Açlık grevleri ve idâm tartışmaları etrafında..

Selâhaddin Çakırgil

Bugünlerde iç-kamuoyunu epeyce meşgul eden konulardan birisi, açlık grevleri..

Açlık grevi, kişinin kendisine yönetim mekanizmalarınca, rejimler eliyle yapılan kötü muamelelere karşı direnecek başka bir gücü olmadığına veya en etkili silahın açlık grevi yaparak toplumun dikkatini çekmek düşüncesine bağlandığı zaman, zulüm ve baskı uygulayan rejimi kamuoyu önünde güç duruma düşürmek için, kendisini aç bırakmak suretiyle ölüme de götürebilecek bir eylem tarzıdır.

Hasmına, düşmanına karşı koyamayınca, kendisini ölüm tehlikesine atarak hedefine yaklaşmanın ve dâvasına dünyanın dikkatini çekmenin etkili bir yolu olduğu görülmüştür, açlık grevlerinin.. Çünkü, kişi, dâvası uğrunda, hiçbir şey yapamazsa, en azından bu yolla direnme kararlılığını göstermektedir.

Açlık grevlerinde, uzun süre devam ederse, ölümlerle veya kalıcı bünyevî tahribat ve çöküntülerle karşılaşıldığı bilinmektedir.

Açlık grevi yöntemiyle netice almak açısından en meşhur eylemin, İngiliz emperyalizmine karşı istiklal savaşı veren Hindistan halklarının seçkin ismi Mahatma Gandhi"nin birkaç zeytin tanesi ve su ile aylarca sürdürdüğü açlık grevi ve onun "satyagraha" diye isimlendirilen "pasif mukavemet" yöntemi olduğu söylenebilir.

*

Şimdi, yüzlerce kişi, iki ayı aşkın zamandır, cezaevlerinde açlık grevi yapmaktalar.. Bunların, PKK"nın direkt veya yan çalışma grupları içinde yer aldığı ileri sürülen veya bu yolda hüküm giyen ya da tutuklu olan kimseler olduğu biliniyor. Onları dışardan destekleyenlaer arasında bazı kişi veya çevreler de var ki, bunların başında PKK"nın siyasî arenadaki temsilcisi durumunda olan BDP"nin birkaç m.vekili bulunuyor.

Açlık grevi"ne başvuranların bu eylemi niçin yaptıkları, eylemin mantığının sağlıklı olup olmadığı açısından önemli..

Mahpuslara hapishanelerde yapılan baskılara son verilmesi, hapishane şartlarının düzeltilmesi gibi talebler ilk akla gelenlenler olur, genelde..

Bu talebler anlaşılabilir.

Hattâ, siyasî mahiyette olan mücadeleler açısından bakıldığında, "Anadilde savunma talebi" gibi konular da anlaşılabilir ve anlaşılmalıdır.

Çünkü, bir kimse, kendisini en iyi, anadiliyle savunabilir, duygularını, iç dünyasını en iyi, en ince şekilde anadiliyle ifade edebilir.

Bu açıdan bakıldığında, bu imkânın kanûnen zâten sağlandığını söyleyenler de vardır. Çünkü, mahkemede kullanılan resmî dili bilmeyen sanıklara tercüman mahkemelerce temin edilmektedir.. Ama, resmî dili bildiği halde, kendi anadilinde savunma yapmak isteyen ve hele de kendi etnik kimliğinin tanınması açısından siyasî ve ideolojik mücadele veren kimselerin kendi anadillerinin tanınması için böyle bir pasif mukavemet yolunu seçmeleri de anlaşılabilir..

Nitekim, üniversite eğitimini bile resmî dil ile görmüş olan ve ülkenin resmî dilini, en azından kendi anadili kadar ve hattâ ondan da mükemmel şekilde kimselerin, sanık olarak yargılandıkları mahkemelerde kendi anadilleriyle savunma yapmak istemelerinin temelinde, siyasî bir mücadeleyi farklı sahalarda da yürütmek niyeti gözlenebilir.. Ve bu da kişinin o mücadeledeki bir metod tercihi olarak yine anlaşılmalıdır..

Ki, bugün karşı karşıya bulunulan durumda, bir etnik unsurun ve onun kimliğinin aslî unsurlarından olan anadilinin 80 küsur yıl boyunca yok sayılmasına bir tepki geliştirilmek istendiği görülmelidir.

Bu, siyasî mücadelede benimsenen bir tercih meselesidir.. Ve mantığı da anlaşılmalıdır.. Çünkü, vatandaşından, itaat isteyen, vergi toplayan, asker olarak kanını, canını isteyen devlet, o vatandaşının bütün tabiî haklarını da tanımak zorundadır.

Bu noktaya kadar anormal bir durum yok..

Ama, herkes, istemediği bir durum karşısında açlık grevi yöntemine başvuracak olsa, tabiîdir ki, bu yöntemin de suyu çıkar ve ciddiyeti kalmaz. Ancak, taleblerin toplumun en azından belli bir kesiminde kabul edilebilir talebler olduğu kanaati olduğunda, bu zorlama yöntemi, istenmese de tercih edilebilir.

*

Ancak, bu son açlık grevleri eyleminde bir diğer nokta daha var ki, o da, A. Öcalan"a uygulandığı ileri sürülen tecride son verilmesi ve hapis cezasının da ev hapsine döndürülmesidir.

Öcalan, bir devlet yönetimine, bir rejime karşı kendisine göre haklı gördüğü, bulduğu kalkış noktalarıyla, silahlı bir mücadele başlatmış ve bu mücadele, 30 yıla yaklaşan bir süre boyunca devam etmektedir ve onbinlerce insanın ölümüne müncer olmuş ve Öcalan da 1999 yılında (tam da 29 Haziran günü, yani, hiç de tesadüfî olmayan bir şekilde, 1925"de M. Kemal rejimine karşı Diyarbakır ve çevresinde ayaklanmış olan sosyal kesimlerin lideri durumundaki Şeyh Saîd"in idâm edildiği günde) idâm cezasına mahkûm edilmiştir.

Ancak, Öcalan"ı Kenya"da yakalayıp, -dönemin T.C. Başbakanı Ecevit"in deyimiyle sebebini bile anlayamadıkları bir senaryo gereği-, Türkiye"ye teslim etmek isteyen B. Amerika, bunu, onun idâm edilmemesi şartına bağlamış ve T.C. Hükûmeti de bu dayatmacı şartı kabullenip, idâm cezalarını kaldırıp, bu cezayı "ağırlaştırılmış müebbed / ömür boyu hapis " cezasına dönüştürmüştür.

İşte bu noktanın haklılığı veya haksızlığı üzerinde konuşmanın bir mânâsı yoktur. Çünkü, burada verilmekte olan, bir sosyo-psikolojik mücadeledir..

Bir parmak ısırma yarışı.. T.C. rejimi ile, PKK arasında.. Erken pes eden, kaybedecektir..

Eğer, devlet denilen mekanizmanın başında bulunanlar bu dayatma ve kararlılık tablosu karşısında, zaafiyet gösterirse.. O zaman, bu karşılıklı güç denemesinden ortaya bir kaos çıkmaz mı? Çünkü, herkes bu gibi dayatmalarla, kanunları bertaraf edebilirse, bu durum, sosyal bünyedeki nice baskı gruplarının da güç denemesine girmesinin yolunu açar..

Daha ironik olan durum ise..

Hedefini gerçekleştirmek için, en olmayacak konularda bile, herkes bir açlık grevine başvuracak olursa, o zaman, ortaya nasıl bir karmaşık tablo çıkacağının da gözönüne alınması gereğidir.. Doğruluğu- eğriliği toplumun inanç kriterleri açısından tartışılsa bile, bir hukuk düzeninde, kesinleşmiş mahkeme hükümleri, zorlamalarla değiştirilebilir hâle getirilirse; o zaman sosyal hayatta, yargı hükümlerine veya kanun uygulamalarına karşı çıkmak isteyen her kesimin, bu parmak ısırma yarışını başlatmak isteyeceği ve bunun da içinden çıkılmaz bir kaos ve anarşiden başka bir şey getirmiyeceği açıktır.

Nitekim, bu son açlık grevi eylemlerine karşı mukabil bir eylem geliştirmek isteyen kesimlerin sesi de yükselmeye başlamış bulunuyor.

PKK ile mücadelede hayatlarını kaybeden askerlerin geride kalan ailelerinin de, Öcalan"a böyle bir ayrıcalık tanınmaması için, mukabil bir açlık grevi başlatacakları tehdidi gündeme gelmişi bulunuyor..

Konu, Temel ile Dursun"un fıkrasına benziyecek, bu durumda..

Hani, -hikaye bu ya- Temel ve Dursun birbirlerinin yakınlarını öldürürler.. İkisi de, idâma mahkûm olurlar..

İdâm edilmeden önce, son istekleri sorulur, mahkûmlara.. Dursun, ağlar ve "Anacuğumu görmek isterum, son arzum budur.." der..

"Tamam, onu hemen sağlarız.." denilir,

Aynı soru, Temel"e de sorulur, "Senin son isteğin nedir?" diye..

O da der ki, "Penum son isteğum da, Tursun"un anasinu görememesidur!"

Sahi, şimdi birileri Öcalan"ın cezasının hafifletilmesi veya tamamen kaldırılması talebiyle açlık grevi yaparken, bir başka sosyal kesim de, böyle bir şeyin yapılması ihtimalini bertaraf etmek için açlık grevi yapmaya kalkışırsa, sonu ne olur?

*

Bu noktada görülmesi gereken asıl nokta herhalde şu olmalıdır:

Bir etnik mücadele ve hattâ savaş sözkonusudur.

Yani, her bir müslümanın özü itibariyle haram bilmesi gereken bir savaş..

Ama, bu durum, asıl haksızlığı yapanın görülmesine engel olmamalı.. Haksızlık yapanla, o haksızlığa bir tepki koyanın aynı kefeye konulmaması gerekir.. T.C. rejiminin, halkımıza 80 kusür yıl boyunca uyguladığı baskı düzeninin, dayatmaların, devrim adına zorla boyun eğdirmelerin kamu vicdanını yansıttığı herhalde ileri sürülemez..

Siz, Anadolu coğrafyasında, bin yıla yakın zamandır müslüman kavimlerin ortaklaşa kurdukları sosyal düzeni, devleti tabiî raylarından saptırır ve onu sadece türk entisitesine dayalı sayarsanız..

Bunun karşılığında başka etnik unsurlar da bu durumdan rahatsız olacak ve bu konuyu tahrik konusu yapmak ve yarayı kaşımak isteyen şeytanî odaklar da devreye girecekti, elbette..

Çözüm, bugünkü kemalist-laik resmî ideolojiyi ve onun "ulus-devlet" oluşturmak şeklindeki iddiasını temelden reddedip terketmektedir.

Yapılması gereken, müslüman olan ve bu açıdan "tek milllet" sayılması gereken bütün etnik unsurlarla, -müslüman olmayıp da, müslümanlarla birlikte yaşamak istediklerini kabul eden, yani,- İslâm hukukuna göre zimmî statüsünde olanların eşit vatandaşlar olarak, yeniden ve geçmişte en azından bu açıdan asırlarca yaşadıkları barışçı ortama dönülmesidir.

Ama, bu da Birinci Dünya Savaşı sonunda, savaşın galibi olan emperyalistlerce Lozan"da dayatılan ilkelere aykırı olacağından, sadece "Reddediyoruz!" demekle bertaraf edilemiyecek kadar çetin bir iştir ve ağır bedeller ödemeyi ve inqılab / devrim çapında bir sosyal direniş ve kararlı bir mücadeleyi gerektirir.

Öldürme cezasına karşı çıkılacaksa, önce kaatiller..

Bu günlerde sıksa tartışılan konulardan birisi de îdâm..

İdâm cezaları hukuk sistemine yeniden dönsün mü, dönmesin mi?

İdâm, yok etmek demektir.. Hukuk dilinde ise, bir suçun karşılığı olarak verilen öldürme cezası için kullanılan bir ıstılahtır, terimdir.

Evet, idâm cezası olmamalı.. Ama, bu konuya önce kaatillerin başlaması şartıyle.. Çünkü, onlar da, nice can sahiblerini, kendi anlayışlarına, ölçülerine, göre, hattâ bazan hunharca, canavarca duygularla da öldürebiliyorlar, yok ediyorlar..

Hele küçücük çocukları en hayvanî duygularla lekeleyip, sonra da suçlarını gizlemek için onları öldürdükleri kesin olarak belgelenmiş olanlar için, başka nasıl bir ceza düşünülebilir? Kezâ, gelişi-güzel bombalamalarla, suikasdlerle, hedef bile gözetmeden, insanları yok eden, katleden kimselere, başka nasıl bir ceza verilebilir?

Ama, bunun dışında, "Benim gibi düşünmüyor, benim kurduğum siyasî mekanizmaya karşı çıkıyor, öyleyse onları yok etmeliyiz.." diye muhaliflerini yoketmekten meded uman yöneticilerin, diktatörlerin, despotların işlettikleri idâm mekanizmalarına elbette karşı çıkılmalıdır.. Üstelik, bu gibi iktidar muhalifliği veya fikir-ideoloji ihtilafı ve ayrılığı gibi gerekçelerle başvurulan yoketmelerin, öldürmelerin, idâmların ilkelliğinden, canavarlığından öteye; sağlıklı bir netice vermediğine de dünya tarihindeki nice acı örnekler tanıktır.

Bu gibi gerekçelerle, saltanat dönemlerinde hangi idâmların nasıl uygulandığını tartışmaya bile gerek yok.. Ama, adına Cumhûriyet denilen, yani halkın iradesinin hâkim olduğu ileri sürülen dönemde, başta İstiklâl Mahkemeleri olmak üzere, dârağaçlarının nasıl korkunç şekilde çalıştırıldığı, hattâ, sadece "İzmir Suikasdi" denilen ve mahiyeti tam olarak ortaya konulmamış olan ve planlaması gerçek kabul edilse bile, tasavvur merhalesinde, yani nâkıs - eksik teşebbüs derecesinde kalması dolayısiyle, düzinelerce insanın idâm olunduğu 1925-30"lar ve de 1960"daki Askerî Darbe sonrasında 10 yıllık Başbakan Adnan Menderes ve iki Bakan"ının dârağacına gönderildiği faşist yöntemler, siyasî dâvalara korkunç bir örnek olarak unutulmamalıdır. Bugün, 1923 rejiminin başından bu zamana kadar, rejimin korunması adına yapılmış olan idâmları, kemalistlerden, gözünü kan bürümüş bir avuçluk laik devrimcilerden başka kim savunabiliyor?

*

Elbette gözönünde bulundurulması gereken bir diğer nokta da şu ki, siyasî ve ideolojik mücadele için değil ama, silahlı mücadelelere giren ve başkalarını öldürmeyi kendilerine yöntem olarak seçenlerin, kendilerinin de öldürülebileceklerini taa baştan göze almış olmaları gerekir.

Müslüman halkımızın inanç ölçüsüne gelince..

İslam, "Kısas"da hayat olduğu" hükmünü bildirirken, hedefin hayatı korumak olduğunu, canın azizliğine ihtiram gösterilmesini telkın etmektedir. Ama, bir kaatil"e, İslam kanununa, şeriate göre kısas uygulanmasının ortaya çıktığı durumda bile, idâm hükmü verilenlerin affedilmesinin de daha hayırlı olacağını da kan sahiblerine hatırlatmaktadır..

*

O halde, idâm cezalarına karşı çıkılacaksa, bu işe önce "kaatil"lerin başlaması gerekir. Çünkü, öyle cinayetler var ki, öylesine pislik failleri idâmdan başka bir şey temizleyemez. Ama, o cinayetleri işleyenleri, o alçakça cinayetleri işleyenleri bile rejim, affedebiliyor. Halbuki, devlet kendisine karşı suç işleyenleri affedebilir, ama, ferdî suçlarda, kendisini kurbanın ve yakınlarının yerine koyarak, nasıl affedebilir?

*

Kamuoyunda siyasî ihtilaflar ve düşmanlıklar için de idâm talebi havasının oluşturulmak istenmesi bazılarına câzib gelse bile, sağlıklı neticeler vermiyeceği anlaşılmadır.

1960 öncesinde, İsmet Paşa"nın yanındaki ünlü Karadenizli siyasetçilerden Faik Ahmed Barutçu"nun hâtırâtında şöyle bir anekdot vardır:

Barutçu, İnönü"ye -özetle- der ki: "Paşam siz hep irticâdan sözediyor, ama komünizm tehlikesinden söz etmiyorsunuz ve biz de seçim kazanamıyoruz."

İnönü de der ki: "Aradaki farkı gözetmeniz gerekir. Bir komünisti idâm ederseniz, tarafdarlarını yıldırıp sindirebilirsiniz.. Ama, irtica tehlikesi böyle mi? Onları idâm ederseniz, onlar, o idâmla Hz. Peygamber"in yanında haşrolacaklarına inanırlar.. Yani, idâm etmekle onları mükâfatlandırmış olursunuz.. Onlarla mücadele zordur.. Bu tehlikeye, onun için devamlı dikkati çekmek istiyorum.."

Bu, mantığı çok da yabana atmamak gerek..

*

Tayyîb Erdoğan da, bu konudaki tartışmalara katılmakla, birilerine gözdağı vermeye mi çalışıyor; yoksa, gündemi kendi istediği şekilde yönlendirmek mi istiyor; kestirmek zor..

Ancaaak, siyasî mücadelelerde idâm cezalarının caydırıcı olduğu kabullenilse bile, mücadelenin daha da sertleşmesine ve tarih içinde intikam duygusunun sürekli hâle gelmesine yol açar. Bu bakımdan, gerçekleşmese bile, bu konunun tartışılması bile, "şüyûu vukûundan beterdir.." misali, siyasî havayı daha bir bunaltabilir..

O açıdan, âdi ve hunharca cinayetlerle sınırlı olarak konuşulsa bile, konunun siyasî tartışmalara da çekilmesine müsaid olması yüzünden, bu tartışmalardan kaçınmak, sosyo-politik atmosferin gerilmemesi açısından önemlidir.

haksöz