Derin Gerçekler
Demir almak günü gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Herşey olacağına varır. Su testisi su yolunda kırılır. Gideceği yeri bilmeyen kaptanların da o geminin yolcularının da vay haline. Onlara hiçbir söz ve rüzgar fayda sağlamaz. Bazan insanların gözleri, kulakları mühürlenir de gözleri var görmez, kulakları var duymaz olurlar. Aslında kurtuluşları; görmek, duymak istemedikleri şeyde-yerde gizlidir. Ama bilmezler, çünkü bilmek istemezler. Ve bunun sonucu kaçmaya çalıştıkları şeye doğru koşarlar.
Şeytan kimilerini Allah’la, kimilerini liderleri, örgütleri, şeyhleri, ihtirasla istedikleri şeyler ile, aşkları ile kimilerini de korkularıyla kandırır. Şeytan’ın vaadleri onların nefislerine hoş gelir. Anlatsan da anlatmasan da bir şey değişmez onlar için. Ama yine de ben anlatmaktan yanayım, görevimizi yapmak için. Biz davetimizi yineleyelim. Belki bu onların öfkelerini artıracaktır bu arada. Bu da onların sorunu. Bu tavırları onlar için azaplarını artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Keşke akletseler. Bizim medeniyetimiz, kişiyi önce nefsi ile hesaplaşmaya çağırır. Başkalarına öğüt verip eleştirdiğimiz konularda kendi içimizde yapıp durduklarımız konusunda bizi uyarır. Dinimiz onları kınar. Atalarımız bunu ''kendi gözündeki merteği görmeden başkalarının gözünde çöp arama'' olarak değerlendirir. Hele sureti haktan gözüküp insanları aldatanlara gelince, onlar başkalarına telkin verirken, kendileri salkımı götürenlere benzetilir. Evet, “onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât, bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde.“ Ziya paşa bunu 1859 de yazmış. Bu yeni bir hadise değil. Fuzuli, “selam verdim rüşvet değuldur deyü almadılar” diye “Şikayetname”sini yazdığında Osmanlı en parlak dönemlerini yaşıyordu, Kanuni döneminde, 1534 gibi. Yani bu hikaye de kökü mazide, ama inşallah atiye sirayet etmez.
Akif 1913’de ne diyordu:
Âti’yi karanlık görerek azmi bırakmak... / Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâ’da inanmam, hani görsem de gözümle. / İmân’ı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.' / Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? / Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Ah Akif ah! O, 1912 de kaleme aldığı Süleymaniye Kürsüsü’nden şiirinde ne diyordu, meşrutiyenin ilk günlerini anlatırken: (Böyle gelmiş, böyle gider demeyin siz de, haksızlıklara kötü kişilere, işlere LA deyin, haksızlıklar karşısında susarsanız ne olacağını, ne olacağınızı biliyorsunuz. Susmayın ve bilin ki sustukça sıra size gelecek. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, Haklıdan yana zalime kaşı olur. Zalim babanız da olsa, mazlum düşmanınızda olsa. Ve sakının “bir kavme olan düşmanlığınız sizi onlar hakkında adaletsizliğe sevketmesin”. Haklı olmak sizi haksızlığa sevketmesin. Güzel söz ve hikmetle insanları Hakka ve hayra çağırın.)
“Bir de İstanbul’a geldim ki: bütün çarşı, pazar / Na’radan çalkanıyor! Öyle ya... Hürriyyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... Doğru: / Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının; / Kafalar tütsülü hülyâ ile, gözler kızgın.
Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden, / Yıkıvermiş de tımarhâneyi çıkmış birden!
Zurnalar şehrin ahâlisini takmış peşine; / Yedisinden tutarak tâ dayanın yetmişine!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli; / En ağır başlısının bir zili eksik belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük. / Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak.../ -Yaşasın! / -Kim yaşasın? / -Ömrü olan. -Şak! Şak! Şak!
Ne devâirde hükûmet, ne ahâlîde bir iş! / Ne sanâyi’, ne maârif, ne alış var, ne veriş.
Çamlıbel sanki şehir: Zabıta yok, râbıta yok; / Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vâsıta yok.
(…) Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan... / Sahneden sahneye koşmakta bütün şâkirdan.
(…) Dalkavuk devri değil, eski kasâid yerine, / Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!
Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete, / Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete.
İt yetiştirmek için toprağı gâyet münbit / Bularak fuhuş ekiyor salma gezen bir sürü it!
Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor, / Nesl-i hâzır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor!
Kadın, erkek koşuyor borç ederek Avrupa’ya / Sapa düşmekte sizin şıklara, zannım, Asya!
Hakk’a tefvîz ile üç tâne yetişmiş kızını; / Taşıyanlar bile varmış buradan baldızını,
Analık ilmi için Paris’e, yüksünmeyerek... / Yük ağır, ecri de nisbetle azîm olsa gerek!
Haydi Avrupa’ya, sömürge mirasından arta kalan şeylerden belki birilerine de bir şeyler düşer. Avrupa kapısında devletçe yarım asır beklemek yetmez, bir asır bekleriz bu gidişle icabında. Nasıl olsa NATO’ya üyeyiz, ucuz asker olacağız ya işte böyle. Alkış, daha gür, milletçe!?.. Sahi, alkışlamayı, alkışlanmayı ne kadar da çok seviyoruz. İnsanların nefsine hoş gelen, onu gururlandırılan, yüzüne karşı övülenler hakkında Resulullah ne diyordu, bir hatırlayın.
Tarih desen birinin övdüğüne öteki sövüyor. Tarih övgü ya da sövgü kitabı değildir. Bir toplumun tecrübeler birikimi ve ortak hafızasıdır. Tarihte yaşanan yanlışlar bile bir değerdir, onu tekrarlamamak ve aynı çukura düşmemek için bir ikaz değeri taşır. Onun için Timur “benim yaşamak zorunda kaldığım talihsiz olaylar ve başarılarım, benden sonrakiler için baht kaynağı olsun” der. Tarih bu anlamda her yönü ile herkes için bir ibret dersidir. Yoksa tanıkları ve sanıkları kaybolmuş davaların kavga sebebi değil. Ve de “babalar koruk yediklerinde çocuklarının dişleri kamaşmaz.” Hükümetlerin suçu halka, babaların suçu çocuklara ya da çocuklarının suçu babalara yüklenmez. Hal desen övünmekten ve dövünmekten yorulmadık gitti, kurtarıcılardan, hainlerden, kahramanlardan geçilmiyor. Gelecek tasavvuru desen, birbirinden vatanı kurtarmaya yemin etmiş, bu uğurda can vermeye hazır, öl de ölelim, vur de vuralım diye slogan atan kalabalıklar. Hani bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibi idi, bir insanı dirilten bütün insanları diriltmiş gibi idi. Maide 32’de ne deniyordu: “Bunun için İsrailoğullarına şöyle yazdık: ‘Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur’. And olsun ki, onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi, sonra buna rağmen, onların çoğu yeryüzünde taşkınlık edenler oldu.”
Hadi bugün kendi nefsimizi, bizden olan, çevremizde olanları işlerini ve sözlerini gözden geçirelim. Bir “nefs muhasebesi” yapalım. “Nefs-i emmaremiz” gözümüzü kör etmesin, korkularımızdan ve ihtiraslarımızdan sıyrılıp, bizden olan ve olmayanların kötü söz ve işlerin uzaklaşalım. Kendi nefsimizdeki yanlışlardan da tevbe edelim. Başkalarına karşı güzel örnek olalım, onları güzel ve hikmetle hayra ve hakk'a çağıralım.
Yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz öyle şeyler var ki, Akif’in deyişi ile «Medeniyet» denilen vahşete ''lânet” gerekir. “Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım: / Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım..” diye başlayan şiiriyle yazımızı noktalayalım mı?
Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük / Bir cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük!
(…) Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! / Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb'in o hayasız yüzüne! / Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahlûku görün: / Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!
Selam, gayret, sabır, sebat, cesaret ve dua ile.