Benim gibi 75’inde olanlara ‘Evde kal..’ demekle yetinilmedi, belki bazılarının kendi iradelerini kullanamayacağı düşünülerek bir de ‘sokağa çıkış’ yasağı getirildi.
İşin doğrusu, bu yasak, kendi ihtiyarımla hareket etme irademi, kendi hür kararımla hareket etmeyi elimden aldığı için, inadına dışarı çıkmak ister ve, kendimi kendi irademle tehlikeye atmaktan dolayı, varlığımın asıl sahibi olan Hâlîq-ı Zülcelâl karşısındaki sorumluluğumu kabul ederek bunu belki yapabilirdim.
Ama, benim bu iradî ısrarımın, sadece kendimi değil, başkalarını da tehlikeye atacağı düşüncesi beynimi zonklatmalı değil mi? O halde, bu inadımda devam edebilir miyim? Kişinin kendini sınırlandırması erdemi’nden nasibsiz mi kalmalıyım?
O halde, yaşıtlarım arasında sıkça duyulan, ‘Bu zamana kadar, nasıl olsa yaşadık, battı balık yan gider.. Dünyaya kazık çakacak değiliz ya, ölüm geldiyse, hoş geldi.. Biz tevekkül ehliyiz.. Allah’dan gelene teslim oluruz..’ gibi sözlerde haklılık payı var mıdır?
Hele de, bazılarının, ‘Biz unumuzu elemiş, eleğimizi duvara asmışız.. Biz tevekkül ehliyiz..’ demeleri yok mu? Elbette, ‘tevekkül’ manevî açıdan güçlü olmaya vesile olur; ama,yanlış bir ‘tevekkül’ anlayışı, insana temelsiz, boş bir manevî direnç zannı verip, bir iğne ucunun dokunmasıyla patlayıveren balon durumu ortaya çıkmaz mı?
Evet, abartılı korku insanı sonunda ‘evham’a götürür, ama, ‘Amaaan, boşver, olacak olan olur..’ denilmesi bizi hem Allah huzûrunda ve hem de insanlar karşısında sorumlu duruma düşürmez mi ve başkalarının yaşama haklarına gizli bomba yerleştirmek sûretiyle, ‘kul hakkı’na girmiş olmaz mıyız?
*
Böyleyken, nicelerinin, ‘şer’an ve aklen alınması gerekli bütün tedbirleri aldıktan sonra, bir işin gerisinin, hayırlı olması dileğiyle, Allah’a havale edilmesi..’ demek olan ‘tevekkül’ü, yanlış bir ‘kaderci/ fatalist’ anlayış şeklinde sanmaları insanı hayrete düşürüyor. Ve nice insanlar kendilerinin sağlıklı olduklarını yeterli görüyorlar ve sağlıklı iken de bir virüs ‘taşıyıcı’sı/ porteur’ü durumunda olabileceklerini akıllarının kenarından bile geçirmeyip; insanlar ve Allah karşısındaki sorumluluklarını ıskalıyorlar.
*
Bu satırları yazarken, dün, bir taraftan da, TRT Haber’de, psikolog-eğitimci yazar Prof. Ü. Gökmen, ‘halkımızın uzmanların görüşlerine itibar etmediği ve pozitif bilimlerin verilerini esas almadığı’ndan yakındığı konuşmasını dinliyordum. O sözlerine yanlış da denilmeyebilir, ama, onun, pozitif bilimler dediği tecrübî ilimlerle donanmış nesillerin bu zamana kadar bu topluma büyük çapta güven vermeyişinde ve resmî hayatta ve hele de eğitimde 100 yıla yakın zamandır tahakkümünü sürdüren materyalist-laik resmî ideolojinin istikametinde, halkın manevî dünyasına iğreti bakmasının da etkili olduğunu düşünmesini isterdim.
Evet, katı ve donuk bir yabancı ideolojilerle sarmalanarak halka sunulan resmî ideolojinin halkımıza bir şey verememesinin temelinde, verilen bunca eğitimlerin, insanların ruhlarını, enerjilerini besleyememiş olması da yatıyor değil midir?
Pozitif bilimlerin ve materyalist düşüncenin oldukça etkili olduğu kabul edilen başka dünyalarda; ‘Coronavirus’ pandemisi karşısında, Amerika’da veya diğer coğrafyalarda, yeni nesillerin, ‘Biz eğlencelerimizden vazgeçemeyiz, ne olacaksa olur..’ dediklerini; Yunanistan’da Pazar âyinlerine kapanan kiliselerin açılması için imza kampanyası açıldığını; İsviçre’de, şehirlerini kutsaması için, helikoptere bindirilip şehrin üzerinde uçurulan bir kardinale dua ettirildiğini; İtalya’da, bazı şehirlerin caddelerinin papazlarca ‘okunmuş su’larla manevî dezenfektasyondan geçirildiğini bu eğitimci Prof.’umuz görmemiş miydi?
*
Prof. Gökmen, bu arada bir ünlü ses sanatçısı olan Ahmed Özhan’ın bir tv. proğramında söylediği sözleri de eleştiriyordu bu arada.. O proğramı ben de izlemiştim. A. Özhan, ‘Ben ilme değil, irfana itibar ederim’ diyordu, özetle... Çünkü, ilmin ahlâkı yoktur. İrfan ise, bilginin, ilmin ahlâkla kuşanmasıdır. Nitekim, nükleer fizikçiler atom gücünü buldular ama, onun atom bombası yapımında kullanılması veya insanlığın hizmetinde başka alanlarda kullanılmasını o mûcidlerin işi değildi. O işi hikmet ve irfan erbâbı bilebilirdi. İrfan, pozitif- tecrübî ilimleri red değil, onların ahlâk ve hikmetle kuşatılmasıdır. Ve, irfan ve hikmetin başı da Allah inancına sahib olmaktan ve Allah korkusundan geçer. Ama, anlaşılan, Prof.’umuz irfan’akendi pozitivist bakış açısına göre çok farklı bir mânâveriyordu.
Hatırlayalım, Hiroşima’ya Agustos-1945’de ilk atom bombasını atıp bir anda 100 binden fazla sivil insanın kavrulmasında ‘kullanılan’ Amerikalı pilot, 30 yıl daha yaşamış ve ömrünün son demlerinde, ‘Pişman olup olmadığı’sorulduğunda, yaşanan o büyük faciadaki büyük payına rağmen, ‘Bugün olsa yine atarım..’ diyecek kadar korkunç bir gaddarlık sergilemişti.
*
Halkımız itimad ettiği kendi insanı eliyle aydınlanmak ister
Bu vesileyle bir konuya da dikkat çekmekte fayda var.. Halkımıza liderlik yapmak durumunda olanlara, halkın ne kadar itibar ettiği, bu son denemede de görülmelidir. Tayyib Erdoğan’ı birileri eleştirebilir veya beğenmeyebilir. Kimse kimseyi sevmeye zorlanamaz.
Ama, Tayyib Erdoğan’ın 15 Temmuz 2016 gecesi, bir Askerî Darbe Hıyaneti karşısında, halkı bir davet etmesiyle o şeytanî planın nasıl bozulduğu görüldüğünü daha sonraları niceleri, sadece halkın askerî darbeye karşı olmasıyla izah etmeye kalkışmştı. Elbette o da vardı, ama, halkımız, itimad ettiği liderini bulmuş ve onun işaretiyle o büyük fitne ateşini öyle söndürmüştü. Ama, mesele sadece askerî darbeye karşı çıkmak değildi, halk inandığı, güvendiği, itimad ettiği bir liderin çağrısına koşmuştu.
*
Bunu son ‘Coronavirus’ salgını karşısında, iki ay öncesinden beri hemen tedbirleri alan ve aldırtan Erdoğan’ın, nihayet, geçen hafta da Cuma ve cemaat namazlarının kılınmamasını istemesinde de gördük. Müslüman halk, bu uygulama, inanmadığı, itimad etmediği bir siyasî liderin yönetiminde yapılmak istenseydi, böylesine problemsiz, yaygın ve etkin şekilde gerçekleştirilebilir miydi? Çünkü, orada halkın kendisiyle aynı inancı paylaşan bir yöneticinin düzenlemesine olan itimadı sözkonusuydu. Materyalist-laik kesimler, bunun ne mânâya geldiğini anlayamazlar.
Yani büyük kitlelerin kalbî değerlerine hitab etmek ve sessizliğin sesini dinlemektir, asıl mesele.. Çünkü, sen ne söylersen söyle, önemli olan karşındakinin ne anladığıdır. Anlamak da sadece duymak, bilmekle veya bilgili- uzman kişilere önem vermekten değil, karşıdakine itimadetmekten geçer.
Eğitimciler Çin/mandarin alfabesindeki gecekondu çatısını andıran sembol / harflerde ‘dinlemek’ fiilinin, ‘göz, kulak, dikkat ve kalb’ için de kullanılmasına dikkat çekmişlerdir. Bizde de, can kulağıyla, ‘ğûş-i cân’ ile dinlemek de bu değil midir?