Ben “resmi ideoloji”ye de, “resmi tarih”e de, çerçevesini siyasetin çizip, içini kendisinin doldurduğu dine de
inanmam. Zaten bu yüzden kitaplarımdan birinin adı “Bu din benim dinim değil”di.
O kitap resmi din öğretisine reddiye idi.
Dün 19 Mayıs’ta bize anlatılanların gerçek olmadığını yazdım, bugün de, önümüzdeki hafta kutlayacağımız 29 Mayıs’a ilişkin görüşlerimi aktaracağım.
Özelde 19 Mayıs’ı Kemalistler yazdı, 29 Mayıs’ı bizim Osmanlıcı milliyetçiler yazdılar. Genelde devlet yazdı tabii.
Tarih övgü ya da sövgü kitabı değildir. Tarih bir toplumun ortak hafızası, tecrübeler birikimidir. Bize düşen adil şahidler olmaktır. Bir kavme olan düşmanlığımızın bile bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmemesi gerekir.
Herkes ötekinin yalanını onların yüzlerine vurmaktan büyük bir zevk alıyor, ama kendi yalanına laf ettirmek istemiyor. Aslında bu yanlış, her iki tarafın da ortak yanlışıdır.
Bize anlatılanlar gerçek bir tarihin çarpıtılmış, içi boşaltılarak bir mefahire döndürülmüş şeklidir ve bu durum hemen hemen bütün ülkelerde böyledir. Devletlerarası hesaplaşmada kaybedilen savaşlar terör olarak, kazanılan terör eylemleri kutsal kurtuluş savaşı diye resmi tarihe kaydedilebiliyor.
Bugün burada 29 Mayıs’tan söz edeceğim de, birçok tarihi olayda, hatta din savaşlarında da tarihçiler ifrat ve tefrite saparak tahrifte bulunabiliyorlar. Biz yaşadığımız zaman için adil şahidler olmakla ve Allah’ın dininin yeryüzünde şahidleri olmakla emrolunduk. Bu anlamda tarih yapanların da yazanların da bu konuda ölçüyü ve tartıyı doğru tutması gerekir.
Buyurun size İstanbul’un fethi ile ilgili birkaç küçük bilgi notu:
1-Fatih’in Edirnekapı’daki asker sayısı Bizans’ın nüfusundan, ordusundaki gayrimüslim asker sayısı Bizans’ın ordusundan daha fazla idi. Yani burada insan sayısı itibarı ile bir askeri güç olarak bir fil ile fındık faresi arasında bir savaştan söz ediyorsunuz.
2-Anadolu yakasında Anadolu Hisarı yapıyoruz, Avrupa yakasında Rumeli Hisarını, Adaları da alıyoruz. Karaköy, Galata tarafı zaten bizim kontrolümüzde, operasyon alanı sur içinden ibaret.
3-Fatih, “kahbe Bizans”ı mı yıkmış ve ele geçirmişti, yoksa Bizans’ı “Latin işgali”nden mi kurtarmıştı.
4-Sahi Fausto Zonaro, Fatih’in
Edirnekapı’dan girişini resmeden tablosunda neden kendini Fatih’in muhafızı olarak çizdi. Peki, o sevdiğiniz mehter marşlarını yazan musikiyi hümayunun başındaki kişinin Donizetti isimli, İtalyan asıllı bir Katolik olduğunu söylesem..
5-Fatih kendini, neden ve nasıl Bizans İmparatoru ilan etti, yoksa Bizans halkı Fatih’i koruyucu olarak kendileri mi seçti? İmparatorluk kilisesi olarak, Süleyman mabedine nisbet olmak üzere inşa edilen Ayasofya’yı Fatih “kılıç hakkı” olarak zorla mı aldı, yoksa, Bizans imparatoru olarak, Bizantinist kurallara uygun şekilde ve İncil’de zikredildiği şekilde “Sezar’ın hakkı Sezar’a” mı verildi?. Fatih, buna rağmen, kilise vakfiyesine ait ve Latinlerin yıkıp yağmaladıkları bir mabedi alıp, yerine Ortodoks patrikliğinin kendilerine yeni bir kilise inşası için gerekli parayı verip, Ayasofya’yı ondan sonra mı camiye çevirdi. Eğer Fatih askeri bir güç olarak Bizans topraklarına giriyorsa, neden para verip alsın ki! Onun için aslında “kılıç hakkı” iddiası da haksız, mesnetsiz bir iddiadır.
6-Fatih “Sezar” olarak artık aynı zamanda nasıl, daha sonra törenlerde bir selamlara şekli olan “Müslümanların halifesi, Türklerin hakanı, Arab’ın ve Acem’in padişahı, diğer halkların sultanı, Doğu Roma Bizansın imparatoru” olma yolunda bir adım atmıştır.
7-Kudüs’te Süryani kiliselerinin birliğini Hz. Ömer sağlamıştı. Fatih, Konstantinapoliste Mekke-i Mükerreme’de Resulullahın “Hılful Fudul” uygulamasını, “Müellefetül Gulub” anlayışı ile evrensel siyasetinin merkezine yerleştirdi. Medine-i Münevvere’deki “Medine Sözleşmesi” olarak bilinen ilk toplumsal sözleşmeyi esas alan bir anlayışla, İstanbul merkezli bir Hukuk devleti inşa etti. Bu sözleşmeye göre, katılımcı, çoğulcu ve şeffaf bir düzen kurulacak, herkesin malı, canı, namusu, aklı, inancı ve nesli güvende olacaktı. İslam devlet felsefesinin 3. sacayağı Hz. Ömer’in Kudüs beyannamesidir. Genişleme mantığı, felsefesi, hukuku ve ahlakı bu emannamenin lafzında ve uygulamasında mündemiçtir. Biz hafızasını kaybeden bir topluluğuz, siyasetnamelerden, emannamelerimizden, fütüvvednamelerimizden, pendnamelerimizden, bizi biz yapan, bizi diğerlerinden farklı kılan, alamet-i farikamız olan değerlerimizi kaybettik.
Bu anlayış, bugün hâlâ, Kudüs’te Hristiyan dünyasının iki mukaddes kilisesi olan Doğuş ve Kıyamet Kilisesinin anahtarları hâlâ Osmanlı’dan tevarüs eden bir ailenin emanetindedir.
Bu emanet Resulullahın “El Emin” sıfatının manevi mirası olarak hâlâ İsra’nın kalbinde yaşatılmaktadır. Fatih’in “devlet-i ali”si, “hikmet mü’minn yitik malıdır” hükmü mucibince “Doğu Roma”nın devlet geleneği, bürokrasi tecrübesinden istifade ederek yeni bir medeniyetin inşasına öncülük etti.
“Kökü mazide olan ati”, aynı zamanda yerelliğini koruyarak evrensel olabilmek, bir ayağını bastığı toprakta sabit tutarak, diğer ayağı ile dünyayı dolaşmak. Farklı ama bir arada. Heybetli bir tevazu, hukuk öncesi, adaletin sınırlarına dayanmayan erdem ve ahlakla güçlendirilmiş bir hayat. Herkes için adalet, herkes için barış, herkes için özgürlük. Biz fethi, cenke dönüştürdük, “Fatiha”daki kapsayıcılığı, o kilitli kapıları aşan özgürleştirici boyutunu görmezden geliyoruz sanki bugün. “Kalplerin fethi”ne giden o “müellefetül gulub” ve “Hılful fudul”u ıskalıyoruz sanki.
8-Sahi Ermeni Patrikhanesini kim kurmuştu? O Fatih Sultan Mehmet değil mi idi? Birileri bunu görmek, anlamak, bilmek istemiyor. Kars İslam Cumhuriyetinin Savunma Bakanı Malakan Rus, eski işgal kuvvetleri komutanı Ortodoks Radinsky, Sağlık Sosyal Yardım Bakanı Rum Ortodoks Vasiliyedes değil mi idi.
9-Osmanlı imparatorluğu yıkılana kadar, suriçi İstanbul’un adı hep “Konstatinapolis” olarak kaldı. Son halifenin kağıdında bile bir tarafında Asitane, öbür tarafından Konstantinapolis diye yazıyordu. “Kahpe Bizans” değil.
10-Osmanlı’da “Rum” hakaret sözcüğü olarak kullanılmazdı. Selçuk’ludan gelen bir anlayışla, Müslüman ahali de “Rum” olarak anılırdı, Türkü ile Kürdü ile Arabı, Çerkezi, Gürcüsü, Boşnakı, Müslümanı ile gayri müslümanı ile. Zaten bu toprakların adı Kur’an-ı Kerim’de “Rum” olarak zikrediliyordu ve bir de Rum Suresi var! Müslümanlar kendi aralarında “Ahiyan-ı Rum”, “Gaziyanı Rum”, Baciyan-ı Rum” olarak ifade ediliyordu. Mevlana Celaleddin kendini “Rumi” olarak tanıtıyordu. Rumi sanatımız, takvimimiz vardı.
Kurtuluş savaşını da yeniden yazmak gerek, Çanakkale savaşını da, Anadolu’nun fethini de. Biz buraya dışarıdan gelmedik. Bir kısmımız buradan gitti dönmedi, bir kısmımız gitti-geldi, bir kısmımızsa hiç gitmedi. Biz bu toprağın yabancısı değiliz.
Hangi birini anlatayım ki..
KKTC’dekilerin bildikleri ile Rum kesiminin bildikleri ya da onlara anlatılan, ezberletilen tarih aynı tarih değil. Ve gerçek büyük ölçüde o anlatılanların dışında. Herkes birbirini suçluyor ama kimse oturup kendini gözden geçirmiyor ve karşısındakini dinleme gereği de duymuyor. İster misiniz bu aykırı grublar birlik olup, ya da tek tek, ezber bozan bu fikirlerim dolayısı ile beni eleştirsinler. Canları bilir. Hakkın hatırı, halkın hatırından alîdir. Birileri bizim kanlarımız ve gözyaşlarımız üzerine kendilerine iktidar ve servet üretmeye devam ediyor. Bu yalan rüzgârından yakamızı kurtarmadan işimiz zor.
Selâm ve dua ile.
Not: Dünkü yazıma ek: Bandırma gemisinde; Mustafa Kemal ve Karargâhına mensup 22, er ve erbaş olarak 25, müşavir ve kâtib olarak 8, gemi personeli olarak 21 kişi olmak üzere toplam 76 kişi bulunmaktaydı. Bu gemi 1925 yılında hurdacıya satılarak 4 ay gibi kısa sürede parçalanmıştır. Seyir defteri bulunamamıştır. Kim, niçin, kaç paraya satış kararı verdiği hakkında bir bilgiye ulaşamadım.