Dünyanın neresine giderseniz gidiniz, hangi din, dil, ırk ve mezhepten insan topluluğunun tecrübesine bakarsanız bakınız bütün çatışma bölgelerinde aynı şeyleri duyacak ve göreceksiniz. Çatışma ille de silahlı güçlerin çatışması anlamına da gelmiyor hiç şüphesiz. Çatışma denince fikir ayrılıklarını da kastediyoruz ki bunlar kas gücü üzerinden yürütülen savaşlardan kimi zaman daha derin ve daha çetrefilli olabiliyor. Daha uzun zaman sürüp sonuca ulaşımı da daha zor olabiliyor. Çünkü aktif silahlı çatışmalar olsa olsa belli bir zaman dilimini kapsıyor eninde sonunda bir galip ve mağlup ilan ediliyor, ödetilen bedellerin göz önünde canlı canlı ki belki de ölü demek daha doğru olur- görülmesi savaşta caydırıcı bir etken oluyor ve sonlandırılıyor. Fikir çatışmalarından kaynaklanan "savaşlar" öyle mi ya" değil. Onlar onyıllarca sürebiliyor, çatışmanın gün yüzüne çıkması en başta zaman istiyor, korku kalplerde öyle bir yer buluyor ki içten içe protesto kültürünü geliştirmeye itiyor yığınları. Bu arada da Stockholm sendromu diye adlandırılan cellatını sevme psikolojik bozukluğu da gelişiyor. Belli savunma mekanizmaları devreye sokuyor zihin ve çatışmadan belki başka yerde değil ama zihninde kaçıyor kaçıyor yakalanmamak üzere uzaklaşıyor. Kamusal alanda gün be gün belki o çatışmanın sebep sonuç ilişkileri çerçevesinde sonuçlarıyla başa çıkmak durumunda kalıyor ancak bir türlü gerçekle yüzleşme büyüklüğünü gösteremiyor çünkü bu cesaret istiyor. Çünkü bu belli bir olgunlaşma ve iç görü istiyor. Çünkü bu erdemlilik istiyor.
"Başörtüsü sorunu da artık fazla oldu, fazla oldu bu kızlar"" diye başlayan cümleler kurabilen kendi başörtüsü mağduru olarak üniversiteden ayrılmak zorunda kalmış olan orta yaşlı kadın da, gerdanını gere gere bilmiş bir eda ile "olmaz ki canım devletin kuralları var.." diye başörtülü kadının hak arayışına takoz koyan fis-kos masası müdavimi başörtülü kadın da bu bahsettiğim içselleştirilmiş eksiklilik psikolojisinin birer taşıyıcısı"
Oysa ki analitik becerilerin kullanıldığı doğru bir okuma başörtülü kadınları diğer vatandaşlar gibi eşit haklara sahip birer birey olarak görür ve başlarını inançları gereği örtme isteklerini dini inanç özgürlüğü çerçevesinde değerlendirir. Ve ancak mücadelelerine destek olur.
Merak ederim böyle bir zihin ikna odalarını nasıl görür mesela" İkna odalarının kurucularının kurdukları Cumhuriyetleştirme mekanizmasına sahip çıkmalarından başka bir şey beklenemez hiç şüphesiz. Pek memnundurular kurdukları gaz odalarından oysa ya diğerleri ne düşünürler bu odalar hakkında" sessiz kalanlar veya görmezden gelenler veya kızları bu odalardan geçenler yani".
Bakın bir İkna Odası"na yolu düşenlerden birinin duyguları" Diyor ki "Elbetteki bir bedeli oluyor bu tecrübenin. İçinde yaşarken tam olarak parmağınızı üstüne basamıyorsunuz. Şu anda "üniversite" denince bu kelimenin benim için çağrıştırdığı tek şey -ki bu bilginin edinildiği yer olmalı- benim için "karanlık".
Herkes üniversite yıllarına atıfla "ah keşke geriye gidebilsek" der, oysa ben sadece yasakla karartılmış karanlığı hatırlıyorum." (Gülsen Demirkol Özer, Psikolojik Bir İşkence Metodu Olarak İkna Odaları, sayfa 218)
Şimdi sorarım" bu bir nevi ruhlar için gaz odaları olarak tasvir edebileceğimiz İkna Odalarının kurucusuna nasıl olur da TBMM Eğitim Komisyonu"nda çocuklarımızın eğitiminin geleceği teslim edilir?.. Yaptıkları yapacaklarının teminatı değildirse nedir?..
yeniakit