Birileri, kendi aile büyüklerinin, dede- nine veya anne-babalarının, kardeşlerinin ölüm tarihlerini bile pek bilmez ve onların nasihat ve vasiyetlerini gözönünde bulundurmaz iken; üççeyrek yüzyıl önce ölen bir siyasetçinin ardından, resmî ideoloji gereği, bir takım psikolojik vehimler ve korkularla, 10 Kasım günü resmî ağlama törenlerini tertiblerler, ne mânâya geldiğini bilmedikleri veya düşünmedikleri ya da inanmadıkları bir takım tumturaklı laflar ederler.
Bu sene de öyle oldu..
Üstelik, o resmî ideolojik söylemlere geçmişte iğreti bakmış, dudak bükmüş ve onlardan uzak durmaya çalışmış nice ‘devletliler’in bile, bugün geçmişteki o tavırlarıyla çelişen şekilde sıcak beyanlarda bulunmaları ve dayatmacı resmî söylemleri âdetâ benimsiyormuş gibi tekrarlamaları üzüntü verici..
Hele de, 14 sene öncelerde, dönemin C. Başkanı A. N. Sezer’in başlattığı ve bir ‘laik sünnet’ halinde sürdürdüğü saçma uygulamayı, daha sonra hem Abdullah Gül’ün, hem de Tayyîb Bey’in tekrar etmeleri ve bir mezardakine hitaben bir deftere, o ölüye hitaben yazılanları, sanki o mekandaki ölü, sonra okuyacakmış gibi ve de hesab verir gibi bir hava içinde yazmaları ve sadece ölüm günlerinde değil, her vesileyle o mekana koşup bu tuhaf alışkanlığı tekrarlamaları ve orada yazdıklarını sadece oradaki hazırûna değil, tv. ekranlarından yüksek sesle okumayı, yani o ‘laik sünnet’i devam ettirmeleri, gerçekten esef edilecek traji-komik bir durumdur.
T. Çiller de giderdi, o mekana, başbakanlığı döneminde ve oraya bir şeyler yazar ve ama, hiç değilse yazdıklarını okumazdı. Ancak, yazdıkları sonra görüntülenirdi. Ki, bir defasında, yazısını, orada yatana hitaben, ‘Görüşmek ümidiyle..’ diyerek bitirdiği sonradan anlaşılmış ve epeyce gırgır konusu olmuştu.
Türbe ve mezarlarda dua edenleri kınayan ve bu durumu çağdışılık olarak niteleyen laiklerin kendilerinin de bir ‘laik kutsal’ oluşturma çabası içinde olduklarını görememeleri, bir ayrı trajik-komik durumdur.
Böyle bir ilkel uygulamayı, dünyada, bugün, Türkiye’deki uygulamayı örnek almışcasına, yakın bir komşumuzdaki bir başka liderin ölüm yıldönümlerinde yapılan anma törenleriyle, Kuzey Kore’den başka bir yerde görmek mümkün değil, sanıyorum.
‘Belki, bir takım gerçek veya hayalî belâları defetmek için yapılmıştır..’ şeklindeki yorumlarla mâzur gösterilmeye çalışılan bu komikliklerden sadece ülkemizi ve halkımızı değil, en üst makamlarda bulunanların kendi şahsiyetlerini de kurtarmaları temennisiyle..
*
Bu satırların sahibi, her hatırlayışında rahmet dilekleriyle andığı babasının da, onyıllarca önce bir 13 Kasım günü vefat ettiğini bu vesileyle hatırlıyor.
Ama, bu yıl biraz daha değişik bir haberle karşılaştım..
Tam da, kemalist laiklerin uydurduğu ve nicelerinin de isteyerek veya istemiyerek teslim oldukları o acaib ‘resmî laik sünnet’in tekrarlandığı saatlerde Osman emmimin vefat ettiği haberi ulaştı. Allah rahmet eyleye..
Osman emmimden çok az, ama, çok önemli bir şey öğrenmiştim.
Henüz ilk çocukluk yıllarımda, o askerlik hatıralarını anlatırdı arkadaşlarına ve ben de dinlerdim. Ancak, emmim ikide bir ’dersim’ kelimesini kullanırdı.
’Dersim’ kelimesinden çıkardığım mânâyı o konuşmanın içine bir türlü yerleştiremezdim. ’Ne dersi, neyin dersi, emminin ne dersi vardı?’ gibi..
Sorup öğrendikten sonra anlamıştım ki, o ’dersim’ kelimesinin ’ders’le bir ilgisi yoktur ve Dersim, 1935’lerde Tunceli diye yeni bir isimle anılmaya başlayan bir coğrafî mekanın adıdır. Emmim de orada askerlik yapmıştı. Ama, herhalde, asıl büyük faciadan 8-10 yıl kadar sonraları.. Ama, demek ki, o zaman bile, hâlâ, o büyük katliâmın feryadları dinmemişti..
Emmim, Dersim’den söz ettikçe.. Merak bu ya, atlasa bakıyor, ancak, Dersim diye bir yeri bir türlü bulamıyordum.
Birgün sordum, ’Emmi, bu Dersim, neresi? Ben atlasta bulamadım..’ diye..
O zaman Osman emmim bana bir ’Suss!’ işareti yapmış ve korkutucu bir yüz hattıyla ve ’Senin Cumhûriyet kanunlarından haberin yok galiba, bir daha işitmiyeyim..’ demişti ve ben de anlamıştım ki, Dersim kelimesini kullanmak ya da cumhuriyet kanunları korkunç bir şeylerdi.
Evet, emmimden öğrendiğim az, ama çok önemli konu, bu idi.
*
Cumhûrun kanına giren kanlı bir cumhûriyet..
Dersim oldukça dağlık, engebeli bir araziye sahib ve halkı da büyük çapta, ’alevî’ diye nitelenen kesimden idi. Ancak, bu halkı, o cevredeki öteki halk kesimlerinden ayıran daha başka etkenler de vardı. Çünkü, bu yöre halkın büyük ekseriyeti, etnik açıdan, kürd kavimlerinden; bazıları Kırmanç, bazıları Zaza /Dimili, vs. diye isimlendirilse bile, alevî olmaları hasebiyle, alevî olmayan öteki kürd halk kitlelerince dışlanıyorlardı. Aynı şekilde, türk etnisitesinden olan sünnî kesimlerce de, dil farklılığı yüzünden çok geliştirilmiş münasebetler kuramıyorlardı.
Bölgenin oldukça fakr’u zarûret içinde olması da ayrı bir çetin problemdi.
Bu yoksulluk, içinde isyan / başkaldırı kültürü de bulunan alevîlikle birleştiğinde, Dersim yöresinde devlet otoritesine karşı çıkan bir takım eşqıyalık, yol kesme vs hadiseleri de meydana geliyor ve bu da devlete karşı tehdid odağı oluşturuyordu.
*
Ve 1937-38 arası, bölge daha bir iltihablı hale gelmişti. Güvenlik güçleri tuzağa düşürülüyor, can kayıpları oluyor ve hadiseler bir türlü bitmek bilmiyordu.. Hele, bir keresinde, 16-17 asker de pusuya düşürülüp öldürülünce.. Celâl Bayar’ın hâtırâtında belirtildiğine göre, M. Kemal, ’tenkil’ (yok etme) emrini vermişti. O emir verildiğinde başvekil, İsmet İnönü idi.. Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) ise, Mareşal Fevzi Çakmak..
İsmet İnönü, 1937 yazında, M. Kemal ile aralarında meydana gelen ve içinde, ’memleketi içki sofralarından idare ediyorsun..’ şeklinde cümlelerin de geçtiği bir ağır tartışmadan sonra, M. Kemal tarafından azledilmişti.. Öyle Meclis tarafından güvensizlik oyu verilerek düşürme gibi durumlar sözkonusu değildi.
Zamanın İktisad Vekili Celâl Bayar, artık yeni başvekil idi.. Celâl Bayar’ın yazdığına göre, M. Kemal, ona demişti, özetle: ’Celâl Bey, dışsiyaseti ben yönetirim. Büyükelçileri ben tayin ederim. Orduyu ben yönetirim. Generallerin tayin ve azillerini, terfi ve tenzil-i rütbelerini, ben yaparım.. Maarifin, (eğitimin) müfredatını, genel ilkelerini ben belirlerim. Valileri ben tayin ederim.. Polis müdürlerini ben.. Gerisini, memleketi istediği gibi idare et..’
Dersim’de bir takım eşqıya hareketleri, bir takım sosyal rahatsızlıklar olmuş olabilir, ama, bu tablo karşısında, bütün bir sivil halkın katliâm olunması ve kurtulanların da ülkenin çeşitli yerlerine dağıtılması şeklindeki temel siyasetin baş mimarı kimdir?
O günleri Celâl Bayar şöyle anlatıyor: “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım. Atatürk mâlum… Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler.
Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş…
Oradaki her şeyi biliyorlar. Hattâ şahsen casusları bile biliyorlar.
Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı. O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik.
Birbirimizi anlıyorduk.
Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi.
Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek.
Ne olursa olsun bana hitab edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitab edişinizin mânâsını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk..” (Celal Bayar Anlatıyor”, Tercüman, 17 Eylül 1986)
Tablo bu..
*
Üç sene öncelerde, 2011’lerde Tayyîb Erdoğan’ın, devletin elindeki resmî belge ve bilgilere göre, o ’tenkil siyaseti’ sırasında öldürülenlerin sayısını 13 700 küsur olarak açıklaması ve o rakamın sadece 1,5 yıl içinde meydana geldiğinin hatırlanması nasıl bir korkunç katliâm uygulandığını gözler önüne sermektedir. Kaldı ki, yerli halkın verdiği rakamlar, bu resmî rakamın 6-7 misliyle ifade olunmaktadır. Aynı şekilde, Munzur Çayı’nın, aylarca kan renginde aktığı ve cesed kokusu ve artıklarının çevredeki dere ve dağlarda yıllarca hissedildiği veya görüldüğüne dair mahallî görgü şahidlerinin nesiller boyu aktardıkları ise, daha bir ayrı..
Başarıların sadece en tepedeki lider’e, Şef’e, sorumlulukların ise veya bazı olumsuz uygulamaların başkalarına yüklenmesi şeklindeki uygulama, nasıl bir sefil resmî ideoloji anlayışı ile karşı karşıya bulunulduğunu gözler önüne sermekte değil midir?
Elbette Tayyîb Erdoğan da, bu açıklamaları yaparken, sorumluluğu İsmet İnönü’nün üzerine atıyordu, kanunî engeller yüzünden.. Yoksa, M. Kemal’in, ölümüne kadar, sadece cumhurbaşkanlığı makamını değil, CHP Genelbaşkanlığını da yürüttüğü, T. Erdoğan tarafından bilinmiyor değildi.
Ama, bu korkunç- kanlı ’tenkil siyaseti’nden kimse söz edemiyordu, M. Kemal’e toz kondurulmaması için.. Erdoğan bu konuyu dile getirdiği zaman da, CHP sözcülerinin, ’Sen dilinin altındakini çıkar, sen aslında M. Kemal’i suçlamak istiyorsun, ama, onu diyemediğin için, İnönü’yü suçluyorsun..’ diyorlardı. Bu sözler gerçekte, sadece bir itham değil, bir itiraf idi..
Dersim’de neler olduğunu bu ülke 70 yıl boyunca bilemedi, bilmek istemedi, çünkü diktatörce uygulamaların hesabının kime çıkarılacağını hâlen de kimse söyleyemiyor, üst makamlardan..
Nitekim, bir zamanların ünlü ihtilalci subaylarından Hava Kuv. eski komutanı Gen. Muhsin Batur, 1980’lerde yayımladığı hâtırâtında, 1936-37’lerde Harbokulu’ndan öğrenciler olarak trenle Elazığ’a götürüldüklerini söyledikten sonra, yazdığı dipnotunda, ’Okuyucularım, bu taşınmanın niçin olduğu ve orada nelerin yaşandığı konusunda bilgi vermeyişimi mâzur görsünler..’ demek gereğini duymuştu.
*
Ezilenlerin tarihi daha başka şeyler söyler ya galiblerin dili bile ortaya çok şeyi koyuyor
Eski ve ünlü Dışişleri Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil ise, Dersim’deki o ’tenkil’ esnasında, Ankara’dan, M. Kemal tarafından özel olarak gönderilen bir isim olarak orada neler yaşandığını çok açık olarak anlatmıştır, hâtırâtında.. Hele o başkaldırı hareketinin lideri olan Seyyid Rızâ’nın Kemal Paşa ile görüştürüleceği vaadiyle teslim alınıp sonra da yaşının küçültülerek, oğlunun da yaşı büyütülerek hemen idâm edildiklerini ve Seyyid Rıza’nın, ’Önce beni idâm edin..’ diye yalvarmasına rağmen, oğlunun, babasının gözleri önünde idâm edildiğini, sonra da kendisinin dâr’a çekildiğini; sonra M. Kemal’in El’Aziz İstasyonu’na gelip, dondurucu gece soğuğunda üzerlerinde incecik beyaz donlardan başka bulunmayan ve donmamak için birbirine yapışmış, zencire vurulu yüzlerce isyancının önünden bir güç gösterisi yaparak geçişini; Seyyid Rızâ’nın idâm edildiğini M. Kemal’e arzettiğini, ama, onun tatmin olmak için, idâm fotoğraflarını da istediğini ve fotoğrafların gösterildiğini ilginç bir şekilde anlatır.
Ki, sonra, Seyyid Rıza ve oğlunun cesedleri daha sonra da yakılmış ve geride hiç bir iz bırakılmamıştır..
Bu noktada, birileri, ’Seyyid Rıza mâsum muydu?’ diye bir suçlama yapabilir; nitekim yapıyorlar da.. Ama, mes’elenin üzerinde asıl durulması gereken tarafı, o ’tenkil siyaseti’nin nasıl korkunç bir diktatörlük ve barbarlıkla uygulanmış olmasıdır.
Kıyıda köşede, yarı korkarak; yarı, kemalist rejimi temize çıkarmaya çalışarak yazılan daha başka yayınlar da olmadı değil.. Barbaros Baykara’nın kitabları, H. İzzettin Dinamo’nun kitabları da bu konuda da çok korkunç ipuçları vermektedir. Bu satırların sahibinin gerek Şeyh Saîd Qıyâmı’ndan 40 sene sonralarda Diyarbekir yöresinde ve gerekse Dersim Katliâmı’ndan 30 sene sonralarda Dersim kasabalarında halktan, henüz hayatta olan canlı şahidlerden dinlediklerim ise daha bir ayrı tarafıdır, tablonun..
*
Kendisi de bir Dersim’li olan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise, Tayyîb Erdoğan’ın Dersim üzerine yaptığı açıklamalara değinmemekte üç yıldır hep direniyordu.
Nihayet, Kılıçdaroğlu’nun Gen. Başk. Yard.larından Sezgin Tanrıkulu 13 Kasım günü, CNN TÜRK'de A. Hakan'la yaptığı söyleşide, “CHP Genel Başkan Yardımcısıyım. Ben bin kere özür diliyorum” deyince, programı sunan Ahmet Hakan’ın “CHP adına mı özür diliyorsunuz?” sorusuna, ’Acı duyan herkesten, ölen her insandan, sürgün edilen her insandan CHP adına da özür diliyorum’ karşılığını verdi ve böylece de, CHP içinde yeni bir küçük kıyamet kapışmasına gelindi..
CHP eski Gen. Başk. Yard.larından Onur Öymen gibi isimler başta olmak üzere, CHP’li bir çok önde gelen siyasetçiler de, ’CHP tarihinde hiçbir zaman bir parti yöneticisinin Atatürk’ü suçlayıcı bir beyanda bulunmadığını’ belirterek, Kılıçdaroğlu’nun, bu konuşmayı kınamaması durumunda, Atatürk'ün koltuğunda oturmasının mümkün olmadığını’ ve ’Atatürk’ü suçlayanlara göz yummanın telafisi olmayacağını’ söylediler.
Han, şair demiş ya: ’Yerden göğe küp dizseler, / Birbirine berkitseler, / Alttakini bir çekseler, / Seyreyle sen gümbürtüyü..’
Aynen öyle..
Bu durum sadece CHP’nin değil, CHP temelleri üzerinde yükselen 90 yıllık, kemalist-laik oligarşik yapının, resmû ideoloji diktatörlüğünün çöküş gümbürtülerine dönüşebilir.
Evet, bundan sonra, seyreyleyin siz gümbürtüyü..
haksöz