11 ylül 2001"den bu yana neler olduğunu değerlendirmek için çok iyi bir dönemdeyiz. Amerika"yı en iyi şekilde sembolize eden Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon gibi hedeflere yapılan dramatik saldırıdan bu yana beş yıl geçti.
ABD hükümeti, Afganistan ve Irak"ta savaş başlattı. Vahim sonuçları olması beklenen üçüncü bir savaşın da önümüzdeki aylarda İran"a karşı başlatılma tehlikesi de gündemde. Birkaç gün önce Atlanta, Georgia"da yaptığı bir konuşmada Başkan Bush beş yıl öncesine göre "Amerika"nın daha güvenli olduğunu" ve "Amerika"nın teröre karşı savaşı kazanmakta olduğunu" söyledi. Bush ayrıca, bunun sadece İslamcı aşırılıkçılara yönelik bir savaş olmadığını, aynı zamanda "bütün medeni ulusları tehdit edenlere" karşı "21. yüzyıldaki kararlı ideolojik kavgaya karşı" bir mücadele olduğunu vurguladı. Amerika başkanının iddiası şöyleydi: "Günümüzde medeni dünya bizim özgürlüğümüzü savunmak, ... teröristleri mağlup etmek ve bu şekilde gelecek nesillerin barış içinde yaşamasını temin etmek amacıyla bir arada mücadele ediyor." Gerçekler makul bir şekilde değerlendirildiğinde bu söylenenlerin hiçbirinin Amerikan başkanını desteklemediği görülecektir.
Ortadoğu halkları da dahil, dünyanın çoğunluğu ve uzun zamandır ABD müttefiki olan ülkeler bile 11 Eylül"den sonraki Amerika"nın bu kerameti kendinden menkul rolü hakkındaki yorumları paylaşmıyorlar. Bir dizi farklı ülkede yapılan bağımsız kamuoyu yoklamalarına göre Bush"un benimsediği yaklaşım başka yerlerde pek popüler değil. Amerika"nın global terörle savaşını onaylayıp onaylamadıkları konusundaki sorulara Mısırlıların % 84"ü, Türklerin % 77"si ve Ürdünlülerin % 74"ü hayır cevabı vermişlerdir. Amerika"nın geleneksel müttefikleri arasında da benzer sonuçlara ulaşılmıştır. İspanya"da anket yapılanların % 76"sı ve Fransa"da % 57"si Amerika"nın 11 Eylül"e genel tepkisini onaylamadıklarını ifade etmişlerdir. Dünya kamuoyu hakkındaki güvenilir bir araştırma da aynı şekilde geçtiğimiz yıllarda Amerika"nın dünyadaki rolünden korkanların sayılarının el-Kaide"den korkanlardan çok daha fazla olduğunu göstermektedir.
Irak ve Afganistan"daki vahim yanlışlar
Düşünce sahibi gözlemcileri en çok rahatsız eden şey, Amerika"nın 11 Eylül"e karşı görünürde yapabildiği tek şeyin coğrafi açıdan belli bir mevkii bulunmayan ve hiçbir devlete bağlılığı olmayan bir hayalden ibaret olan şiddetli bir düşman olarak el-Kaide gibilerine savaş ilan etme konusunda inatla ısrar etmesidir. Bu hata daha da ileri götürülerek savaşın ekseni genişletilmek suretiyle el-Kaide"nin de ötesine götürülerek devlet dışı bütün şiddet hareketleri "terörist" tehdidin bir parçası olarak görüldü. ABD hükümetinin çatışmanın kapsamını bu şekilde genişletmesi İsrail, Rusya ve Çin gibi ülkeleri sınırları içinde veya mücavir bölgelerdeki self determinasyon hareketlerini teröre karşı savaş kapsamında sayarak tehdit etme konusunda cesaretlendirdi. Filistinlilerin, Çeçenlerin ve Singiang halkının maruz kaldığı anlamsız ve adaletsiz muamelenin 11 Eylül saldırılarıyla birlikte başlayan mücadelenin bir parçası haline getirilmesi gerçek bir güvenlik hedefinin çarpıtılarak saptırılmasıdır ve dünya genelinde hükümetlere insan hakları ve self determinasyon talep eden hükümet dışı hareketlere karşı kontrolsüz bir şiddet kullanma konusunda kayıtsız şartsız bir yetki bahşetmektedir.
"Ya bizim yanımızda olursunuz ya da teröristlerle birlikte kabul edilirsiniz" şeklindeki mantık, ikna edici bazı ögelerle birlikte Afganistan"a saldırıyı ve Taliban hükümetini yıkmayı meşrulaştırmak için kullanıldı. O dönemde bu durum, uluslararası hukukun sınırlarını zorlasa da pek çirkin görülmedi, zira Afganistan"ın el-Kaide yönetimi için güvenli bir ortam sağladığı düşünülüyor ve şu veya bu şekilde 11 Eylül saldırılarıyla sonuçlanan yaygın terör eğitim faaliyetleri için uygun bir alan gibi görünüyordu. Pek çok ılımlı gözlemci açısından buradaki el-Kaide"ye ait operasyon üslerini yok etmek makul görünüyordu. Afganistan"a karşı bir savaş başlatmak, özellikle müstakbel savaşlara emsal teşkil edeceği düşünülürse her zaman problemli idi. Kabil hükümetinin dünyada pek az dostu mevcuttu ve Taliban rejiminin "insanlığa karşı suçlar" kapsamına giren ve dünyayı şoke eden ciddi kabahatleri bulunuyordu. Amerika"nın ülke halkını baskı ve kıtlıktan kurtarmayı amaçladığı iddiası beş yıldan sonra başlangıçtakine nispetle çok daha çürük bir iddia gibi görünüyor. Son raporlar ABD"nin başı çektiği işgalin ülkedeki uyuşturucu madde üretimini son derece artırdığını, Taliban rejiminin yeniden canlandığını ve silahlı mücadeleye giriştiğini, ülkedeki yozlaşmanın ve savaş baronlarının arttığını göstermektedir. Savaşın görünürdeki amacı başka terörist saldırıları planlayıp gerçekleştirmesini önlemek için el-Kaide liderlerini ele geçirmekti ki bu başarısızlığı garanti etmek için amacı beceriksizce belirlenmiş bir misyondu. Fakat beş yıl sonra, El-Kaide operasyonel temeli bazı açılardan değişmekle birlikte hâlâ dünyadaki benzer zihniyetteki aşırılıkçı gruplara bel bağlayan kuvvetli bir güçtür ve Bin Ladin ile Eyman Zevahiri hâlâ etkin durumdalar.
ABD karşıtlığı artıyor; çünkü...
Fakat çoğu açıdan Afganistan"dan daha kötü durumda olan yer Irak"tır. Irak ile 11 Eylül saldırısını gerçekleştirenler arasında hiçbir bağlantı olmamakla birlikte işgal gerçekleştirildi ve bu sonucu artık ABD hükümet soruşturmaları da desteklemektedir. Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak"ın kitle imha silahlarına sahip olduğu için kabul edilemez derecede bir tehdit oluşturduğu şeklindeki sözde iddia ne BM Güvenlik Konseyi"ni ve dünya kamuoyunu ne de Amerika"nın güvenilir müttefiklerini hiçbir zaman ikna edemediği halde ülkenin işgali yine de gerçekleştirildi. Irak"a yönelik saldırı büyük oranda gayr-i kanuni, ahlak dışı ve aşırı derecede mantıksızdı. İşgal öncesinde kitle imha silahlarının bulunduğu yönünde güçlü delillerin var olduğu şeklindeki iddialara karşılık bu tür silahların hiçbir zaman bulunamaması nedeniyle bu kanaat daha da pekişti. Irak eleştirileri aynı zamanda işgalin acımasızlığı ve beceriksizliği örtbas edilemez derecede açık hale geldiği için daha da kuvvetlendi. Amerika"nın başı çektiği işgalin özgürleştirmek yerine ortaya koyduğu şey Irak halkının ve kültürlerinin vahşice tahrip edilmesiydi. Irak deneyimi 11 Eylül türü faaliyetleri azaltmak yerine bölgedeki Amerikan karşıtı aşırı şiddeti önemli ölçüde güçlendirdi. İşgalden üç yıl sonra Irak ülkesi, yağmalanmış ve savaşla tahrip edilmiş, sınırlarından taşacak şekilde gittikçe artan bir şiddet dalgasına yakalanmış, bütün bölgede Sünniler ile Şiiler arasındaki ilişkileri tehlikeli bir şekilde altüst eder bir hale gelmiştir. Irak politikasını daha da ileriye götürmek ve başarısızlığını kabullenmeyi reddetmekle Birleşik Devletler global bir lider olarak kredibilitesine zarar verdiği gibi genel olarak da Birleşmiş Milletler ile uluslararası hukukun otoritesini zayıflatmıştır. Nefsi müdafaa dışında bir durumda savaş başlatma teamülü BM Sözleşmesi"nin savaş temayülünün daha az olduğu 1945"ten sonra, yeni bir dünya düzeni kurmaya yönelik övgüye değer çabalarının merkezinde yer alan saldırı savaşlarına dair sınırlamalarının yeniden kaleme alınmasını gerektirmektedir. II. Dünya Savaşı"ndan sonra müstakbel savaşları engellemek için Amerikan diplomasisinin önderlik ettiği bu çözüm, aynı zamanda sağ kalan Alman liderlerinin saldırı savaşının planlanması ve başlatılmasındaki rolleri nedeniyle Nuremberg"de cezalandırılmalarını da sağlamıştı.
En üzücü husus 11 Eylül saldırılarına yapıcı bir tarzda karşılık verme fırsatının kaçırılmış olmasıdır. Bu saldırıların hemen akabinde, Tahran ve Filistin topraklarındaki destek gösterileri de dahil Birleşik Devletler"le dünya çapında bir dayanışma sergilenmekteydi. Şayet Birleşik Devletler bu düşünce ortamının avantajını değerlendirebilmiş olsaydı, büyük oranda genişletilmiş bir yasal tatbikata dayanarak ve daha geniş bir uluslararası çerçevede sağlanan polis ve askerî mahiyetteki destekten de güç alarak 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirenler de dahil şiddet eylemleriyle suçlananların peşine düşebilirdi. Beş yıl geriye bakıldığında, el-Kaide"nin zayıflatılması ve yeni terörist saldırıların engellenmesi büyük oranda polisiye tedbirlerin ve istihbarat çabalarının bir sonucu oldu. Savaş paradigması, büyük oranda kaynak israfı ve can kaybına yol açarak, mücadelenin meşruiyetini zayıflatarak ve çoğu genç kişinin siyasi aşırılığı seçmesini teşvik ederek işe yaramadığını gösterdi.
Geçenlerde sona eren Lübnan Savaşı bu sonuçları daha da ağırlaştırmaktadır. İsrail, Lübnan"a karşı, zımnen bir devletin bundan böyle sınırları içinde faaliyet gösteren devlet dışı aktörlerin yaptıklarından tamamıyla sorumlu tutulması ve cezalandırılması gerektiği şeklindeki Amerikan doktrinine dayanarak bir saldırı savaşı başlatmıştı. İsrail"in gerçek düşmanı hesapta tarihî olarak kendisini İsrail"in Lübnan topraklarından çıkarılmasına adayan bir direniş hareketi olan Hizbullah"tı. Hizbullah"ın 1982"de İsrail"in Lübnan"ı işgaline karşı koymak ve ülkenin güney kısmından çekilmesini sağlamak için kurulduğu hatırlanmalıdır. 2006"daki savaş da yeniden göstermiştir ki, Hizbullah hadisesinde olduğu gibi düşmanın iyi mevzilenmiş popüler desteği bulunan yerli bir siyasi hareket olduğu durumlarda askerî üstünlük kolaylıkla siyasi bir kazanca dönüştürülemez. İsrail fazlasıyla tahribat ve sıkıntıya yol açabildi, fakat sonunda Hizbullah daha güçlenmiş olarak çıktı ve İsrail"in askerî kredibilitesi zayıfladı. İsrail savaşına Amerikan desteği ve BM Güvenlik Konseyi"nde acil bir ateşkesin sağlanması çabalarının etkisiz hale getirilmesindeki rolü Birleşik Devletler"in 11 Eylül sonrası benimsediği ve şimdi de Amerikan destekli İsrail"in taklit ettiği taktiklere karşı çıkanlara yeni ve güçlü bir haklılık payı kazandırdı.
Benim görüşüm, savaş ve aşırı gücün onların amaçlarını gerçekleştirmelerinde yetersiz kaldığı ve dünyada tehlikeli bir yıkıma yol açtığıdır. Birleşik Devletler ve İsrail, 11 Eylül"den bu yana bütün başarısızlıklarına rağmen Ortadoğu"da böyle bir yaklaşımı benimsediler. Bunun üç açıklaması bulunmaktadır. İlki, siyasi liderlerin bakış açıları ile ilgilidir. Büyük devletler günümüz dünyasında var olan türdeki çatışmalarla meşgul olurken gücün sınırları konusunda duyarlı olmayan askerî mantaliteye sahip kişiler tarafından yönetilmektedirler. Bu dar görüş nedeniyle, askerî güç ne kadar fazla kullanılırsa beklenen amaçlara ulaşılmasının o derece imkansız hale geldiği ve daha bir şevkle hedefe ulaşmaya çalıştıkları görülmüştür. Başarısızlığa uyum sağlamak ve daha etkin vasıtalara başvurmak yerine, Irak, Lübnan ve Gazze"deki temayül askerî yaklaşımı yoğunlaştırmak ve savaş bölgesini genişletmek şeklinde olmuştur.
İkinci izah, Washington"daki yönetimin siyasi aşırılıkların yükselişine yol açan meşru şikayetlerin giderilmesi konusundaki isteksizliğidir. Ülkelere saldırmaktan çok daha etkili olacak şey, İsrail üzerinde Filistin halkı ile çatışmanın adil bir sonuca bağlanması konusunda çaba gösteren bir baskı olacaktır. Güvenlik Konseyi"nde neredeyse kırk yıl önce ittifakla alınan karar gereği İsrail"in Batı Şeria"daki işgalinin sona erdirilmesi, bölgede aşırılığa başvurulmasını azaltacak ve İslâm dünyasındaki halkların yaygın olarak hissettiği Amerikan rolünden duyulan rahatsızlığı büyük oranda ortadan kaldıracaktır.
Üçüncü izah en önemlisi olmakla birlikte kağıda dökülmesi zordur. 11 Eylül"e gösterilen tepki Başkan Bush"un neo-con dış politika danışmanlarının Ortadoğu ile ilgili olarak uzun zamandan beri savundukları büyük stratejiyi teröre karşı global savaş yürütülmesi ile de birleştirerek uygulamalarına imkan tanıyan bir siyasi ortam oluşturdu. Bu büyük strateji 11 Eylül"den önce de vardı ve dünyanın geleceğini şekillendirmek için mücadele alanını Avrupa"dan Ortadoğu"ya kaydırmak üzerine odaklanmıştı. Bu bakış açısı bölgede, enerji kaynaklarının güvenliğinin sağlanması, bölgenin ideolojik gelişimi ve hakim hükümetlerin siyasi davranışları üzerinde hegemonik bir kontrol kurulmasını dış politikanın en öncelikli meselesi haline getirdi. Sağ kanattaki İsraillilerle işbirliği halindeki neo-conlar, uzun zamandan beri bölgedeki uzun vadeli çıkarlarının ancak Irak, Suriye, Lübnan ve hepsinden de önemlisi İran gibi bir dizi problemli ülkede askerî müdahale yoluyla "rejim değişikliği" sağlanması halinde korunabileceğine inanıyorlardı. 11 Eylül daha önce sahip olmadıkları siyasi hakimiyeti oluşturdu. Bu yaklaşımın problemleri arasında askerî üstünlüğün rolünün aşırı tahmin edilmesi yaklaşımı ile başarılı bir terör karşıtı siyaset ile bölgeyi kontrol etmeye yönelik büyük stratejik hedefler arasındaki gerilim de bulunmaktadır. Fakat, Irak ve Lübnan"daki başarısızlıklara rağmen Bush yönetimi tarafından bu politikadan vazgeçilmedi ve İran"la nükleer programı konusunda yoğunlaşan karşılaşmanın altında da bu yatmaktadır. Bu bakış açısıyla, teröre karşı bir global savaş hiçbir zaman olmamalıydı ve düşman olarak görülen bir dizi ülkede silah zoruyla iç siyasi mekanizmaları düzenlemek amacıyla İsrail ile Amerika arasında bir ortaklık kesinlikle oluşturulmamalıydı. Ne yazık ki, dünya beş yıl önce olduğundan daha tehlikeli ve geleceğe yönelik beklentiler pek de iç açıcı değil. Belki de Birleşik Devletler içindeki siyasi değişikliklerin ortaya çıkaracağı daha yapıcı bir yaklaşım, global güvenlikte geçtiğimiz beş yıllık azalmayı önümüzdeki beş yılda tersine çevirebilir. Umut verici bir gelişme, Türkiye"nin bölgede ılımlı ve uzlaşmayı sağlayacak daha bağımsız bir güç olarak ortaya çıkışıdır. Ankara, tutarlılık, makuliyet, şefkat ve spesifik politikalarının vizyonuyla etkisini güçlendiren bir eşit mesafeli diplomasinin faydalarını kanıtlamaktadır.
(*) Bu yazıyı Zaman için kaleme alan Ord. Prof. Falk, dünyaca ünlü uluslararası ilişkiler hocasıdır. Princeton Üniversitesi öğretim üyesi olan ve Filistin Raporu büyük yankı uyandıran Falk, değişik dillerde yayınlanmış çok sayıda kitap ve makalesiyle bilinmektedir.