ABD eskisi kadar 'vazgeçilmez' değil
Dünyayı saran değişimlerin ne derece devrimci olduğunu anlamakta hâlâ ağır kalıyoruz. Küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan güçler önümüzdeki çağın şeklini belirlemekte 200 yıl önce sanayileşmenin sahip olduğu kadar önemi haiz. Bu yeni şartlar altında, ABD küresel politikada 'vazgeçilmez ulus' kimliğini sürdürecek mi? Cevap neyi kastettiğinize bakar.
Amerika'nın öyle bir vazgeçilmezliği var ki, bugüne kadar Çinliler olsun, Avrupalılar olsun başka hiçbir güç ya da blok, dünyayı o anın büyük projelerini gerçekleştirmek için seferber etme yetisini onun kadar gösteremedi. Biz Amerikalılar katalizör görevi görüyoruz. Elbette, Hindistan'ın gelişmekte olan ülkelerden bazılarını kendi şemsiyesi altında toplayabileceği ve Avrupalıların da kıtanın ortak amaçlarını desteklemek için birlikte çalışmasının mümkün olduğunu gösterdiği doğru. Fakat son kertede başka hiçbir ülke dünyanın değişik bölgelerinden ulusları, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeleri küresel ölçeğe sahip gerçek manada çokuluslu bir koalisyonun içinde toplayamaz.
İran konusu iyi bir ders verdi
Ancak Washington'daki bizlerin tüm insan ırkının iyiliği için ne yapılması gerektiğini tek bilenler olduğumuzu ve dünyanın kalanın ya bizimle ya da bize karşı durduğunu kastediyorsak, vazgeçilmez değiliz. Geçen 10 yılda fark ettik ki, bu anlayış doğrultusunda hareket ederek belli bir mana ifade eden bir koalisyon kurmak güçleşiyor. Bu, liderlik sağlamadığı gibi sadece direnişe yol açıyor.
Bunun en mükemmel örneği İran. Tahran'ın nükleer silahlar edinme yönündeki bariz arzusu karşısında tek çözümün rejim değişikliğinden geçtiğini iddia ettiğimiz süre boyunca gelişme sağlanamadı. Ancak bu tavrımızdan geri adım atarak, önce AB'nin üç üyesinin yaklaşımını kabul edip, ardından diplomatik bir tutum izleme noktasında Avrupalılara aktif biçimde katılıp, son olarak da Rusya ve Çin'le temas kurunca ilerleme kaydettik. Daha istediğimiz sonuca ulaşamadık ve başaracağımızın da garantisi yok. Fakat sonuçta İran'ın nükleer silah edinmemesi yönündeki fikir birliği üzerinde yükselen sağlam bir cephe oluştu.
Koalisyon oluşturmakta zorlanmamızın ve bazılarının artık ülkelerin ABD'yi baypas etmeye çalıştığı 'yeni dünya düzeni'nin belirişinden bahsetmeye başlamasının bir nedeni, artık 'özel olmaktan' gelen 'aura'mızı kaybetmeye başlamamız; yani ABD'nin başkalarından daha farklı bir büyük güç olduğu inancının yitirilişi. Bunun bir sonucu olarak insanlar giderek daha fazla biçimde bizi ve politikalarımızı tereddütlerine rağmen mahkûm ediyor. Giderek daha fazla, tamamen bencil diğer güçler gibi muamele görmekteyiz.
Tüm bunlar hem Soğuk Savaş'ın bitmesi hem de küreselleşmenin başlamasıyla birlikte zincirinden boşalan değişim güçlerinin, ulus-devletlerin tek başlarına bu yeni dünyanın tehditleriyle başa çıkmasını güçleştirdiği bir dönemde yaşanıyor. Ulusal sınırlar aşınıyor. Küreselleşme sayesinde, hammaddeler, mamuller ve teknik bilgi artık ulusal sınırlar ötesinde seyahat ediyor. Bunların olumlu sonuçlarından biri, daha ucuz malların giderek genişleyen küresel orta sınıfın kullanımına sunulması. Ancak bu bir ülkeyi küresel kargaşalardan, enerji kaynakları için artan rekabetten ya da geniş kapsamlı göçün yol açtığı değişimlerden yalıtmayı daha zor hale getiriyor. Önümüzdeki birkaç on yıl içinde, devletler bu sorunları çözmek için artan biçimde işbirliğine gidecek.
Bazılarının çözüm olarak demokratik devletlerden oluşan yeni bir birlik veya konsey önerdiğini biliyorum. Böylesi bir kurumun amacı demokratik normların dünya genelinde yayılması olacaksa, bu iyi bir şey. Ama küresel politikaya dair yeni bir tür blok düşünülüyorsa, bu kötü bir fikir. Bu noktada dünyayı yine iyiler ve kötüler olarak bölmek fayda getirmez. Üstelik çoğu ülke pek çok farklı çıkarın peşinden koşuyor. BM'de veya başka küresel toplantılarda ülkeleri birbirinden ayıran güncel ihtilafların bir kısmına bakarsanız, çatışmaların demokratik olanlarla olmayanlar arasında değil de, gelişmişlerle gelişmekte olanlar arasında yaşandığını görürsünüz.
Buna karşılık Atlatik topluluğunun yeniden bir araya gelmesi son derece önem taşıyor. Son yıllarda, özellikle Irak hakkında, transatlantik görüş ayrılıkları bağları yıprattı. Ama önemli bir fikri temele sahibiz; Avrupalılarla birey ve onun hükümet ve toplumla ilişkileri konusunda ortak bir görüşü paylaşıyoruz.
Avrupa yeni iktidara gelen liderlerin esinlediği bir değişimin ortasında. 2005'te Angela Merkel'in Almanya Başbakanı seçilmesini, Nicolas Sarkozy'nin Fransa'da bu bahar yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki zaferi izledi. Bu durum, AB'deki Fransız-Alman ekseninin bundan böyle Amerika'yla rekabet etmek yerine gerçek manada işbirliği içeren girişimlerde ABD'yle yakınlaşmaya daha açık olması ihtimalini sunuyor. Güçlü bir Atlantik topluluğu sonrasında çevre gibi konularda ortak eylem planları geliştirmekte diğer büyük güçler ve bloklarla çalışılmasına olanak verir.
Gelişmekte olan ülkeler mutsuz
Bu durum uluslararası ilişkiler alanında yeni bir paradigmaya ihtiyaç duyduğumuzun altını çiziyor. BM türünden büyük çoktaraflı kurumlar farklı bir çağda yaratıldı. Günümüzün BM'si iki karşıt ilkeyle pençeleşmekte; ulus-devletin egemen bağımsızlığını 'koruma sorumluluğu'yla nasıl uzlaştıracağı konusuyla boğuşuyor. Dünyanın gelişmekte olan kısmında, bu sonuncu ilkenin büyük güçlere içişlerine karışmaları için açık çek vermekle denk olduğu endişesi hâkim ve küreselleşmenin ilerlemesinin, temelde eski tarz sömürgeciliği yeni bir tahakküm mantığıyla değiştirmek için Batı tarafından desteklenen bir politika olduğu şüphesi söz konusu.
ABD de kendi Soğuk Savaş sonrası coşkusuna bakmalı. Sovyetler Birliği yıkılmadan önce tavrımız dünyadaki her ülkenin kendi sosyal ve politik kaderini tayin etmekte özgür olması gerektiği biçimindeydi ve Sovyetler'in Marksizm-Leninizm'i tüm dünyada güç kullanarak dayatma girişimlerine karşı durduk.
1989 ve 1991'deki tarihi olayların sonrasındaysa ABD dünyanın askeri ve ekonomik gücünün büyük çoğunluğunun elinde olduğu öylesine eşsiz bir konumda görünüyordu ki, dünyayı liberal ve demokratik çizgiler doğrultusunda değiştirmek için bu gücün avantajlarını kullanmaktan başka seçeneğimiz yok gibiydi. Pek çok kişi kaybedecek zaman olmadığını, ittifak kurma ve uluslararası kurumlar inşa etme şeklindeki geleneksel yöntemlerimizin çok uzun sürdüğünü ve bu yüzden tarihi fırsatın kaçırılabileceğini düşünüyordu. Bazıları tek taraflı hareket ederek iyi sonuçlar elde edebileceğimizi ve diğer ulusların doğru adım attığımızı sonradan anlayıp, onay vereceğini umdu.
En sevilmeyen ülkeyiz
Şu ana kadar hiçbir büyük dönüşümü başarıyla sonuçlandırmadık, özellikle de Ortadoğu'da ve demokratik değişimlerin kırılganlığına tanıklık ediyoruz, tıpkı Latin Amerika ve Rusya'daki gibi. İyi niyetlerimiz yüzünden itibar da kazanmadık. ABD neredeyse tüm anketlere göre tüm dünyada en sevilmeyen ülke.
Sorun kısmen iktidarın doğasının değişmesinden kaynaklanıyor. Çok sık belirttiğim gibi savunma ve istihbarat birimlerimiz 20. yüzyılın askeri tehditlerine karşı durmak için hâlâ iyi bilenmiş halde. Fakat Irak'ta gördüğümüz gibi, örgütlü bir hali bile olmayan hasımlarca mücadelede bir beraberliğe zorlanmaktayız. Konvansiyonel süpergüç konumundaki bir rakibin meydan okumalarını sınırlama ve geri püskürtme yetimizin direkleri olan uçak gemisi gruplarımız, ağır tank birliklerimiz, uydu görüntüleme sistemlerimiz artık fazla işe yaramıyor.
Çatışmaların devletlerin içinde, ya da devletle devlet olmayan aktörler arasında meydana geldiği bir dönemdeyiz. Başta Latin Amerika, Afrika, Çin ve Hindistan gibi Asyalı güçlerin iç bölgeleri olmak üzere, gelişen dünyanın daha geniş kesimleri küresel sisteme katıldıkça, sistemin maruz kaldığı zorluklar sadece artar. Bunun yanında, Irak gibi bir ülkede bile ABD tek başına sınırları koruyamaz, her kargoyu denetleyemez, her okula personel sağlayamaz, her barikata adam koyamaz. İktidar herhangi bir ülkenin elinde olmaktan çıkıyor, devletlerin bir araya gelmesinde yatıyor. Dünya ABD hâkimiyetini kabullenmeye yatkın değil ama onun liderliği olmadan da pek fazla bir şey elde edilemez. (Eski ABD başkanlarından Gerald Ford ve George H. W. Bush'un ulusal güvenlik danışmanlığını yaptı, 1 Temmuz 2007)
Brent Scowcroft