Ergenekon’da bunca rezaletin ifşa olunmasına rağmen, en üst generaline kadar dün suçlu görülen subaylar mahkeme faslı tamamlanmadan Gülen’e gösterilen tepkinin bir sonucu olarak salıverildiği ve darbe yapanlardan bile hesap sorulamadığı unutulup gidiyor. Düzen kendine çeki düzen verdi mi ki, silahlı kuvvetlere çekidüzen verecek? Ama, böyle devam ettiği müddetçe onlar fırsat buldukça düzenle istediği gibi oynamaya devam edecek. Her on yılda bir darbe geleneği, hangi yüz yıllara kadar sürecek, kimse bilmiyor. Başarısız darbe girişimi Ergenekon’un içyüzü ve çalışma sistemi, unutuldu gitti; biz bugün elli altıncı yılını değer(siz)lendireceğimiz 1960’dan beri gelenekselleşen darbeleri bir hatırlayalım:
27 Mayıs 1960: İhtilal adlı askerî darbe, 12 Mart 1971: Muhtıra adlı askerî darbe, 12 Eylül 1980: İhtilâl adlı askerî darbe, 28 Şubat 1997: Balans Ayarı adlı askerî darbe, 27 Nisan 2007: E-Muhtıra adlı askerî darbe, 2009: Ergenekon adıyla askerî ve sivil darbe girişimlerinin açığa çıkması. 17-25 Aralık 2013: Pansilvanya merkezli darbe girişimi.
Aslında darbeler tarihi son 56 yılla sınırlı değil; çok daha derinlerde, köklerde. Türkiye Cumhuriyeti de darbe sonucu kurulmuştur, denilse yanlış olmaz. II. Abdulhamid, başında Atatürk’ün Kurmay Başkanı olarak görev aldığı, silahlı kuvvetlerden teşekkül etmiş Harekât Ordusu tarafından tahtından indirilmişti. T.C. de, başını askerlerin çektiği bir grup tarafından, içinden çıktıkları Osmanlı Devletine karşı silahsız darbe yapılarak kurulmuştu.
Ve… ilk darbeci Şeytan’dır. Allah’ın hükmüne, O’nun sistemine, emrine karşı ayaklanmış, insanın yeryüzündeki halifeliğine karşı darbe planları yaparak icraya koymuştur. Allah’ın hükmüne ters planlar yapıp o doğrultuda uygulamalarda bulunanlar da onun darbeci askerleridir.
Yönetimi belirleme hakkı olmayan, “tâğutların düzenini değil, Allah’ın hükmünü istiyorum” deme özgürlüğü verilmeyen halk, kendisine dayatılan düzenin zulümleri altında inleyedursun, taht kavgası olanca şiddetiyle sürmektedir. Kendini yönetecekleri belirleme hakkı halka âittir diye takdim edilse de, silahlı kuvvetlerin istemediği bir uygulamanın hiçbir yönetim tarafından icrâsı mümkün değildir. Kim seçilirse seçilsin, hangi parti iktidar olursa olsun, her dönem esas iktidar TSK’ya aittir. İktidarın icraatlarının şu veya bu oranda kendi siyasi çıkarlarıyla veya idare anlayışlarıyla uzlaşmadığını fark ettiklerinde silahlı kuvvetler hemen değişik darbe çeşitlerinden biriyle iktidara müdahale ederler. Muhtıra, ihtilal, darbe, yönetime el koymak, demokrasiye balans ayarı, postmodern darbe, sanal, modern, sözlü, yazılı ve benzeri darbelerden darbe beğenir askerler ve istedikleri şekilde düzeni ve halkı yönetir ve yönlendirirler. Referandum dönemi tekrar açılıyor nasıl olsa. Yarınların muhtemel referandum sorusu: “Darbeleri nasıl alırdınız?” Yok, darbesiz olmaz! Demokrasi bu; yönetim şeklini seçemez halk, ama mümkün yarın hangi tür darbe istediğini halka seçtirecekler; eski câhiliyye döneminde Kâbe içindeki ve civarındaki putlardan birini, tapmaları için halka seçtirdikleri gibi. Modern câhiliyyede herkese kendi tâğutunu, kendi cellâdını seçtirdikleri gibi.
Askerlerin kanlarında vardır darbe geleneği. Osmanlı Devleti, ne çekmişti Yeniçeri isyanlarından. Yeniçeriler, kazan kaldırarak, yani bugünün tabiriyle darbe yaparak siyasete açık müdâhalede bulunabiliyor, önce devlet adamlarını değiştirip idam ederken, sonraları, padişah değiştirmeyle, hatta bununla da yetinmeyip II. Osman örneğinde olduğu gibi sultan kanıyla, onların idamlarıyla tatmin oluyorlardı. Yeniçerinin çocukları, reddettiklerini iddia etseler de, Osmanlı mirasını özellikle darbe konusunda tepe tepe kullanıyorlar.
Tek parti dönemlerinde iki jandarma halka ne korkular yaşatmış, halk kendi çocuklarından nasıl korkar hale getirilmişti. Kendi vergilerinden kesilen para ile halk kendi gardiyanlarını, cellatlarını beslemek zorunda bırakılmıştı. Hâlâ Doğu Anadolu’da asker, “ben varım, buradayım!” diyor en olmadık yerlerde. Sıkı fıkı yönetimlerle yönetmeyi, silahın gücünden yararlanmayı pek sever bazıları. Normal zamanlarda da, başka ülkelerde askerin ancak darbe ile yapabileceği hususları, istediği şekilde yaptıran iktidarlar üstü bir yönetimin, Milli Güvenlik Kurulu gibi güçlerin, borusu öter hep bu ülkede. İstendiği kadar Anayasalar değişsin. Türkiye, “gizli anayasa” ile yönetilir öncelikle. Asker zihniyetiyle hazırlanmış devletin kutsal kitabı, nass gibi, yasa ve anayasa üstü kabul edilir. Kırmızı ciltli küçük bir kitap olduğu için "Kırmızı Kitap" denilen bu kitabın içinde ne yazdığını pek az kimse bilir. Ama halkın bilmediği bu kitapla, halk yönetilir. Allah’ın kitabını terk edenler, buna müstahaktır çünkü.
Sistem, askerî vesayet ve velâyet yönetimidir. Evet, memleketi hep askerler yönetir; Asker Atatürk, yattığı yerden ilke ve devrimleriyle, ihtilal yapan askerler, yaptıkları anayasaları ile, yaşayan rütbeli askerler de her şeyleriyle… Her şehrin en mûtenâ yerinde askeriye konuşlanır, en güzel ve en geniş yerleri onlar parsellemiştir. “Bu memleketin (ve vatandaşların) sahibi biziz” diyen tavırları ile âdeta haykırırlar: Subay olmayanlar kiracıdır bu ülkede, kira parasını ev sahiplerine gerektiğinde canlarıyla bile ödemek zorunda olan bu basit insancıklar, istedikleri zaman kapı dışarı edilebilecek yabancıdır, zencidir, ötekidir. Zaman zaman hadleri bildirilir; inançlarına, yaşayış ve kıyafetlerine hakaret etme hakkını kendinde bulur ev sahibi(!) İşin tuhafı, kiracının, çok çalışsa da ev sahibi olma hakkı yoktur; o hep alttadır, emir eridir. Rejimin (İslâm’dan ve Müslümanlardan) korunup kollanması onlara aittir. Bu görevi kendilerine Ata’larının verdiğini ileri sürerler. Halkın yanlış tercih yapıp silahlı kuvvetlerin istemediklerini başa geçirdiğinde ya da vatanseverlikleri depreşip canları istediğinde ihtilal yapmaya hazırdırlar. “Büyük Kurtarıcı” kabul ettikleri şahsın izinden gitmenin ispatı olarak; can atarlar vatanı (İslâm’dan ve Müslümanlardan) kurtarmaya, kesmez artık postmodern darbeler, 28 Şubatlar…
Her Türk askerdir ya, her öğrenci de, asker olmak zorundadır. Milli Güvenlik Dersi, askere gitmeden asker olmayı öğretir öğrencilere. Okullar da sivil olmaktan çıkar böylece. Milli Güvenlik gibi, Milli Eğitim de, okullarda okuyan öğrencileri askerî disiplinle yetiştirir. “Sıra ol, rahat, hazır ol, rap rap rap!” (“Rab, Rab!” değil, adımlar ona benzemesin; irticanın ayak sesi diye bakarsın darbe olur.)
Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli âyetlerin, Firavun'u fert olarak ele almaktan çok onu erkânıyla birlikte zikretmesi dikkat çekicidir. Birçok âyette Firavun'un ailesi (âl-i Fir'avn), avanesi (mele'), kavmi ve askerleriyle (cünûd) birlikte anılması, onun tek bir kişi olmaktan ziyade, bir sembol olarak takdim edildiğini göstermektedir. Kur’an, Firavun’un en önemli suç ortağı olarak onun askerlerinden/cunûdundan birçok âyette (10/Yunus, 90; 20/Tâhâ, 28/Kasas, 6, 8, 39, 40; 51/Zâriyât, 40) bahseder. Hz. Mûsâ, insanlık tarihinde tevhid, hak, adâlet ve sağduyuyu temsil eden nübüvvet zincirinin bir halkasını oluştururken; Firavun da, Karun, Hâmân ve askerleri ile birlikte bunun karşısında yer alan bir zihniyeti temsil etmektedir.
Kur’an’da Hz. Mûsâ ve döneminden, Firavun ve çevresinden uzunca bahsedilmesi, hak-bâtıl mücadelesinde baş örneklik oluşturmasıyla ve evrensel İlâhî kanunlara, toplumsal sünnetlere örneklik teşkil etmesiyle ilgilidir. Mûsâ ve Hârun hak dâvâyı temsil ettikleri gibi, karşı cephenin tüm elemanları da mevcuttur bu yapıda.
Tarihî kişiliklerinden çok, sembol karakterleri oluşturur Firavun, Hâman, Karun, Bel’am, Sâmirî, hatta yahudileşme süreciyle benî İsrâil. Firavun, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen zâlim yöneticiye örnektir, tuğyan ve ifsâdın sembol kişisidir; tâğutların prototiplerindendir. Hâmân, zâlim tâğutî yönetimin bürokrat ve askerî yetkililerine örnek şahsiyettir. Cünûd: Firavun’un askerleri, ajanları ve polislerinin; Karun da, mal ve servet düşkünü emperyalist ve kapitalist para babalarının simgesidir. Allah ve Peygamber adıyla insanları aldatmayı da Bel’am ve Sâmiri adlı resmî din adamları temsil etmektedir. Bunlar, zulmün duayenleridir. Kur’an, başta bunlara ve yardımcılarına “âl-i Fir’avn” ve “mele-i Fir’avn” demektedir. Bütün bunlar, her tarih kesitinde ve her toplum kesiminde ortaya çıkan zâlim tâğutların ortak ve örnek isimleri olmuştur.
“O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu? Onları ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, Kıyâmet gününde de kötülenmişler arasındadır.” (28/Kasas, 39-42); “Şüphesiz Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyor, yanlış yapıyorlardı.” (28/Kasas, 8)
Kur’an’a baktığımızda, Firavun ve çevresi arasında organizeli bir uyum görürüz. Bu, davranış ve yaşayışta birlikte olmanın ve bir diğerine ayak uydurmanın ötesinde “uyarlanma” ürünü bir uyum, danışıklı bir uyumdur. Tepede oturuyor olmasına karşın Firavun, bu çevresi içinde kendince kararlar alıp uygulayan ve diğerlerini de kendine uydurmak ve karşı çıkmaktan alıkoymak üzere “baskı” altında tutan bir ceberut olarak gözükmez. Öyle ki, en küçüğünden en büyüğüne dek yapılan işlerin hemen hemen tümü bu mele’nin/çevrenin sözbirliği ve işbirliği ile gerçekleştirilir; neredeyse Firavun, yaptıkları ve yapacakları için onlardan (milli güvenlik gereği) “onay” alır. Görünen, bir Firavun saltanatı olmakla birlikte, gerçek olan, Mısır’da bir firavunlar saltanatının bulunduğudur. Nemrud’da gözlenen “tek adam” imajı, Firavun için pek sözkonusu değildir; Bu tarafıyla Firavun idaresi, günümüzdeki demokrasi yönetimine benzetilebilir. Firavun, tüm yetkiyi kendinde toplayan diktatörlerden çok, meclisinin ve kanunlarının ve de askerî bürokratların kararlarını, milli güvenlik kurulunun gerekli gördüklerini uygulayan basbayağı bir demokrat kişiliktir. Oradaki mele’in yerini, günümüzdeki meclisler almış; sihirbazların yerini de medya. Karun’un yerini kartel, holdingler ve TÜSİAD, Hâmân’ın yerini de rütbeli subaylar ve üst kademe bürokratları… Anlayacağımız, Firavunî yönetim cephesinde yeni bir şey yok.
Hz. Mûsâ ve Hârun, diğer peygamberlerin aksine, Firavun kavmine değil; Firavun’a ve Firavun’un mele’ine/erkânına gönderilir. Bu erkân arasında Hâmân’ı, Karun’u ve bunların sahip bulunduğu askerleri sayabiliriz. Doğal olarak bir de “aile” vardır. Kur’an’ın “Firavun ve erkânının kendilerine kötülük etmelerinden korktukları için, kavminin bir kısım gençleri dışında, kimse Mûsâ’ya inanmamıştı” (10/Yûnus, 83) mealindeki âyetinde gözlemlediğimiz bu çevre, öylesine etkin ki, Hz. Mûsâ ile tartışması sırasında Firavun, onlara dönerek “ne buyurursunuz?” diye sorma gereğini duymakta ve gösterdikleri önlemleri uygulamaya koymaktan da geri kalmamaktadır. Büyücülerin İslâm’ı kabullenmeleri üzerine İsrâiloğullarının Mısır’dan çıkmaları için izin vermeye niyetlenen Firavun’a, bu çevre “Mûsâ ve kavmini yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun?” sözleri ile karşı çıkınca, karar hemen değişebilmekte ve öneriler doğrultusunda “oğulları öldürüp kızlarını alıkoymak” türünden bir uygulama başlatılmaktadır.
Firavun ailesinden olan gizli mü’min ile Firavun’un yanında değeri büyük olan eşi Asiye’nin, imanlarının açığa çıkması üzerine şehid edilmiş olmaları ise, bu mele’nin (güncel deyimle etkili ve yetkili çevrenin, egemen güçlerin), aileden daha güçlü, daha baskın ve Firavun nezdinde daha sayılır olduğunu göstermesi açısından önemli bir noktadır. Günümüz açısından bu durumu şöyle güncelleştirebiliriz: Derin güçlerin ve her dönem zirvedikilerin hatırı için, yönetici gözükenlerin, namaz kılanları ordudan atması, cihad kavramını dillendirenlerin ağızlarına acı biber sürmesi, bâtılla mücadeleyi gündeme getirenleri terörist damgası vurup zindanlara tıkması… hep modern şekilde sürdürülen Firavunî yönetim tarzının ilkelliğinin, gericiliğinin göstergesidir.
Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani “ülü’l-emr” (4/Nisâ, 59). İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu “tâğut”. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor (2/Bakara, 256). Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn” sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza… Sizin dininiz size, benim dinim bana!” (109/Kâfirûn, 1, 2, 6) âyetlerini okur, kâfirlere ültimatom veririz. Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz, yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duâsı. Bu duada “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.” Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hal’ etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. Dikkat edilirse, Allah’a isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi, sadece bu vasıflarıyla hal’ etme sözü veren müslüman, yüz binlerce, hatta milyonlarca insanı Allah’a isyan etmeye sevk eden, onların fâsık ve fâcir, hatta müşrik olması içi zorlayıp yönlendiren tâğutlara karşı haydi haydi hal’ etme sözü vermiş olacaktır. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara ve her çeşit darbecilere bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasî bilinçtir.
Sınavların en güzeli, kazanma ihtimali küçük olmadığı halde zorluğu büyük olan sınavlardır… “Bir kısım insanlar mü’minlere, ‘düşmanlarınız size karşı toplandılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırmış ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir’ demişlerdir.” (3/Âl-i İmrân, 173)
Herkes savaşçıdır; kendi dininin savaşçısı. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar, İslâm dışı düzenler ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni, hilesi ve tuzağı zayıftır.” (4/Nisâ, 76)
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) sûretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah'a dostluk; hayatını İslâm'ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: "Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır." (39/Zümer, 17-18). Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
T.C., Kurulduğundan bugüne, demokratik çizgiden çok; militarist bir özelliğe sahiptir. Hâlâ da bu hükmü boşa çıkaracak yola girilmiş değildir. Darbe, bu düzenin mayasında vardır. Darbeler sadece şekil değiştirmiş, ama darbe mantığı değişmemiştir. Darbelerin kanun kılıfı altında yapılması, olayın mâhiyetini değiştirmez. Esas darbeleri TSK yapsa da, Meclis de darbe yapar, Anayasa Mahkemesi de, YSHK da, bürokratlar da. Burası darbeler ülkesidir. Ata da darbe yapar GATA da. Beşerî düzenler zulme dayanır; Zulme, kandırmaya, hileye, ifsâda ve darbelere… “Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar kendi tapar.” Elleriyle yaptıkları, tapıp halkı zorla taptırdıkları helvadan putlarını kendi elleriyle yiyip yuttukları da olur, yutturdukları da.
Türkiye, yönetim şekliyle nasıl bir ülkedir, bilen varsa beri gelsin. Anayasa’nın girişindeki ifadeleri sakın hatırlatmayın bana. Hukuk devleti mi, hatta dine karışmayan laik ülke mi, demokratik mi? Güldürmeyin insanı. “Bu ülke darbeler ülkesidir” derseniz, o başka. Darbeler de demokrasi için yapılır, demokrasiye demokrasi için ara verilir bu düzende. Ordu, tanklarla demokrasiye balans ayarı çeker. Ergenekon rezilliğine rağmen hâlâ asker, tehdit içerikli demeçler verecek kadar küstahtır. Tüm konularda olduğu gibi, bedelli askerlik konusunda da, hükümet askere sözünü geçirememekte, ama tersi devamlı sözkonusu olmaktadır. Hükümetin başındaki parti, asker tarafından ihtilalle indirilme, mahkeme kararıyla kapatılma, Anayasa Mahkemesi tarafından yaptıklarının bozulması gibi değişik şekillerde kendisine karşı darbe yapılamayacağından emin değil ki, ülkeyi darbelerden ve darbecilerden korusun. Ergenekon gibi bir fırsat, darbeci geleneği olmayan ve kendine karşı darbe yapılmasından korkmayan başka bir devletin başka bir yönetiminin eline geçmiş olsaydı… En azından herkese haddini bildirir, bir daha üzerine vazife olmayan şeylere kimsenin burnunu sokmasına izin vermezdi, darbecilere ve fırsat bulduğunda darbe yapacaklara büyük darbeyi indirirdi.
Biz darbeci değiliz. Peygamberlerimizin hiçbiri darbeci değildiler. Müslümanlar olarak bizim darbe ile işimiz yok. Biz darbe ile yönetimi değiştirmeyi düşünmüyoruz, biz İslâmî inkılâptan yanayız. Halkı, tevhid açısından Allah’ın istediği tarzda tağyîr ederek değiştirip dönüştürmeyi, yani aslî/fıtrî çizgisine yöneltip İslâm’laştırmayı görev biliyor, bunları savunuyoruz. Bu görevlerimizi kuşanmanın neticesinde, Rabbimizin râzı olacağı yönetimsel bir değişim sürecine girip bu yolda her türlü bedeli ödemeye hazır olduğumuzu da ilan ediyoruz. Darbe başkadır, inkılâp denilen değişim ve dönüşüm başka: “(Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen) O zâlimler, çok yakında nasıl bir inkılâpla devrileceklerini görecekler.” (26/Şuarâ, 227)
Sonuç: “Demokrasi”, içinde bulunduğumuz ülkede uygulandığı tarzda, yönetimin ister direkt, isterse dolaylı yoldan, ister ihtilal adıyla, ister sanal şekilde darbelerle belirlenip oluşturulduğu, silahlı kuvvetlere rağmen kimsenin bir şey yapamadığı yönetim biçiminden başka bir şey değildir. Ve, Müslümanlar olarak biz, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen tüm yönetim ve yöneticileri sadece darbecilerin işbirlikçileri olarak değil; Allah’ın hükmüne karşı darbe ve darbeciler olarak görüyor ve reddediyoruz. Evet, silahsız kuvvetlerin de Allah’ın hükmüne boyun eğmedikleri müddetçe insanlığın huzuruna, Rabbe kulluğuna, cennet adaylığına karşı darbe içinde olduklarını iddia ediyor ve tüm darbeleri insanlık suçu olarak görüp reddediyoruz.