu sacayağı üzerinde, herkes için adalet, barış ve hürriyet temelinde bir çözüm sunalım ve başımıza topladığımız insin şeytanlarından yakamızı kurtaralım, Allah’ın yardımının bize ulaşmasının önündeki engelleri kaldıralım, o zaman Allah’ın yardımı bize ulaşacaktır derim!
“Allah, bizim ellerimizle zalimleri cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek ister”. Bütün mesele şu: “Biz, Allah’ın rızasının tecellisinin vesilesi olacak mıyız?” Evet, biz “Âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetiyiz”. “Bütün insanlığın hayrına olmayan bir çözüm teklifi, bizim teklifimiz olmayacak” diyebilecek miyiz! Bunun için konjonktür ve reel politikten önce kendi nefsimizi gözden geçirmemiz gerek. Çünkü “Biz kendi nefsimizi değiştirmeden, Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecektir”. Ama halimiz ortada.
Havf ile reca, yani korku ile umut arasında bir yerde duralım, ama umudumuz korkularımızdan bir adım önde olsun. Allah’ın yardımı bize ulaştıktan sonra yenemeyeceğimiz bir güç yok. Bu düşmanlarımızın gücü ile ilgili bir konu değil. Hani bir de şu Maske, Mesafe Musluk, HES girdabımızdan yakamızı bir kurtarabilsek!
Unutmayalım ki, doğu da batı da Allah’ındır. Bizi gören, duyan, bilen, kadere, rızka ve ecele hükmeden bir Allah var. İnsanların ve ülkelerin de bir kaderi var. Amenna ve saddakna. Görelim Mevla’m neyler.
Selam ve dua ile.