Ülke şartlarında yaşayan insanımızın hüviyeti, alt ve üst olmak üzere iki ayrı kulvarda şekillenmektedir. Müslüman için üst kimliğinin üzerine, hiçbir aidiyet geçemez. Dokunulmazlığa sahip bu üst kimlik, elbette Müslümanlığımızdır.
Hac suresi 78. ayette, değiştirilme olasılığı bulunmayan bu kimliğimiz, yüce Allah tarafından şöyle tespit edilmiştir: “O Allah, bundan önceki kitaplarda da, bu Kur’ân’da da size Müslümanlar adını verdi ki, peygamber size şahit ve örnek olsun, siz de insanlara, şahit ve güzel örnek olasınız.”(Hac, 22/78)
Fussilet suresi 33. ayette ise şöyle buyrulur: “Allah’a davet eden, dürüst ve erdemli davranan ve “Elbette ben kayıtsız şartsız Allah’a teslim olanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?”(Fussilet, 41/33)
“Yakin (ölüm) sana gelinceye kadar, Rabbine kulluk et!”(Hicr, 15/99)
Ayetin sunduğu mesaj, rahatlık ve zorluk zamanlarında, şartlar ne olursa olsun, kulluğu sekteye uğratmamak gerektiğidir. Yaşadığı dönemin tuğyan eden günah ve hatalarından bunalarak münzevi olmayı seçmek, Müslüman kimliğin ve inkıtasız kulluk yolculuğunun hilafına bir davranış olacaktır. Bu tasavvur, geçmiş zamanlarda dağlara çıkmak, günümüzde ise evine çekilmek şeklinde kendini göstermektedir. Gittiği her mekânda kapitalist mantığın yansımalarıyla karşılaşan çağdaş Müslüman, yorulduğunu hissetse de geri adım atmayı düşünmeyecektir. İnsanlığa örnek olarak gönderilen hiç bir peygamber, yaşadıkları toplumun envai çeşit isyan ve küfürlerinden etkilenerek evrad-u ezkârla meşgul olmayı doğru bulmamış, hepsi de dışa dönük, toplumlarıyla iç içe bir hayat tarzını benimsemişlerdir.
Biz, zorluk dönemi Müslümanları, Allah’a olan bağlılığımızı güçlendirmek zorunda olduğumuzu bilmeliyiz. Bunun için evvela şu soruyu kendimize yöneltelim: “Bedenin, elbiselerin, kullandığın türlü eşyalar sana ait. Peki, sen kime aitsin?” Muhtemelen yanıtını bulmakta zorlanmayacak ve hemen “Allah’a aidim.” cevabıyla mukabelede bulunacaksınız. Ancak bilelim ki iş, bununla bitmiyor. Asıl önemli olan bu soyut iddiayı, müşahhas hale getirebilmektir.
Müslüman, Allah’a olan aidiyetini ispat etmek zorundadır. Bu ispatın yolu da, mensubiyetten geçmektedir. Mensubiyet, sadece sözle yürümeyen, talibinden fedakârlık, vefakârlık ve sabır isteyen bir yolun adıdır. Bu çetrefilli yolda ilerlerken, daima bir sınanma atmosferinde olunacaktır. Müntesip, mensubiyet serüveninde bir kötülükten iyiliğe geçiş yapacağı her an, Rasulûllah (sav)’in Mekke’den Medine’ye hicretlerini anımsamalıdır. Böylece, bu yolculukta zaman zaman peşine Süraka’ların takılmasını, silahlı düşmanlar tarafından yakalanma riski bulunmasını normal karşılayacaktır.
Unutmayalım ki Müslüman, bir tek kişiyken, aidiyetiyle binler olmanın ve“Kim (Allah huzuruna) iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır.”(En’am, 6/160) Beyan-ı İlahi’sinin talibi olarak hayatını sürdürür.
Neticede, aidiyet şuurunun niçin önemli olduğu tek bir cümle ile özetlenebilir: Hayata hâkim olmak için. Hayatın mahkûmu mu, yoksa hâkimi mi olmak istediğine karar veren insan, sağlıklı bir tahlilin ardından, mensubiyetin ehemmiyetini kavrayacaktır. Mensubiyet, kişiye hayatını yaşarken yalnızca Yüce Allah’ın huzurunda/emirleri karşısında başını eğmesi gerektiğini öğretir. Vesselam...
yeniakit