Affınıza Mağruren...
Yeni Şafak çiçeği burnunda bir gazeteydi. Bir ikisi istisna, bugünkü yazar kadrosu o gün henüz yazmıyordu. O günkü patron Mahmut Bey yazmam için talepte bulunmuş, bu talebine de kolay kolay "hayır" diyemeyeceğim iki eskimez kardeşimi aracı kılmıştı. Üzerinden 12 yıl geçmiş olsa da, bugün gibi hatırlıyorum Hakan Albayrak ve Yusuf Ziya Cömert beylerin bu talebi iletmek için gelişlerini.
Yeni Şafak'ta yazma maceram böyle başladı. Köşe yazarlığım Yeni Şafak'tan çok önceki yıllara uzanıyor. İlk amatör köşe yazımın üzerinden 28 yıl, ilk profesyonel köşe yazımın üzerinden 16 yıl geçmiş.
Yazarlık kimisi için bir ekmek kapısı, kimisi için bir meslek, kimisi için bir zevk, kimisi için bir hobi, kimisi için bir dava, kimisi için bir aşk olabilir. Daha başka bazıları için bunların birkaçı, hepsi ya da hiçbiri de olabilir.
Benim için hep "sorumluluk" oldu yazı yazmak. Yunus ne güzel demiş: "Ya söylemeyim de ben öleyim mi?" İnsanın bazen "Bunu söylemezsem ölürüm" diyeceği durumlar olur. Gariptir ama bazı hakikatler vardır ki, insan onu söylemese de ölür, söylese de" Söylerse neden öleceği malum, peki, söylemezse neden ölür? Neden olacak, sorumluluk yüzünden.
Bilen bilir, bu yüzden kolay yazamam ben. Kolay yazanlara hep gıptayla bakmışımdır. Elbet bu tavrımın derinlerde yatan sebepleri var. Bazılarına garip gelebilir, ama bendeniz kelimelerin melekleri olduğunu düşünürüm. Dolayısıyla kelimelerin sahipsiz olmadıklarına inanırım. Onları nerede, nasıl ve niçin kullandığımızdan hesap vereceğimize inanırım.
Bu düşüncem beni, on yıldır üzerinde çalıştığım gerekçeli Kur'an mealini hazırlarken de terk etmedi. Kaynak dilin imkânlarını hedef dile yol kazasına uğratmadan taşıma kaygısıyla çeviri yaparken, önüme "nadir kelimeler" sorunu çıktı. Çeviride eşdeğerlilik gereği, nadir kelimelere nadir karşılıklar kuralına göre hareket etmeyi kendime bir yöntem olarak benimsedim.
Fakat bunun arkasında yatan asıl sebebi Allah biliyor. O da kelimelere canlı muamelesi yapmamdı. Kendi kendime şöyle dedim: Eğer kelimelere sorsaydık "Senin en büyük hayalin nedir, seni nerede kullanmamızı isterdin?" diye, bana öyle geliyor ki tüm kelimeler "En büyük hayalim gök sofrası olan ilahi vahyi Allah'tan insanlara taşıyan bir kap olmak" derlerdi. Dile gelseler, eminim böyle söylerlerdi.
Sözü uzatmadan yıllar yılı beraber olduğum siz değerli okurlarıma maruzatımı arz edeyim: Affınıza mağruren sizden izin istiyorum.
Bunun kısa vadeli gerekçesi, mealimin çok yoğun mesai isteyen hazırlıklarından başımı kaldıramamam. Doğrusu bu, insanın belini iki büklüm eden bir sorumluluk. Kaç kere pes edip yeniden döndüğümü ben bilirim. Eğer Kur'an'ın altın zincirinde mütevazı bir demirden halka olma arzusu benliğimi bu denli sarmasaydı, bu işten çoktan vazgeçmiştim.
Uzun vadeli gerekçesi, hummalı bir çalışma içinde olduğumuz "Kur'ânî Hayat" adlı bir dergi hazırlığı. Bu vesileyle duyurmuş olayım ki, bundan böyle yazma sorumluluğumu kısa değil daha uzun periyotlarla bu dergide yerine getirmeye çalışacağım.
Âlemlere rahmet olan "Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz!" diyor. Biz yazar olduğumuzu sanıyoruz. Ama asıl yazar Âlemlerin Rabbi. O hem varlığı yazıyor, hem yokluğu yazıyor. O, hem âlemleri yazıyor, hem âlemlere yazıyor. Âlemlerin kanununu da O yazıyor, iradenin kanununu da O yazıyor. Ve O'nun verdiği iradeyle sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi de yine O yazıyor.
Sürç-i lisan etmişizdir mutlaka. Bu köşenin sadık okurlarından helallik diliyorum. Yeni Şafak'a "Türkiye'nin birikimi" olarak çıktığı yolda, özellikle de içinden geçtiğimiz hassas ve tehlikeli zamanda istikamet üzre nice yıllar diliyorum. Bugüne kadar sözün gücünü, gücün sözüne ve sözcülerine karşı savundu. Bundan böyle de savunması için duacı olacağım.
Son söz Galib'in:
Âvâzeni bu cihanda Davud gibi sal
Bâki kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş!
Affınıza mağruren efendim"
yenişafak