Abdurrahman Dilipak: Nereden nereye!/Habervakti.com
Son saatlerdeki gelişmeler: Arz-ı mev’ud coğrafyasında savaş bulutları yoğunlaşıyor. Hareketli saatler yaşanıyor son bir iki günde. Bölge ülkeleri diken üstünde.
Ramazan Bayramı’nı da geride bıraktık. Şeytan artık serbest bırakılıyor. Ramazan ayı boyunca manevi bir zırhla donanım Şeytanla savaşa hazır olanlara ne mutlu. Seçim işkencesi de bitti de tartışması bitmedi. İsrail bölgemizde patlamaya hazır bir bomba gibi. Kızıl buzağı senaryosu hala Siyonistlerin gündeminde. Seçim sonrası, Anayasa konusu gündeme gelecek, Af konusu, yeni açılımlar gündem olacak derken, evdeki hesaplar çarşıya uymadı. CHP’de bu göreceli başarıyı henüz içine sindirebilmiş değil. Seçim sonuçları bütün taşları yerinden oynattı. İYİ Parti de kongreye gidiyor, MHP’de de sancılı bir süreç yaşanıyor.
Anayasa değişikliğine giderek Başkanlık sistemini savunurken, ne hayallerimiz vardı. “Koalisyon olmasın” diye çıktığımız yolda, evdeki hesaplar çarşıya uymadı. İktidar için değil, muhalefet de koalisyon kurdu, hem de seçimden sonra değil seçimden önce. Şimdi iktidar da yamalı bir bohça, muhalefet de! Zannediyorduk ki, “kuvvetler ayrılığı” tam sağlanacak, tam tersi oldu. “Tek devlet, tek bayrak“ derken “Bizim Rabia”yı da geçtik, iş “Tek Parti, tek Adam”a döndü. “Yeşil Sermaye”, “Yeşil Kemalizm”e dönüştü. Başörtüsü mücadelesinin bayrağı şimdi “Yeşil feministler”in eline “toplumsal cinsiyet”çilerin eline geçti. Bu şarkı böyle bitmemeliydi. Ya da umarım bu gelişmeler aklımızı başımıza toplamak için bir vesile olur. “Beni bana, beni nefsimle baş başa bırakma Rabbim” diye dua edenlerin ardından gelenler eski ezginleri unuttular, şimdi yeni şarkılar söylüyorlar.
Genel olarak Allaha inanıyoruz da bu inandık diyenlerin bir kısmı sanırım Allaha (haşa) güvenmiyor! Başka dostlar, kendilerine başka yardımcılar arıyorlar. Para lazım para!
Bir ilçe başkanı bile seçilmediğini biliyor, atama ile geliyor, zaten artık “ön seçim” diye bir şey kalmadı nerede ise. Genel başkanlar atama yapıyorlar. Adam “Genel başkanı” tarafından atandığını da unutmuş, “Cumhurbaşkanımızın tensibleri ile, onun gösterdiği yönde..” diye başlıyor. Adam andımızı ezberlemiş ya, onu güncelleyip tekrarlıyor. Dikkat, bütün övgüler tek bir kişiye yöneltildikten sonra, işler tersine döndüğünde, önce liderin çevresindekiler suçlanır, sonra bütün yergiler lidere yönelir. “Suç samur kürk olsa, kimse giymek istemez”. Siyasette vefa yoktur. Etrafınıza toplaşanların içinde Brütüslerin sayısı tahmin edilenden çoktur. En sınır tanımaz övgülerin sahipleri, yarın sınır tanımaz sövgülerle meydanlara çıkmaları sürpriz olmamalı.
Liderin çevresini eleştirenler, bugün lideri eleştiremedikleri için çevresinden başlıyorlar işe. Onlar da bilirler ki, o çevre liderler tarafından, onun tensibi ile oluşturulmuştur. Onlar da bilirler ki, onların kıymet-i harbiyesi liderlerinin gölgesinde şekillenir. Onun için liderlerine övgüne sınır tanımazlar. Onları kıskananlar da kendileri onların yerinde olmak için onları kıskandıklarından onlara karşı göründükleri gibi değildirler genelde. Zaten işler o noktaya gelmişse, yolun sonu gözükmüş demektir. Kaçış başlayınca herkes birbirini suçlama başlar. Yükseklere tırmanmak zordur, ama işin yönü yokuş aşağıya döndü mü, o hızla kimseyi tutamazsınız.
Bu işler partilerde değil, derneklerde, şirketlerde de böyledir. Hatta cemaat yapılarında da böyledir. O ilim, hikmet, merhamet, fazilet sahipleri bir anda başka bir kişiliğe dönüşürler, ya da ötekilerin gözünde öyle görünmeye başlarlar.
Bu işler böyle değil mi? Dün batılı ülkeler, Demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, çevrecilikte, bilimde, sanatta, felsefede en tepedeydiler. Bu işlerde “Norm” koyucu onlardı. Adalet, barış onlardan sorulurdu. Bir anda her şey tersine dönüverdi. Bu işler böyledir, Allah insanları, malları, canları, sevdikleri ile, servet ve iktidarları ile, kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan eder.
Bu dünyada “Ezel ve ebed davası” güdenler, ezeli ve ebedi olanın yalnız Allah olduğunu unutan topluluklardır. Unuttukları şeyleri Allah onlara acı tecrübelerle hatırlatır. Onların unuttukları bir şey de “Allah’ın servet ve iktidarı, halklar ve topluluklar arasında evirip çevirdiği”dir. Nesîmî, “nefsini tanıyamadığı için Rabb’ini de tanıyamayan zahid”in bu cehaletini ortadan kaldırmasını öğütler.. Bu “cehalet, dermanı mümkün olmayan büyük bir hastalıktır”, Değil mi ki, Allah cahillere ve zalimlere yardım etmeyecektir. “Cehlüni ref eyle iy zâhid ilâhı tanı kim Cehl imiş cehl ol maraz kim kâbil-i dermân degül” (Nesîmî). Aksine, onların işlerini sarp dağlara sardıracak, üstlerine pislik yağdıracak!
Hani, şu “İtibarda tasarruf olmaz” diyenlere gelsin şu mısra da: Nabi der ki, Heves insanı sarhoş eder, dünya mal, ve makamına itibar edenler “şöhret için tasadduk etmeye başladıkları zaman”, işte o zaman, “hani kem alat ile kemalat olmaz” derler ya, işte öyle, o hayırlarının kimseye faydası olmaz. Onlar böyle yaparak “cömertliğin namını ayaklar altına alırlar” ve “o yaptı desinler” diye yapılan yardım “israf “ olur. : “Ey mest- i heves şöhret içün eyleyüp isrâf Rüsvâ-yı cihân eyleme nâmın keremünde”. Evet ya, işte böyle, Adalet yolundan sapanların varacağı yer Dalalet şehridir. Artık onların delili Şeytandır.
Nabi, dindar görünen bir Zahid’in eline fırsat geçtiğinde yoldan çıkıp günah islemeye yönelmesi ile ilgili halini anlatırken, onların dindar gibi görünmelerine aldanılmaması gerektiğini söyler. Onların fırsat bulamadıkları zaman yoldan çıkmaya hazır olduklarını söyler. Anatole France de “Thais” isimli romanında bu konuyu işler, sanki buradan ilham almış gibi ve bu olayı Hristiyanlar arasında bir papaz üzerinden anlatır.
Değil mi ki, Allah (cc) insanları darlıkla ve bollukla, kimi zaman mallarını, canlarını sevdiklerini artırarak ve eksilterek imtihan edecektir. Öyle ya kimi zenginleşince sapıtır insanların, kimi yoksulluğa düştüğünde gerçek yüzünü gösterir. Belki mal sahibi olduğu zaman ikram gibi gözüken cömertliği, belki şöhret ve insanlar nezdinde itibar kazanmak, ya da haksız kazancını gizlemek içi n bir itibar konusudur onun için.”Perhîz-i mürâiyânı gerçek sanma İcrâ-yı fesâd itmege âlet bulamaz (Nâbî). Siyaset ve iş dünyasında, ya da bunlarla işi olanlar arasında bunlardan ne kadar çok insan vardır. Bu tiplerin asi olmadan evvel çok fazla ibadet ediyor olmalarına misal olarak Bel‘am bin Bâûrâ’nın Şeytanın peşine düşmesi güzel bir örnektir. Evet evet, kimse ilmine ve amellerine, şeyhine güvenmesin: Kimsenin kimseye hiçbir konuda yardım edemeyeceği bir gün var, annenin nefsi nefsi diye evladından kaçtığı o günde, geçmişteki ibadetine de güvenmesin, bakarsınız, Kefen soyucuların ya da Hz. Hamza’yı şehid edenin tevbesi kabul olmuştur.
Servet ve iktidarın sarhoşluğu diğer sarhoşluklardan pek farklı değildir. Sarhoşluk geçip ayıldığınızda, yediğiniz haltlar sebebi ile kaybettiklerinizin geri gelmeyeceğini gördüğünüzde son pişmanlık size fayda sağlamayacaktır. Hele o servet ve iktidarı kaybettiklerinde, önlerinden el bağlanan kişileri, başkasının önünde el bağlar hale düştüklerinde artık vakit çok geç olmuştur. O gün kendilerine gösterilen yakınlık ve saygı, aslında korku, makamın gölgesinde olmanın getirisine duyulan arzu ile ilgilidir. Bu saygıda vefadan eser yoktur. Hele öbür dünyada aleyhte şahidlik edecek olanlar onlar olacaktır.
Ahmet-i Dai ne diyordu, kendini “zamanın sultanı” gören, servet ve saltanatın gururu ile sarhoş olanlara: “Sultân-ı vakt isen demüni hoş geçür bugün Mağrûr olma saltanatun taht u tâcına”. Servet iktidarına mağrur olanlara Şeyhülislâm Yahyâ efendi şöyle der: da esas pehlivanlığın, Rüstemlik etmenin nefsi yenmek olduğunu bildirmiştir: “Hasm-ı Yahyâ kuvvet-i câhına magrûr olmasun / Merd ise nefsin zebûn itsün ki Rüstemlik budur”. “Su kasidesi”nin “Şikayetname”nin şairi Fuzûlî ise mal ve mülk ile gururlanmayı hakir görerek, buna tamah eddenleri uyarır. Ona göre kişi dindar bir kişi de olsa, ihtirasla altın ve gümüş toplamak sonunda insanı gurur ehli yapacaktır. Buna tapu toplamayı, hisse senedi toplamayı da ekleyebilirsiniz tabi. Bu beyit, “Selam verdim rüşvet değildür deyu almadılar” dediği bir zamanda yazılmıştır. O zaman Kanuni dönemidir.: “Çoh tefâhur kılma cem-i mâl ile ey hâce kim / Sîm ü zer cem’iyyeti ehl-i gurûr eyler seni”.
Abdülhamid’in 7 tarikatın postunda oturduğu anlatılır. Sultanlar ne zamanki zühd ve takva sahiplerinin postunu saraya serer, sarayın arka bahçesinde sultanın arkasında saf tutmaya başlarlar, “saray uleması” rolü üslenirler, Sultan’ın talebine uygun fetva vermeye başlarlarsa, bu ateş hem kendilerini, hem de o sarayı yakar. Korkarım Abdülhamid hanı yakan ateş, bugün de ona benzetilenleri yakacak! Abdülhamid’in atadığı kişiler, Alman, İngiliz, Fransız yanlısı Enver, Talat, Cemal paşalar, yan odadaki kız kardeşinin kocası Damat Mahmud Celaleddin Paşa, onun oğlu Prens Sabahaddin İngiltere’ye yakın isimler değil mi idi. Sarayın uzak tuttuğu isimler arasında Said-i Nursi, Mehmet Akif gibi isimler de vardı. Sonun Eba Müslim Horasaninin dediği oldu. Müslümanların halifesi, Selanik’e, bir Yahudi iş adamı olan, Şemsi Efendi’nin sahibi Alatini Efendi’nin evinde sürgüne ve mecburi iskana tabi tutuldu. Ah! Keşke tarihi, övgü ya da sövgü kitabı olarak değil, ibret dersi olarak okusak. Belki o zaman tekerrür etmez. Gazze günlerinde, İslam dünyasının sessizliğini düşünürken, sebep olarak burada anlatılan, şikâyet konusu edilen hastalıklarla nefsimiz hasta olmasın sakın.
Ya Rab, bizi affet. Şüphesiz ki, biz zalimlerden olduk!. Bağışlanma umudu ile nefsini gözden geçirenlere selam olsun. Bayramın ruhaniyetinin bizleri kuşatarak, yaşayan kur’an olarak mübarek kılması için dua ile.