"Ailesiz Fertler Aslında Yaşayan Cesetler Gibidir"

Aile içi şiddeti düşürmek iddiası ile yola çıkan uygulamaların hayata geçirildiği ülkelerde şiddet ve taciz düşmüyor, aksine artıyor!..

Aile Nereye! / Abdurrahman Dilipak / Yeni Akit

Bakın, sokağa çıkıp dolaşıyor musunuz, esnafla oturup konuşuyor musunuz, cami avlusunda insanlar ne konuşuyorlar, kulak veriyor musunuz!?. Halkın sorularına cevap veremiyorsanız ağzınızla kuş tutsanız bir karşılığı yok. Dün İstanbul Sözleşmesinin yürürlüğe girdiği 1 Ağustos 2014 tarihinin 5. yıldönümü idi. Resmi ağızlardan beklenen ses duyulmadı. Eleştirinin hedefindeki kişi ve kuruluşlardan ses yok..

Oligarklara, faiz lobisine meydan okumak” güzel de, global çetenin dayattığı bu aile ifsadına yönelik operasyona karşı niye bir ilerleme sağlayamıyoruz! Tamam S400 kararı da güzel, Malezya ve Pakistan’la birlikte bu 3’lünün yapacağı çok güzel işler de var, ama bu yaradaki kanamayı durduramaz isek, bunların fazla bir değeri kalmayacak. Aileye ateş düşmüşse, kimsenin gözü başka bir şey görmeyecek. Tam adı, “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlemesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” uygulandığı ülkelerde kadına şiddeti azaltmak yerine aileyi dağıtıp, toplumu “çocuksuz birliktelik/partnerlik” modellerine yönlendirerek şiddeti artırdı. Bu sözleşme vd, yasa, yönetmelik, genelgelerin vakit kaybetmeden kaldırılması gerek. Bu sorun, tek başına AK Parti’nin geleceği için son derece tehlikeli bir durum.

Bu sözleşme ve aileyi bitiren diğer bileşenleri, CEDAW, 6284, Medeni Kanun’daki uygulamalar sonucu tehlikeli bir yere doğru adeta sürükleniyoruz. Model alınan, taklit edilen, peşinden gittiğimiz Avrupa’nın pek çok ülkesinde aile dışında, babasız dünyaya gelen çocuk oranları %60’ların üzerine çıktı (İzlanda %70, Bulgaristan %59, Fransa %65). Oluşturulan korku atmosferi ve kadın ile erkeğin yeni kodlanma biçimleri nedeniyle gençleri, özellikle erkekleri evlenmeye razı etmek neredeyse imkânsız denebilecek bir duruma geldi. Bu konuda yapılan açıklamalarda da ifade edildiği gibi, “İskandinav ülkelerinde erkeklerin ilk evlilik yaş ortalaması 37’yi bulurken, kadınların ilk evlilik yaş ortalaması 34’lere çıktı. Aynı oran İspanya’da erkekler için 35, kadınlar için 34 yaşına dayandı. Garip bir şekilde ilk evlilik yaşı yükselirken, kadınların menopoza girme yaşları düşmektedir. Dolayısı ile kadınların hiç evlenemeyecekleri veya evlenirlerse, evliliğin doğurganlık sonrası döneme kalacağı bir zamana doğru gidiliyor. Bu durumda 3 çocuk hedefi de artık sadece bir hayal olarak kalma riski taşımaktadır. Zaten yaygın sezaryen uygulaması, gıda, ilaç, kozmetik, giyim ve sportif faaliyetler, media üzerinden yapılan propaganda, bilişim teknolojilerinin yaydığı radyasyon sebebi ile özellikle kadınlar dolaylı yoldan kısırlaştırılmaktadır.

Diğer tarafta, aile içi şiddeti düşürmek iddiası ile yola çıkan uygulamaların hayata geçirildiği ülkelerde şiddet ve taciz düşmüyor, aksine artıyor!.. Bu anlamda aile içi şiddetin en çok rastlandığı ülkelerin başında %52 ile Danimarka, %47 ile İsveç ve Finlandiya, %44’le Fransa geliyor. İsveç’in dünyanın en yüksek tecavüz oranına sahip ülke olmasını eleştiren İngiltere Bağımsızlık Partisinin eski lideri Nigel Farage, İsveç kenti Malmö’yü “tecavüz başkenti” olarak isimlendirdi.  Ve “Doğu Avrupa’da 15 yaş üstü kızların %70’i şiddet veya cinsel tacize uğruyor” dedi.

AB’ye bağlı ülkelerde ortalama her 20 kadından 1’i tecavüze uğruyor, her üç kadından biri, 15 yaşından itibaren fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalıyor. AB’de her yıl 15 yaş altı yaklaşık bin çocuk cinayete kurban gidiyor. Her 7 dakikada, bir genç şiddet sonucu öldürülüyor. Aynı şekilde tüm dünyadaki çocuk istismarı görüntülerinin neredeyse yarısı Hollanda sitelerinden, %60’ı Avrupa’dan internete yükleniyor. IWF, Hollanda’nın “çocuk istismarı için suç cenneti” haline geldiği uyarısında bulunuyor. Batı, kendi “aile” yapısının dağılması ile sokaklara mahkûm olan insanları 2. Dünya Savaşı yıllarında edindiği tecrübeyle toplama kamplarına yığıyor: Yaşlıları huzurevlerine, özürlüleri bakım evlerine, kadınları sığınma evlerine, evsiz fakirleri sokaklara, sahipsiz çocukları sevgi evlerine, işsiz güçsüzleri cezaevlerine, alkol ve uyuşturucu bağımlılarını rehabilitasyon merkezlerine, hastaları hastanelere, geri kalanları psikiyatri kliniklerine. Bugün batıda 5 kişilik bir ailede en az bir kişi uyuşturucu kullanıyor ya da alkolik. Beş kişilik bir ailede en az bir kişi lezbiyen, homoseksüel, biseksüel ve ensest ilişkiye kadar varan sapkınlık içinde. Beş kişide bir kişi psikolojik destek almadan kendini yönetemiyor. Beş kişilik bir ailede en az bir kişi en az bir defa intihar teşebbüsünde bulunmuş. Beş kişide bir kişi engelli. Kılavuzu AB olanların varacağı yer burasıdır.”

Dün yapılan açıklamalarda ortaya konulan gerçekler ortada: Türkiye’de de süreç, gidişatın aynı yöne olduğunun işaretini veriyor. 2009’da öldürülen kadın sayısı 171 iken, 2013’te 237, 2018’de 440 oldu. 2012 yılında kadınlardan gelen korunma talebi 44.461 iken, 2017’de rakam 207.233’e yükseldi. Yani, İstanbul Sözleşmesi imzalandıktan sonra kadına şiddette dikkat çekici bir artış gözlemleniyor. 2005 yılında 641.241 olan evlilik sayısı 2018 yılında 553 bin 202 düşerken boşanma sayısı 95.895’ten 142.448’e yükseldi. 2011 yılında uyuşturucudan 105 kişi ölürken, 2017’de 941’e yükseldi. Bu sese, bu çağrıya kulak vermek gerek: Evet “Kapitalizmin taşeronu feminist örgütler“, “kadınlar haklarını öğrenip, haklarını talep etme cesareti buldukça adliyeye yansıyan vak’a da artıyor. Rakamların yükselmesi sağlıklı bir işaret” diye açıklıyorlar. 1990 yılında Birleşmiş Milletlerde yapmış olduğu konuşmada Ariel Hoekman’ın ifade ettiği “Boşanma ve artan gayri meşru çocuk sayısı insan haklarının zaferidir” şeklindeki hastalıklı fikriyatın iz düşümü olan bu düşünce bizzat şiddetin yükselmesinden besleniyor ve meşruiyetini sağlıyor. Eğer bu iddianın mantığı doğru ise şiddet rakamlarını artırmada büyük katkı sunan tecavüzcü, dayakçı ve katilleri tebrik ederek; “Aman ne güzel, kadınların haklarını aramalarına yardımcı oluyor, dava sayısını artırıyorsunuz” diye kutlamak gerekecektir. Hâlbuki bu kanunlar çatışmacı feminist dili de yedeğine alarak erkeği kadına, kadını erkeğe hatta kadını kadına, gelini kaynanaya, erkeği erkeğe düşman kılmakta; insanları bir arada yaşayamaz, birbirini idare edemez bir hale getirerek dengesini kaybetmiş psikolojisi bozuk biri ruh haline zorlamakta; onları köpeklerinden başka kimse ile beraber olamayan yalnızlara dönüştürmektedir. Bu sözleşme ve bağlı uygulamalarını, 1839’dan beri süregiden sömürgeci emperyal projenin tepeden toplumumuza dayatılması olarak görülüyor. Toplum bu dayatma, komplo ve saldırıya karşı bir meydan okuma bekliyor.. Kötü olan, modernleşme ve çağdaşlaşma (Asrilik) adı altında birkaç asırdır yaşadığımız tecrübenin yeni bir versiyonu olarak içimizden bu projeye gönüllü olanların çıkması; aileyi, erkeği, kadını ve çocuğu tahrip ettikçe evrensel (seküler) dünyaya adapte olduğumuzu zannederek bunu bir başarı olarak kabullenmeleridir. Daha şimdiden, bu projelerin başladığı yıllardaki cinayet, şiddet, tecavüz, saldırı, uyuşturucu / alkol / ilaç bağımlısı, sokak çocuğu, sokağa terk edilmiş bebek/yaşlı/özürlü, yalnız yaşayan oranlarını bir daha görmemiz bile hayal haline geldi. Hiç değilse mevcut oranları koruyabilmek için bu sözleşme ve uygulamalarının toplumdaki tahribatını durdurabilmek lazım. Değilse şu anımızı bile çok arayacağımızı söylemek büyük bir kehanet değil. Evet bu sözleşme, Devlet, anayasa ve yasaların varlık ve meşruiyet sebeblerine aykırıdır ve bir an evvel değiştirilmelidir. En son Ermenistan’da da kilise bu sözleşmenin iptali için mahkemeye başvurmuştur. Bu sorun giderek sadece dini bir hassasiyete dayalı refleks olmaktan çıkıp, aile, ahlak gibi değerleri savunan evrensel bir vicdan hareketine dönüşmektedir. Sözleşme, insanın kimlik ve kişilik kazandığı aileye karşı adeta Şeytani bir tuzak şeklinde bir komplo olarak algılanmaya başlamıştır. Yanlışın neresinden dönülürse kardır. Her gün yara daha derinleşmekte ve yayılmaktadır. Şüphesiz bu yeryüzünü fesada verenlerin emellerine alet olanlar için bir de din gününün hesabı vardır. “Bir kişiyi dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir. Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” Ailesiz fertler aslında yaşayan cesetler gibidir. Zira, “Nefes alıp vermekle canlı mı sayılır sanki şerir, demirci körüğü de nefes alır ve verir”. Bu sorun, FETÖ ve PKK’dan daha hafif bir sorun değil. Aile ocağına ateş düşmüşse kimseye bir şey anlatamazsınız. Selâm ve dua ile.

Medya-Makale Haberleri

Abdurrahman Dilipak: Bize yalan Söylediler
Mücahit Gültekin: Suriye Tartışmaları, "Kökü Dışarıda Olmak" Söylemi ve Politik Hafıza Üzerine
Abdurrahman Dilipak: Suriye İsrail’le karşı karşıya gelirse!
Abdurrahman Dilipak: Suriye’deki halk devrimine nasıl bakıyorum
Abdurrahman Dilipak: Allah’a ve ahiret gününe inanmak!