Kimilerimiz için Keşmir, pahalı bir tekstil ürünü olan “Kashmir”den öte bir anlam taşımaz.
Keşmir deyince aklıma Filistin, Kıbrıs, Filipinler, Doğu Türkistan gelir. 70 yıldır burada kan ve gözyaşı akmakta.
Keşmir; Çin, Hindistan, Pakistan arasında insanlar eliyle bir cehenneme dönüştürülmüş. 800.000 Hint askeri ile bölge bir temerküz kampına dönüştürülmeye çalışılıyor sanki.
Buradan sanki şöyle bir sonuç çıkarılmamalı. Bugün, karşı tarafta Hindistan gözükse de sorunun ötesinde görünmeyen kriz baronları var.
Bakın, Batı için esasen emperyalist çıkarları başkalarının kan ve gözyaşlarının bir değeri yok.
Hindistan ve Pakistan Commonwealth üyesi mesela, neden İngiltere çözüm için elini taşın altına koymaz. Dünyanın jandarmalığına savunan ABD neden sorumluluk üstlenmez. Neden BM, AB ihlal edilen evrensel değerler konusunda bir irade ortaya koymaz!
Bunlar krizin örgütleyicileri oldukları halde demokrasi, insan hakları, ekoloji kelimelerini dillerinden düşürmüyorlar.
Bu kavramlar onlar için bir makyaj malzemesi, bir maske olmaktan öte bir anlam taşımıyor.
Biz gerçekten adalet, barış, özgürlük istiyor muyuz? Bakın bu krizi örgütleyenlerin kavram ve kurumları ile bu sorunu çözemeyiz.
Şunu hemen belirteyim ki, şeytanın varlığı günah işlememizin bahanesi değildir ve olamaz. Sorunu çözmek için kendi kavram ve kurumlarımıza, nebevi geleneğimize dönüşe mecburuz. Çözüm için merhametimiz öfkemizden, sevgimiz nefretimizden büyük olacak. Herkes için adalet isteyeceğiz. Bir kavme olan düşmanlığımız bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmeyecek! Bütün insanlığın hayrına olmayan bir çözüm önerisi bizim önerimiz olmayacak.
Irkçı söylemlerden uzak durmalıyız. Anahtar cümle şu: Haksızlık kimden gelirse gelsin kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana zalime karşı olacağız, zalim babamız da olsa, mazlum düşmanımız da olsa.
Birileri bu kriz bölgelerindeki varlığını bu krizlere borçlu. Kriz bitmesin de onlar da varlıklarını sürdürebilsinler.
Her tarafın, kendi halkının hoşuna gidecek sloganları ve duygulandıran, öfkelendiren, kışkırtıcı hikayeleri vardır. Ama tek gerçek bu değildir aslında. Fotoğrafın tamamını görmezsek bu veriler aldatıcı olabilir. Bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olan kalabalıkları harekete geçirerek aslında kitleler kaçtıklarını sandıkları şeye doğru koşarlar.
Sanırım çözüm arayışlarının önündeki en büyük engel de bu.
Büyük fotoğrafı görmek için biraz gerilere gitmemiz gerek. Pakistan’ı Hindistan’ı kim, niçin ayırdı. Hindularla Müslümanları birbirine düşürenler kimlerdi. Ahmedilik nasıl ortaya çıktı. Bangladeş’i, Pakistan’ı kim, niçin, nasıl ayırdı. Hindistan Babür Şahlığı idi. Hindistan’ı nasıl kaybettik. Çanakkale Savaşında Hind Hilafet Kurumu hakkında bilgimiz var mı? Ya da daha gerilere gidelim, Kanuni dönemi, Osmanlı-Hind Müslümanları tarihi hakkında bir bilgimiz var mı?
Her yerde birileri ile birtakım sorunlar yaşıyoruz. O zaman krizin kaynağı ve krizle mücadele konusunda yeniden düşünmemiz gerek.
SDE Ankara’da, konunun çok yönlü tartışıldığı “Keşmir krizi, barışa yönelik tehditler ve uluslararası toplumun rolü” konusu 2 gün süreyle konuşuldu. En azından bu konu bir şekilde gündeme geldi.
Şimdi ne yapalım. Doğu Türkistan ile ilgili olarak Çin’le, Keşmir ile ilgili olarak Hindistan’la, Çeçenistan ile ilgili olarak Rusya ile Kıbrıs’la ilgili olarak AB ile İsrail’le ilgili olarak ABD ve İngiltere’yle kavgaya mı tutuşmalıyız ya da ne yapmalıyız? Herhalde eli-kolu bağlı duramayız!.
Tek sorun bu toprakların aidiyetinden mi kaynaklanıyor. Peki Afganistan, Irak, Suriye ya da Yemen’deki trajediyi nasıl anlayacak, çözüm üreteceğiz?
1. Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı ve soğuk savaşın sonunda şekillenen sınır ve rejimler, iktidar yapılarını sorgulamadan bu işi nasıl çözeceğiz. Adalet için çözüm üreteceksek, biz kendimizden fedakârlık yapabilir miyiz?
Burada 8.5 milyon insan uluslararası çatışmaya feda edilmemeli. Bu sorun tek başına vicdani reflekslerle çözülemez. Mesela bütün kalıpları kırıp, herkesin inandığı gibi yaşadığı, düşündüğünü özgürce ifade edebildiği, katılımcı, çoğulcu, şeffaf bir “Büyük Hindistan” konfederasyonu kurulamaz mı? “Ortak bir kelime”ye gelelim. Hz. Peygamberin Mekke dönemindeki “Hılful Fudul”, “Medine Sözleşmesi”, Hz. Ömer’in “Kudüs Beyannamesi” ve “Millet Sistemi” aslında çözüm için model olabilir.
Fetih “kapıları açmak” demek. Farklılıklarımıza rağmen barış içinde bir arada yaşayabileceğimiz bir dünya inşa etmemiz gerek. Bu model Müslüman topluluklar, Müslüman-gayrimüslim topluluklar ve gayrimüslim topluluklar arası sorunların çözümünde bu kavram ve kurumlar anahtar rolü oynayacaktır.
Steril bir İslam toplumu ve devleti ütopyası bir yanılsamaydı. Nefsimize taht kurup oturan şeytan bizimle birlikte yolculuk eder. Yani steril bir toplum yoktur. Peygamber evinde sapkınlar olabileceği gibi, firavunun evinde erdemli insanlar olabilir. İnsanları ayıran din, mezhep, aile, cinsiyet, doğduğu toprak ya da zaman değil. Hak, hakikat ve erdeme yakınlık ve uzaklığıdır. Çözüm bu zeminde aranmalıdır. Barışa giden yolculuğumuzda bize yol gösteren rehber adalet, barış, özgürlük arayışı olmalıdır. Bu yolculukta, Taif’e giden yolda Hz. Peygamberin ayak izlerinde yürümeliyiz.
Unutmamak gerekir ki; Hindistan’daki Hinduizm bir kast inancına sahiptir ve kendi yurttaşlarını ayrımcılığa tabi tutarak terörize edebilmektedir. İşte bu sorun da bizim için önem taşımaktadır.
Hindistan’da faşist bir topluluk Keşmir’de adeta nükleer bir savaş için elinden geleni yapıyor. Kimileri de “uluslararası toplum” denilen birilerini göreve çağırıyor, BM’nin yaptırım ve barış gücünden söz ediyor.
Sorarım bu yöntem Filistin halkı için çözüm oldu mu?
Peki, kim, ne yapmalı? Bu soruyu biz sorup, cevabını bizim vermemiz gerek. Cevap yoksa çözüm de yok. O zaman olacakları bekleyin. Nükleer bir savaş mı? Evet krizi üretenler bunu istiyor. Çin ve Hint bölgesinde bir nükleer savaş.
Kim bilir, belki de Suriye’de beklenen kıyamet savaşı Asya’da başlayacaktır, eğer aklımızı başımıza almazsak.
Selâm ve dua ile.