Alper Görmüş’ün konuyla alakalı şuana kadar yayınlanan yazı dizisinin iki bölümünü birleştirerek aşağıda ilginize sunuyoruz:
‘Amerikancılık’ Suçlamasındaki Ahlaki Problem / 22.03.2018 – Serbestiyet.com
Benim bıkmadan, usanmadan takip ettiğim, her vesileyle bir daha ele aldığım konulardan biri de, Türkiye’deki ‘emperyalizm’ (Batı ve özellikle de ABD) karşıtlığındaki ahlaki problem...
Bu problemi en özlü bir biçimde şöyle ifade edebilirim: Türkiye’deki bütün temel siyasi akımlar (muhafazakârlar, milliyetçiler, ulusalcılar, Kürtler, sol) ‘emperyalizm’i ‘mutlak kötü’ olarak tarif etmede ve bunu iç siyasette bir malzeme olarak kullanmada birleşiyorlar, fakat ‘emperyalizm’ herhangi biriyle ortak hareket etmeye meyledince onunla işbirliğinde hiçbir beis görmüyorlar.
Bir siyasi akımın, birkaç ay içinde ABD ile birlikte hareket etme pragmatizminden ‘ilkesel anti-Amerikancılığa’, oradan da ‘mutlak kötü emperyalizm’ söylemine sıçraması Türkiye’de sıradan bir şey...
Örneği en tazesinden verelim: Trump’ın ABD başkanı seçilmesinden sonra bütün anti-Amerikan eleştirilerini askıya alan, o kapsayıcı ‘üst akıl’ kavramsallaştırmasını bile unutan muhafazakâr iktidar ve medya çevreleri, Trump’ın da ‘dost’ olmadığının anlaşılmasından sonra hemen eski mevzlerine dönüverdiler. Bütün bunlar üç-beş ay içinde oldu; ‘Amerikan emperyalizmi’ herhalde bu süre içinde birkaç defa karakter değiştirmedi!
Daha da fenası, bir ana siyasi akım, çok değil birkaç ay önce kendisinin işgal ettiği pragmatik pozisyona yerleşen başka bir siyasi akımı derhal ‘emperyalizmin uşağı’ olmakla suçlayabiliyor ve buradaki ahlaki problemi görmüyor ya da görmek istemiyor.
“Anti-Amerikancılığın ‘error’ verdiği anlar”
Bu çerçevedeki ilk yazılarım 2009’a kadar gidiyor. Serbestiyet’te ise ilk olarak 2013’te konuyu ele almış, “Anti-Amerikancılığın ‘error’ verdiği anlar” başlığı altında ulusalcıların anti-Amerikancılıklarındaki ahlaki probleme işaret etmiştim.
O yazıları 2016’dan itibaren, aynı başlığı taşıyan fakat ‘ulusalcılar’ öznesinin yerini ‘muhafazakârlar’, ‘Kürtler’ ve ‘sol’ öznelerine terk ettiği başka yazılar izledi.
Bu yazıda, oralarda verdiğim örnekler yardımıyla Türkiye’deki ana siyasi akımların anti-Amerikancılıklarının ‘error’ verdiği anları hatırlayacak, böylece iddialarının tersine hiçbirinin tutumunun ‘ilkesel’ olmadığını bir kez daha göreceğiz.
İki bölüm halinde tasarladığım bu yazının ilk bölümünde ulusalcıların ‘ilkesel’ anti-Amerikancılıklarını, pazartesi günkü ikinci bölümünde ise muhafazakârlar ile Kürtlerin ve sol’un ‘ilkesel’ anti-Amerikancılıklarını ele alacağız.
‘İlkesel’ değil, sadece bir ‘kabuk’
2013’ün sonlarında Serbestiyet’te dört bölümde kaleme aldığım “Anti-Amerikancılığın ‘error’ verdiği anlar” başlıklı yazı dizisinde, ulusalcıların dilinden hiç düşmeyen ‘anti-Amerikancılığın’ iddia ettikleri gibi ‘ilkesel’ olmadığını, bir ‘kabuk’tan ibaret olduğunu, bu kabuğu sıyırıp da altına bakıldığında çok farklı bir manzarayla karşılaşılacağını gösteren örnekler üzerinde durmuştum.
Aynı yazıda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ABD’ye dair söyleminin ‘pragmatist’ bir karakter taşıdığını, bunun da ulusalcıların ‘Amerikan emperyalizmi’ söyleminden daha gerçekçi ve samimi bir tutum olduğunu dile getirmiştim:
“Türkiye’de Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı çevrelerin anti-Amerikancılığı ‘öz’e dair bir şey değil, bir kabuk... Bu kabuk, ABD’nin Türkiye’de kendi rakiplerini (Adalet ve Kalkınma Partisi - AK Parti) desteklemesi durumunda sertleşiyor, ABD’nin kendi rakiplerine karşı sertleşme eğilimi gösterdiği durumlarda ise yumuşuyor. Yani, ilk bakışta göründüğünün tersine ideolojik bir karşıtlık değil bu; siyasal yarara bağlı olarak şaşırtıcı esnemeler gösterebilen, gündelik bir ‘karşıtlık’tan söz ediyoruz.
“Diyebilirsiniz ki, bunun tersi de doğru... Yani, AK Parti ve onu destekleyenler de tıpkı ulusalcılar gibi ABD kendilerini desteklediğinde onunla ‘iyi’, karşı çıktığında ‘kötü’ oluyorlar... Elbette öyle... Reel siyasetten söz ediyoruz burada... Peki ben neden ikincilerin değil de birincilerin anti-Amerikan hallerindeki esnemeyi mesele ediniyorum? Nedeni açık: Çünkü sadece birinciler Amerikan karşıtlıklarının ‘ideolojik’ ve ‘ilkesel’ olduğunu öne sürüyorlar... Oysa AK Parti ve destekçilerinin böyle bir iddiaları yok. Onlar, bu meseleye ‘siyaset’ ölçüleriyle yaklaşıyorlar... Dolayısıyla ABD kendilerini karşı ‘iyi’ olduğunda onların da ABD’ye sempati duyması ya da tersine, ABD kendilerine karşı ‘kötü’ olduğunda bu kez antipati duymalarında kurcalanacak bir şey yok. İşte bu nedenlerle Türkiye’nin dindarlarının değil, Atatürkçü-Kemalist-ulusalcılarının ABD karşısındaki pozisyonları ilginç...”
(Pazartesi günkü yazıda ayrıntılandıracağım gibi, AK Parti’nin söylemi 2012-2013’ten itibaren ulusalcıların ideolojik söylemine yaklaştı, parti adeta ‘ilkesel anti-emperyalist, anti-Amerikan’ bir pozisyona sıçradı. Bu söyleme sık sık ‘pragmatik’ geri dönüş sinyalleri ve ortak hareket etme arzuları eşlik edince de AK Parti’nin anti-Amerikancılığındaki ahlaki problem giderek daha belirgin bir hal aldı. Fakat dediğim gibi, bu sonraki yazının konusu).
İlk uyarıcı: CHP ve Kılıçdaroğlu’ndaki âni değişim
2013’ün aralık ayında beni Türkiye’deki Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı çevrelerin anti-Amerikancılığını ele almaya iten sıcak gelişme, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile partinin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sert anti-Amerikancılığının birdenbire yumuşaması olmuştu.
Her şeyi unutuyoruz, dolayısıyla şimdi size tuhaf gelebilir (bana da başlangıçta öyle geldi): O tarihe kadar CHP, ABD’ye baktığında ‘bizi mahvetmek isteyen’ kararlı bir emperyalistten başkasını görmüyordu. Bu o kadar öyleydi ki, Kılıçdaroğlu ABD gezisine çıkmaya karar verdiğinde herkes az kalsın küçük dilini yutacaktı. İşte bu nedenle, Kılıçdaroğlu, Washington gezisinde partisinden yıllardır yükselen ‘anti-Amerikan’ sesler nedeniyle hayli zor durumlara düşmüştü... Amerikalılar kendisini sürekli olarak bu seslerle ilgili olarak sıkıştırmışlardı.
Ben de o zaman CHP’deki bu âni değişimi, Kemalistlerin ve ulusalcıların anti-Amerikancılığının ilk bakışta göründüğünün tersine ideolojik-ilkesel bir karşıtlık değil, siyasal yarara bağlı olarak şaşırtıcı esnemeler gösterebilen, gündelik bir ‘karşıtlık’ olduğunun örneği olarak göstermiştim. Şöyle demiştim:
“Peki, CHP neden bir zamanlar anti-Amerikan’dı da şimdi pro-Amerikan? Çünkü ABD o zamanlar AK Parti’yi destekliyordu, şimdi ise vazgeçmiş görünüyordu… Bu durumda, anti-Amerikancılığın hiç lüzumu yoktu…”
Bu, Türkiye’de ulusalcı anti-Amerikancılığın ‘error’ vediği ilk örnek değildi. Benzer durumlarda hep benzer sonuçlar ortaya çıkıyordu.
İlhan Selçuk’tan ABD’ye tavsiyeler
Mesela ulusalcılığın simge isimlerinden, Cumhuriyet gazetesi başyazarı İlhan Selçuk 2007 genel seçimleri öncesinde çok ilginç bir performans sergilemişti.
İlhan Selçuk seçime (Kasım, 2007) tam bir yıl kala 15, 16 ve 18 Kasım 2006’da kaleme aldığı üç yazıda ABD’nin, ne yaparsa bölgede yeniden itibar kazanacağını ABD Başkanı Bush’a anlatmaya girişmişti.
Selçuk, 15 Kasım 2006 tarihli ilk yazısında Bush’u ‘AKP’yi iktidara getirmekle’ suçlamış, ertesi gün de “Bush’un Türkiye siyaseti değişmeli” başlıklı yazısında ABD Başkanı’na bu günahından arınabilmesinin şifrelerini vermişti:
“Bush, Ortadoğu’da bir yeni istikrar arayışına yönelmek zorundaysa bu işe Türkiye’den başlaması aklın yoludur. (…) Amerika kaş yapayım derken göz çıkarıyor… Bugün ülkemizde Amerikan aleyhtarlığı görülmemiş biçimde yoğunlaştı, dinciler -iktidar dışında- ateş püskürüyorlar, ulusalcılar dincilerden geri kalmıyorlar. (…) Ortadoğu cehennem… Bu cehennemde ne yapacağını şaşıran Başkan Bush’un Türkiye’de dincilik ve bölücülük siyasetlerini bir yana bırakarak Atatürk’ün laik Cumhuriyetini Ortadoğu’da bir denge unsuru gibi düşünmesi gerekiyor…”
Görüldüğü gibi Türkiye’nin en anti-Amerikan figürlerinden biri olan İlhan Selçuk, açık açık ‘beni al, onu alma’ diyordu ‘ABD emperyalizmi’nin en tepedeki yöneticisine…
İlhan Selçuk’un 18 Kasım 2006 tarihli yazısı ise, bir samimiyet krizi sırasında kaleme alındığı duygusunu uyandıracak kadar netti:
“Bush yönetimi ne yapmalı?.. Bir yandan Ilımlı İslam Devleti tasarımında dinci iktidarı, öte yandan terör örgütü PKK’yi kullanarak Türkiye’yi sıkıştıran Başkan Bush bu tutumundan vazgeçmelidir; zararın neresinden dönerse dönsün, kârdır… AKP’nin toplum temelinde oy desteği zayıflıyor, geriliyor; ülkede Amerika düşmanlığı yükseliyor, yoğunlaşıyor… ABD’nin Ortadoğu tasarımında ‘revizyon’ a, Türkiye’de ise yeni bir iktidara gerek var!..”
Bu önermeden, şundan başka bir sonuç çıkar mı: Türkiye’de Amerikan düşmanlığı yükselmektedir, fakat ABD kafayı değiştirirse ve bu sayede İlhan Selçuk’un ABD’ye önerdiği rejim ülkede egemen olursa Türkiye’deki Amerikan düşmanlığı azalacaktır.
Tuncay Özkan ve Mehmet Haberal
O dönemlerin önde gelen iki başka ‘anti-Amerikan’ figürün bilinmeyen yanlarıyla devam edelim ve bu meselenin ‘ulusalcılar’ faslını tamamlayalım. Önce Tuncay Özkan...
Bir zamanlar liderliğini Tuncay Özkan’ın yürüttüğü “Biz Kaç Kişiyiz” diye bir platform vardı…
Bu platformun en belirleyici vasfı anti-emperyalizm temelinde ABD ve Avrupa Birliği karşıtlığıydı…. Platform, Tuncay Özkan cezaevine girdikten sonra da varlığını sürdürmüştü; Özkan da yazılarıyla siteye katkıda bulunuyordu.
Platform üyelerinin bir ‘mesih’ gibi gördüğü Tuncay Özkan, ABD Başkanı Obama’nın Türkiye’ye geldiği 5 Nisan 2009’dan birkaç gün önce Obama’ya hitaben öyle bir mektup yazdı ki, platformun üyeleri bile ayağa kalktı.
Platformun sitesinde yayımlanan mektup samimi tebrik cümleleriyle başlıyor, ABD Başkanı Obama’nın iktidarın bazı uygulamalarına ‘izin vermemesi’ talebiyle devam ediyordu:
“AKP iktidarı, ülkemi din faşizmine taşımaktadır. Siyasetin referansı İslami kurallar haline gelmiştir. (…) Bu din Faşizminin Türkiye’yi ele geçirmesi ve batılı bir demokrasi olma yolunda inanılmaz mesafe kateden ülkemi Hamas Örgütünün yanına koymasına, hukukun üstünlüğüne inanan vicdanınızla mı izin vereceksiniz”
O dönemde ‘Biz Kaç Kişiyiz’in sadık bir izleyicisiydim ve Tuncay Özkan’ın bu mektubuna üyelerden gelen yoğun tepkileri de not etmiştim. Sinirlenmekte, öfkelenmekte sonuna kadar haklıydı platformcular…
“Haberal: Ben Amerikalılara diyorum ki…”
İlhan Selçuk’un ve Tuncay Özkan’ın ‘Güzel Amerika’ya yaptıkları ‘aykırı’ çağrılar beni hiç şaşırtmamıştı. Bir başka önde gelen anti-Amerikan figür olan Mehmet Haberal’la ilgili gelişmeye de aynı nedenle hiç şaşırmadım.
Tuncay Özkan’ın Obama’ya mektubundan bir süre sonra açıklanan üçüncü Ergenekon iddianamesinde yer alan telefon tapelerine göre davanın en önemli sanıklarından Mehmet Haberal, telefonda Abdüllatif Şener’e şöyle demişti:
“Ben Amerikalılara diyorum ki, Türkiye dünyanın anahtarıdır. Sonra dedim ki o anahtarı çok iyi kullanacak bir yönetim Türkiye’nin başına gelsin, yoksa vay geldi halinize…”
İlhan Selçuk, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal… Türkiye’nin, konuştuklarında mangalda kül bırakmayan bu ‘tam bağımsızlıkçı’larının gerçek hissiyatları işte böyleydi.
*
‘Amerikancılık’ Suçlamasındaki Ahlaki Problem (2) / 29.03.2018 – Serbestiyet.com
Türkiye’deki ‘emperyalizm’ (Batı ve özellikle de ABD) karşıtlığının ahlaki bir problemle malûl olduğunu ve istisnasız bütün temel siyasetlerin bunun dışında kalamadığını öne sürmüştüm (Serbestiyet, 22 Mart 2018).
Bu iddiayı temellendirmeye çalıştığım o yazının ikinci bölümünü, araya ertelemek istemediğim başka bir yazının girmesi nedeniyle bugüne bırakmıştım.
Kaldığım yerden devam ediyorum, fakat önce, geçen yazının girişinden bir paragrafla nasıl bir ahlaki problemden söz ettiğimi hatırlayalım.
“Bu problemi en özlü bir biçimde şöyle ifade edebilirim: Türkiye’deki bütün temel siyasi akımlar (muhafazakârlar, milliyetçiler, ulusalcılar, Kürtler, sol) ‘emperyalizm’i ‘mutlak kötü’ olarak tarif etmede ve bunu iç siyasette bir malzeme olarak kullanmada birleşiyorlar, fakat ‘emperyalizm’ herhangi biriyle ortak hareket etmeye meyledince onunla işbirliğinde hiçbir beis görmüyorlar. Bir siyasi akımın, birkaç ay içinde ABD ile birlikte hareket etme pragmatizminden ‘ilkesel anti-Amerikancılığa’, oradan da ‘mutlak kötü emperyalizm’ söylemine sıçraması Türkiye’de sıradan bir şey...”
Bu yazının ilk bölümünde önce bu tanımı açmış, ardından da herkesi Amerikancılıkla suçlayan ulusalcılığın sert ve ‘ilkeli’ anti-Amerikancılığının ‘error’ verip ABD’ye yanaştığı anları hatırlatmıştım.
Bu yazıda ise aynı tavrın muhafazakârlar, Kürtler ve sol için de geçerli olduğunu göstermeye çalışacağım. Önce Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarı üzerinden muhafazakârlar ve ABD...
Muhafazakârlar ve ABD
AK Parti, iktidarının ilk 10 yılında sözünü ettiğim ahlaki problemin dışında kalabildiği. Çünkü bu parti, öbür siyasi akımların tersine ‘ideolojik’ ve ‘ilkesel’ bir ‘emperyalizm’ karşıtlığı söylemini benimsemiyor, dolayısıyla kimseyi ‘Amerikancılık’la suçlamıyordu. Tersine, kendi dışındaki bütün akımlar tarafından ‘Amerikancılık’la suçlanıyordu.
Bu söylediğimden o yıllarda AK Parti’nin ABD ve Batı’nın işbirlikçiliği gibi bir siyasi pozisyonu benimsediği sonucu çıkmasın: Hayır, AK Parti iktidarının yaptığı, ABD ve Batı’ya ‘siyaset’ ölçüleriyle yaklaşmaktı. Dolayısıyla ABD ve Batı kendilerine karşı ‘iyi’ olduğunda onlar da ABD’ye ve Batı’ya sempati duyuyor, tersine ABD ve Batı kendilerine karşı ‘kötü’ olduğunda bu kez antipati duyuyorlardı.
Ne var ki AK Parti’nin 2012-2013’ten itibaren demokratikleşme ve refah odaklı bir siyasetten ‘dava’ odaklı bir siyasete geçmesiyle birlikte her şey değişti. AK Parti’nin söylemi ulusalcıların ideolojik söylemine yaklaştı, parti adeta ‘ilkesel anti-emperyalist, anti-Amerikan’ bir pozisyona sıçradı. Tabii madalyonun öbür yüzü de hiç gecikmeden kendini gösterdi; AK Parti ve onu destekleyen medya kendi dışındaki siyasi akımlardan şunu ya da bunu ‘Amerikancılık’la suçlamaya başladı.
İşte o andan itibaren AK Parti de ‘Amerikancılık’ suçlaması ahlaki bir poblemle malûl siyasi akımlar listesinin en üst sırasına yerleşiverdi. Çünkü bir yandan ABD’yi Türkiye’yi bölmek için ant içmiş ve bu yolda strateji geliştirmiş ‘üst akıl’ olarak kodluyor, bir yandan da oradan gelen her yumuşama sinyalinde gevşiyordu. Bu ağır çelişki en çok Obama’nın iktidarı Trump’a devredeceği sırada belirgin hale geldi. O dönemde ‘üst akıl’ sözcüğü hiç telaffuz edilmez oldu. Fakat Trump’ın da beklenildiği gibi çıkmaması üzerine eski söyleme geri dönüldü. Sonra Eylül 2017’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD’de Trump’la yaptığı görüşmeyle birlikte kısa bir süre için yeniden ‘iyi ABD’ günleri başladı (çünkü Trump o görüşmede “Türkiye ve ABD hiç olmadığı kadar yakın” demişti).
Ne var ki, iktidar yanlısı basının manşetlere çektiği bu söze rağmen işler beklendiği gibi gitmeyince yeniden ‘ideolojik’ anti-Amerikancılığa ve anti-Batıcılığa ricat edildi, ‘yerli ve milli’ olmayan herkes Amerikancı ve Batıcı ilan edildi; hâlâ o günlerin içindeyiz.
Kürtler ve sol...
‘Anti-Amerikancılık’ ve ‘anti-emperyalizm’, pragmatik siyaseti reddedip, ideoloji ve ilke temelinde siyaset yaptığını öne süren bütün siyasi akımların dillerine pelesenk ettiği bir slogan... Fakat iktidar ümidinin olmadığı anlarda ya da iktidarda ama Amerika ile ‘papaz’ olunan anlarda serâzâd dile getirilen bu slogan, Amerika’nın desteğini alma ümidi ortaya çıktığında halının altına süpürülüveriyor. Türkiye’nin ulusalcıları ve muhafazakârları öyle yapıyor da onları ‘Amerikancılık’la suçlayan Kürt siyaseti ve sol çok mu farklı davranıyor. Bence, hayır.
Geçtiğimiz şubat ayında CIA Başkanı Türkiye’yi ziyaret etmiş, Halkın Demokrasi Partisi (HDP) milletvekili Ertuğrul Kürkçü de twitter hesabından bu ziyarete karşı şöyle bir tepki göstermişti:
“Sırrı Süreyya Önder arkadaşımızın meşhur ettiği bir deyiş var; Azrailin can dağıttığı görülmemiştir. CIA'den hayır geldiği görülmemiştir. Gelmese daha iyidir!”
Sabah gazetesi yazarı Melih Altınok da bu anti-Amerikan tavrı problemli bulmuş, yazısında şöyle demişti:
“Türkiye'nin kimseden hayır beklediği yok ama bunu Obama yönetiminin giydirip, silahlandırıp koluna ABD arması bile astığı PKK-YPG'ye de söylediniz mi Kürkçü Bey?”
Ben, ‘Amerikancılık’ suçlamasındaki ahlaki problemi ele aldığım önceki yazılarımdan birinde bu satırları aktardıktan sonra Melih Altınok’un sorusunu haklı ve yerinde bulmuş, şöyle demiştim:
“İdeolojik ve ilkesel planda anti-emperyalist, anti-Amerikan olduğunu söyleyen bir siyasi hareket, ABD onun siyasi pozisyonuna yaklaştığında faydacı bir manevrayla anti-Amerikancılığını askıya alıyorsa, ideolojik ve ilkesel itirazların hiçbir hükmü kalmaz. Hakikaten: Ertuğrul Kürkçü gibi soldan gelip Kürt siyasi hareketine katılmış birinin, ABD ile YPG-PYD arasındaki ilişki ortadayken ilkesel ve ideolojik bir anti-emperyalizm söylemini sürdürmesi mümkün olabilir mi?”
Yok aslında birbirlerinden farkları
Gördüğünüz gibi aslında kimsenin kimseyi ‘Amerikancılık’la suçlayacak hali yok ama ortadaki açık ahlaki probleme rağmen herkes bunu yapıyor.
Sol’un ve sol eğilimli Kürtlerin anti-Amerikancılıklarının da tıpkı öbürleri gibi ‘ilkesel’ değil, siyasal yarara bağlı ‘esnek’ bir yapıda olduğunu gösteren başka bir örnek, ABD’nin Barzani’yi desteklerken ‘kötü’, PYD’yi desteklerken ‘iyi’ olması... Çünkü Barzani aşiretçi, sağcı, gerici fakat PYD solcu ve seküler!
Kendimi muhtemel yanlış anlamalardan sakınmak için şöyle bitireyim: Herhangi bir siyasi partinin ya da hareketin ABD ile iyi geçinme çabasında utanılacak bir şey yok. Tam tersine, varolan reelliklerin çerçevesi dahilinde siyaset yapmak zorunda olan herhangi bir siyasi organizma elbette dünyanın en büyük siyasi ve askeri gücü konumunda bulunan Amerika’nın desteğini arayacak ya da düşmanlığından sakınmaya çalışacaktır... Kimseyi suçlamıyorum, fakat Amerika’nın bütün ‘ilkesel ve ideolojik’ düşmanlarının, yeri geldiğinde nasıl ‘Amerikancı’ kesilebildiğini gösteren bunca tecrübeden sonra, kimse kalkıp kendi anti-Amerikancılığının ‘ilkesel ve ideolojik’ olduğunu öne sürmesin diyorum.
Kaynak: “Amerikancılık” Suçlamasında Kim Ne Kadar Tutarlı?
lper Görmüş’ün konuyla alakalı şuana kadar yayınlanan yazı dizisinin iki bölümünü birleştirerek aşağıda ilginize sunuyoruz:
‘Amerikancılık’ Suçlamasındaki Ahlaki Problem / 22.03.2018 – Serbestiyet.com
Benim bıkmadan, usanmadan takip ettiğim, her vesileyle bir daha ele aldığım konulardan biri de, Türkiye’deki ‘emperyalizm’ (Batı ve özellikle de ABD) karşıtlığındaki ahlaki problem...
Bu problemi en özlü bir biçimde şöyle ifade edebilirim: Türkiye’deki bütün temel siyasi akımlar (muhafazakârlar, milliyetçiler, ulusalcılar, Kürtler, sol) ‘emperyalizm’i ‘mutlak kötü’ olarak tarif etmede ve bunu iç siyasette bir malzeme olarak kullanmada birleşiyorlar, fakat ‘emperyalizm’ herhangi biriyle ortak hareket etmeye meyledince onunla işbirliğinde hiçbir beis görmüyorlar.
Bir siyasi akımın, birkaç ay içinde ABD ile birlikte hareket etme pragmatizminden ‘ilkesel anti-Amerikancılığa’, oradan da ‘mutlak kötü emperyalizm’ söylemine sıçraması Türkiye’de sıradan bir şey...
Örneği en tazesinden verelim: Trump’ın ABD başkanı seçilmesinden sonra bütün anti-Amerikan eleştirilerini askıya alan, o kapsayıcı ‘üst akıl’ kavramsallaştırmasını bile unutan muhafazakâr iktidar ve medya çevreleri, Trump’ın da ‘dost’ olmadığının anlaşılmasından sonra hemen eski mevzlerine dönüverdiler. Bütün bunlar üç-beş ay içinde oldu; ‘Amerikan emperyalizmi’ herhalde bu süre içinde birkaç defa karakter değiştirmedi!
Daha da fenası, bir ana siyasi akım, çok değil birkaç ay önce kendisinin işgal ettiği pragmatik pozisyona yerleşen başka bir siyasi akımı derhal ‘emperyalizmin uşağı’ olmakla suçlayabiliyor ve buradaki ahlaki problemi görmüyor ya da görmek istemiyor.
“Anti-Amerikancılığın ‘error’ verdiği anlar”
Bu çerçevedeki ilk yazılarım 2009’a kadar gidiyor. Serbestiyet’te ise ilk olarak 2013’te konuyu ele almış, “Anti-Amerikancılığın ‘error’ verdiği anlar” başlığı altında ulusalcıların anti-Amerikancılıklarındaki ahlaki probleme işaret etmiştim.
O yazıları 2016’dan itibaren, aynı başlığı taşıyan fakat ‘ulusalcılar’ öznesinin yerini ‘muhafazakârlar’, ‘Kürtler’ ve ‘sol’ öznelerine terk ettiği başka yazılar izledi.
Bu yazıda, oralarda verdiğim örnekler yardımıyla Türkiye’deki ana siyasi akımların anti-Amerikancılıklarının ‘error’ verdiği anları hatırlayacak, böylece iddialarının tersine hiçbirinin tutumunun ‘ilkesel’ olmadığını bir kez daha göreceğiz.
İki bölüm halinde tasarladığım bu yazının ilk bölümünde ulusalcıların ‘ilkesel’ anti-Amerikancılıklarını, pazartesi günkü ikinci bölümünde ise muhafazakârlar ile Kürtlerin ve sol’un ‘ilkesel’ anti-Amerikancılıklarını ele alacağız.
‘İlkesel’ değil, sadece bir ‘kabuk’
2013’ün sonlarında Serbestiyet’te dört bölümde kaleme aldığım “Anti-Amerikancılığın ‘error’ verdiği anlar” başlıklı yazı dizisinde, ulusalcıların dilinden hiç düşmeyen ‘anti-Amerikancılığın’ iddia ettikleri gibi ‘ilkesel’ olmadığını, bir ‘kabuk’tan ibaret olduğunu, bu kabuğu sıyırıp da altına bakıldığında çok farklı bir manzarayla karşılaşılacağını gösteren örnekler üzerinde durmuştum.
Aynı yazıda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ABD’ye dair söyleminin ‘pragmatist’ bir karakter taşıdığını, bunun da ulusalcıların ‘Amerikan emperyalizmi’ söyleminden daha gerçekçi ve samimi bir tutum olduğunu dile getirmiştim:
“Türkiye’de Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı çevrelerin anti-Amerikancılığı ‘öz’e dair bir şey değil, bir kabuk... Bu kabuk, ABD’nin Türkiye’de kendi rakiplerini (Adalet ve Kalkınma Partisi - AK Parti) desteklemesi durumunda sertleşiyor, ABD’nin kendi rakiplerine karşı sertleşme eğilimi gösterdiği durumlarda ise yumuşuyor. Yani, ilk bakışta göründüğünün tersine ideolojik bir karşıtlık değil bu; siyasal yarara bağlı olarak şaşırtıcı esnemeler gösterebilen, gündelik bir ‘karşıtlık’tan söz ediyoruz.
“Diyebilirsiniz ki, bunun tersi de doğru... Yani, AK Parti ve onu destekleyenler de tıpkı ulusalcılar gibi ABD kendilerini desteklediğinde onunla ‘iyi’, karşı çıktığında ‘kötü’ oluyorlar... Elbette öyle... Reel siyasetten söz ediyoruz burada... Peki ben neden ikincilerin değil de birincilerin anti-Amerikan hallerindeki esnemeyi mesele ediniyorum? Nedeni açık: Çünkü sadece birinciler Amerikan karşıtlıklarının ‘ideolojik’ ve ‘ilkesel’ olduğunu öne sürüyorlar... Oysa AK Parti ve destekçilerinin böyle bir iddiaları yok. Onlar, bu meseleye ‘siyaset’ ölçüleriyle yaklaşıyorlar... Dolayısıyla ABD kendilerini karşı ‘iyi’ olduğunda onların da ABD’ye sempati duyması ya da tersine, ABD kendilerine karşı ‘kötü’ olduğunda bu kez antipati duymalarında kurcalanacak bir şey yok. İşte bu nedenlerle Türkiye’nin dindarlarının değil, Atatürkçü-Kemalist-ulusalcılarının ABD karşısındaki pozisyonları ilginç...”
(Pazartesi günkü yazıda ayrıntılandıracağım gibi, AK Parti’nin söylemi 2012-2013’ten itibaren ulusalcıların ideolojik söylemine yaklaştı, parti adeta ‘ilkesel anti-emperyalist, anti-Amerikan’ bir pozisyona sıçradı. Bu söyleme sık sık ‘pragmatik’ geri dönüş sinyalleri ve ortak hareket etme arzuları eşlik edince de AK Parti’nin anti-Amerikancılığındaki ahlaki problem giderek daha belirgin bir hal aldı. Fakat dediğim gibi, bu sonraki yazının konusu).
İlk uyarıcı: CHP ve Kılıçdaroğlu’ndaki âni değişim
2013’ün aralık ayında beni Türkiye’deki Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı çevrelerin anti-Amerikancılığını ele almaya iten sıcak gelişme, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile partinin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sert anti-Amerikancılığının birdenbire yumuşaması olmuştu.
Her şeyi unutuyoruz, dolayısıyla şimdi size tuhaf gelebilir (bana da başlangıçta öyle geldi): O tarihe kadar CHP, ABD’ye baktığında ‘bizi mahvetmek isteyen’ kararlı bir emperyalistten başkasını görmüyordu. Bu o kadar öyleydi ki, Kılıçdaroğlu ABD gezisine çıkmaya karar verdiğinde herkes az kalsın küçük dilini yutacaktı. İşte bu nedenle, Kılıçdaroğlu, Washington gezisinde partisinden yıllardır yükselen ‘anti-Amerikan’ sesler nedeniyle hayli zor durumlara düşmüştü... Amerikalılar kendisini sürekli olarak bu seslerle ilgili olarak sıkıştırmışlardı.
Ben de o zaman CHP’deki bu âni değişimi, Kemalistlerin ve ulusalcıların anti-Amerikancılığının ilk bakışta göründüğünün tersine ideolojik-ilkesel bir karşıtlık değil, siyasal yarara bağlı olarak şaşırtıcı esnemeler gösterebilen, gündelik bir ‘karşıtlık’ olduğunun örneği olarak göstermiştim. Şöyle demiştim:
“Peki, CHP neden bir zamanlar anti-Amerikan’dı da şimdi pro-Amerikan? Çünkü ABD o zamanlar AK Parti’yi destekliyordu, şimdi ise vazgeçmiş görünüyordu… Bu durumda, anti-Amerikancılığın hiç lüzumu yoktu…”
Bu, Türkiye’de ulusalcı anti-Amerikancılığın ‘error’ vediği ilk örnek değildi. Benzer durumlarda hep benzer sonuçlar ortaya çıkıyordu.
İlhan Selçuk’tan ABD’ye tavsiyeler
Mesela ulusalcılığın simge isimlerinden, Cumhuriyet gazetesi başyazarı İlhan Selçuk 2007 genel seçimleri öncesinde çok ilginç bir performans sergilemişti.
İlhan Selçuk seçime (Kasım, 2007) tam bir yıl kala 15, 16 ve 18 Kasım 2006’da kaleme aldığı üç yazıda ABD’nin, ne yaparsa bölgede yeniden itibar kazanacağını ABD Başkanı Bush’a anlatmaya girişmişti.
Selçuk, 15 Kasım 2006 tarihli ilk yazısında Bush’u ‘AKP’yi iktidara getirmekle’ suçlamış, ertesi gün de “Bush’un Türkiye siyaseti değişmeli” başlıklı yazısında ABD Başkanı’na bu günahından arınabilmesinin şifrelerini vermişti:
“Bush, Ortadoğu’da bir yeni istikrar arayışına yönelmek zorundaysa bu işe Türkiye’den başlaması aklın yoludur. (…) Amerika kaş yapayım derken göz çıkarıyor… Bugün ülkemizde Amerikan aleyhtarlığı görülmemiş biçimde yoğunlaştı, dinciler -iktidar dışında- ateş püskürüyorlar, ulusalcılar dincilerden geri kalmıyorlar. (…) Ortadoğu cehennem… Bu cehennemde ne yapacağını şaşıran Başkan Bush’un Türkiye’de dincilik ve bölücülük siyasetlerini bir yana bırakarak Atatürk’ün laik Cumhuriyetini Ortadoğu’da bir denge unsuru gibi düşünmesi gerekiyor…”
Görüldüğü gibi Türkiye’nin en anti-Amerikan figürlerinden biri olan İlhan Selçuk, açık açık ‘beni al, onu alma’ diyordu ‘ABD emperyalizmi’nin en tepedeki yöneticisine…
İlhan Selçuk’un 18 Kasım 2006 tarihli yazısı ise, bir samimiyet krizi sırasında kaleme alındığı duygusunu uyandıracak kadar netti:
“Bush yönetimi ne yapmalı?.. Bir yandan Ilımlı İslam Devleti tasarımında dinci iktidarı, öte yandan terör örgütü PKK’yi kullanarak Türkiye’yi sıkıştıran Başkan Bush bu tutumundan vazgeçmelidir; zararın neresinden dönerse dönsün, kârdır… AKP’nin toplum temelinde oy desteği zayıflıyor, geriliyor; ülkede Amerika düşmanlığı yükseliyor, yoğunlaşıyor… ABD’nin Ortadoğu tasarımında ‘revizyon’ a, Türkiye’de ise yeni bir iktidara gerek var!..”
Bu önermeden, şundan başka bir sonuç çıkar mı: Türkiye’de Amerikan düşmanlığı yükselmektedir, fakat ABD kafayı değiştirirse ve bu sayede İlhan Selçuk’un ABD’ye önerdiği rejim ülkede egemen olursa Türkiye’deki Amerikan düşmanlığı azalacaktır.
Tuncay Özkan ve Mehmet Haberal
O dönemlerin önde gelen iki başka ‘anti-Amerikan’ figürün bilinmeyen yanlarıyla devam edelim ve bu meselenin ‘ulusalcılar’ faslını tamamlayalım. Önce Tuncay Özkan...
Bir zamanlar liderliğini Tuncay Özkan’ın yürüttüğü “Biz Kaç Kişiyiz” diye bir platform vardı…
Bu platformun en belirleyici vasfı anti-emperyalizm temelinde ABD ve Avrupa Birliği karşıtlığıydı…. Platform, Tuncay Özkan cezaevine girdikten sonra da varlığını sürdürmüştü; Özkan da yazılarıyla siteye katkıda bulunuyordu.
Platform üyelerinin bir ‘mesih’ gibi gördüğü Tuncay Özkan, ABD Başkanı Obama’nın Türkiye’ye geldiği 5 Nisan 2009’dan birkaç gün önce Obama’ya hitaben öyle bir mektup yazdı ki, platformun üyeleri bile ayağa kalktı.
Platformun sitesinde yayımlanan mektup samimi tebrik cümleleriyle başlıyor, ABD Başkanı Obama’nın iktidarın bazı uygulamalarına ‘izin vermemesi’ talebiyle devam ediyordu:
“AKP iktidarı, ülkemi din faşizmine taşımaktadır. Siyasetin referansı İslami kurallar haline gelmiştir. (…) Bu din Faşizminin Türkiye’yi ele geçirmesi ve batılı bir demokrasi olma yolunda inanılmaz mesafe kateden ülkemi Hamas Örgütünün yanına koymasına, hukukun üstünlüğüne inanan vicdanınızla mı izin vereceksiniz”
O dönemde ‘Biz Kaç Kişiyiz’in sadık bir izleyicisiydim ve Tuncay Özkan’ın bu mektubuna üyelerden gelen yoğun tepkileri de not etmiştim. Sinirlenmekte, öfkelenmekte sonuna kadar haklıydı platformcular…
“Haberal: Ben Amerikalılara diyorum ki…”
İlhan Selçuk’un ve Tuncay Özkan’ın ‘Güzel Amerika’ya yaptıkları ‘aykırı’ çağrılar beni hiç şaşırtmamıştı. Bir başka önde gelen anti-Amerikan figür olan Mehmet Haberal’la ilgili gelişmeye de aynı nedenle hiç şaşırmadım.
Tuncay Özkan’ın Obama’ya mektubundan bir süre sonra açıklanan üçüncü Ergenekon iddianamesinde yer alan telefon tapelerine göre davanın en önemli sanıklarından Mehmet Haberal, telefonda Abdüllatif Şener’e şöyle demişti:
“Ben Amerikalılara diyorum ki, Türkiye dünyanın anahtarıdır. Sonra dedim ki o anahtarı çok iyi kullanacak bir yönetim Türkiye’nin başına gelsin, yoksa vay geldi halinize…”
İlhan Selçuk, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal… Türkiye’nin, konuştuklarında mangalda kül bırakmayan bu ‘tam bağımsızlıkçı’larının gerçek hissiyatları işte böyleydi.
*
‘Amerikancılık’ Suçlamasındaki Ahlaki Problem (2) / 29.03.2018 – Serbestiyet.com
Türkiye’deki ‘emperyalizm’ (Batı ve özellikle de ABD) karşıtlığının ahlaki bir problemle malûl olduğunu ve istisnasız bütün temel siyasetlerin bunun dışında kalamadığını öne sürmüştüm (Serbestiyet, 22 Mart 2018).
Bu iddiayı temellendirmeye çalıştığım o yazının ikinci bölümünü, araya ertelemek istemediğim başka bir yazının girmesi nedeniyle bugüne bırakmıştım.
Kaldığım yerden devam ediyorum, fakat önce, geçen yazının girişinden bir paragrafla nasıl bir ahlaki problemden söz ettiğimi hatırlayalım.
“Bu problemi en özlü bir biçimde şöyle ifade edebilirim: Türkiye’deki bütün temel siyasi akımlar (muhafazakârlar, milliyetçiler, ulusalcılar, Kürtler, sol) ‘emperyalizm’i ‘mutlak kötü’ olarak tarif etmede ve bunu iç siyasette bir malzeme olarak kullanmada birleşiyorlar, fakat ‘emperyalizm’ herhangi biriyle ortak hareket etmeye meyledince onunla işbirliğinde hiçbir beis görmüyorlar. Bir siyasi akımın, birkaç ay içinde ABD ile birlikte hareket etme pragmatizminden ‘ilkesel anti-Amerikancılığa’, oradan da ‘mutlak kötü emperyalizm’ söylemine sıçraması Türkiye’de sıradan bir şey...”
Bu yazının ilk bölümünde önce bu tanımı açmış, ardından da herkesi Amerikancılıkla suçlayan ulusalcılığın sert ve ‘ilkeli’ anti-Amerikancılığının ‘error’ verip ABD’ye yanaştığı anları hatırlatmıştım.
Bu yazıda ise aynı tavrın muhafazakârlar, Kürtler ve sol için de geçerli olduğunu göstermeye çalışacağım. Önce Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarı üzerinden muhafazakârlar ve ABD...
Muhafazakârlar ve ABD
AK Parti, iktidarının ilk 10 yılında sözünü ettiğim ahlaki problemin dışında kalabildiği. Çünkü bu parti, öbür siyasi akımların tersine ‘ideolojik’ ve ‘ilkesel’ bir ‘emperyalizm’ karşıtlığı söylemini benimsemiyor, dolayısıyla kimseyi ‘Amerikancılık’la suçlamıyordu. Tersine, kendi dışındaki bütün akımlar tarafından ‘Amerikancılık’la suçlanıyordu.
Bu söylediğimden o yıllarda AK Parti’nin ABD ve Batı’nın işbirlikçiliği gibi bir siyasi pozisyonu benimsediği sonucu çıkmasın: Hayır, AK Parti iktidarının yaptığı, ABD ve Batı’ya ‘siyaset’ ölçüleriyle yaklaşmaktı. Dolayısıyla ABD ve Batı kendilerine karşı ‘iyi’ olduğunda onlar da ABD’ye ve Batı’ya sempati duyuyor, tersine ABD ve Batı kendilerine karşı ‘kötü’ olduğunda bu kez antipati duyuyorlardı.
Ne var ki AK Parti’nin 2012-2013’ten itibaren demokratikleşme ve refah odaklı bir siyasetten ‘dava’ odaklı bir siyasete geçmesiyle birlikte her şey değişti. AK Parti’nin söylemi ulusalcıların ideolojik söylemine yaklaştı, parti adeta ‘ilkesel anti-emperyalist, anti-Amerikan’ bir pozisyona sıçradı. Tabii madalyonun öbür yüzü de hiç gecikmeden kendini gösterdi; AK Parti ve onu destekleyen medya kendi dışındaki siyasi akımlardan şunu ya da bunu ‘Amerikancılık’la suçlamaya başladı.
İşte o andan itibaren AK Parti de ‘Amerikancılık’ suçlaması ahlaki bir poblemle malûl siyasi akımlar listesinin en üst sırasına yerleşiverdi. Çünkü bir yandan ABD’yi Türkiye’yi bölmek için ant içmiş ve bu yolda strateji geliştirmiş ‘üst akıl’ olarak kodluyor, bir yandan da oradan gelen her yumuşama sinyalinde gevşiyordu. Bu ağır çelişki en çok Obama’nın iktidarı Trump’a devredeceği sırada belirgin hale geldi. O dönemde ‘üst akıl’ sözcüğü hiç telaffuz edilmez oldu. Fakat Trump’ın da beklenildiği gibi çıkmaması üzerine eski söyleme geri dönüldü. Sonra Eylül 2017’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD’de Trump’la yaptığı görüşmeyle birlikte kısa bir süre için yeniden ‘iyi ABD’ günleri başladı (çünkü Trump o görüşmede “Türkiye ve ABD hiç olmadığı kadar yakın” demişti).
Ne var ki, iktidar yanlısı basının manşetlere çektiği bu söze rağmen işler beklendiği gibi gitmeyince yeniden ‘ideolojik’ anti-Amerikancılığa ve anti-Batıcılığa ricat edildi, ‘yerli ve milli’ olmayan herkes Amerikancı ve Batıcı ilan edildi; hâlâ o günlerin içindeyiz.
Kürtler ve sol...
‘Anti-Amerikancılık’ ve ‘anti-emperyalizm’, pragmatik siyaseti reddedip, ideoloji ve ilke temelinde siyaset yaptığını öne süren bütün siyasi akımların dillerine pelesenk ettiği bir slogan... Fakat iktidar ümidinin olmadığı anlarda ya da iktidarda ama Amerika ile ‘papaz’ olunan anlarda serâzâd dile getirilen bu slogan, Amerika’nın desteğini alma ümidi ortaya çıktığında halının altına süpürülüveriyor. Türkiye’nin ulusalcıları ve muhafazakârları öyle yapıyor da onları ‘Amerikancılık’la suçlayan Kürt siyaseti ve sol çok mu farklı davranıyor. Bence, hayır.
Geçtiğimiz şubat ayında CIA Başkanı Türkiye’yi ziyaret etmiş, Halkın Demokrasi Partisi (HDP) milletvekili Ertuğrul Kürkçü de twitter hesabından bu ziyarete karşı şöyle bir tepki göstermişti:
“Sırrı Süreyya Önder arkadaşımızın meşhur ettiği bir deyiş var; Azrailin can dağıttığı görülmemiştir. CIA'den hayır geldiği görülmemiştir. Gelmese daha iyidir!”
Sabah gazetesi yazarı Melih Altınok da bu anti-Amerikan tavrı problemli bulmuş, yazısında şöyle demişti:
“Türkiye'nin kimseden hayır beklediği yok ama bunu Obama yönetiminin giydirip, silahlandırıp koluna ABD arması bile astığı PKK-YPG'ye de söylediniz mi Kürkçü Bey?”
Ben, ‘Amerikancılık’ suçlamasındaki ahlaki problemi ele aldığım önceki yazılarımdan birinde bu satırları aktardıktan sonra Melih Altınok’un sorusunu haklı ve yerinde bulmuş, şöyle demiştim:
“İdeolojik ve ilkesel planda anti-emperyalist, anti-Amerikan olduğunu söyleyen bir siyasi hareket, ABD onun siyasi pozisyonuna yaklaştığında faydacı bir manevrayla anti-Amerikancılığını askıya alıyorsa, ideolojik ve ilkesel itirazların hiçbir hükmü kalmaz. Hakikaten: Ertuğrul Kürkçü gibi soldan gelip Kürt siyasi hareketine katılmış birinin, ABD ile YPG-PYD arasındaki ilişki ortadayken ilkesel ve ideolojik bir anti-emperyalizm söylemini sürdürmesi mümkün olabilir mi?”
Yok aslında birbirlerinden farkları
Gördüğünüz gibi aslında kimsenin kimseyi ‘Amerikancılık’la suçlayacak hali yok ama ortadaki açık ahlaki probleme rağmen herkes bunu yapıyor.
Sol’un ve sol eğilimli Kürtlerin anti-Amerikancılıklarının da tıpkı öbürleri gibi ‘ilkesel’ değil, siyasal yarara bağlı ‘esnek’ bir yapıda olduğunu gösteren başka bir örnek, ABD’nin Barzani’yi desteklerken ‘kötü’, PYD’yi desteklerken ‘iyi’ olması... Çünkü Barzani aşiretçi, sağcı, gerici fakat PYD solcu ve seküler!
Kendimi muhtemel yanlış anlamalardan sakınmak için şöyle bitireyim: Herhangi bir siyasi partinin ya da hareketin ABD ile iyi geçinme çabasında utanılacak bir şey yok. Tam tersine, varolan reelliklerin çerçevesi dahilinde siyaset yapmak zorunda olan herhangi bir siyasi organizma elbette dünyanın en büyük siyasi ve askeri gücü konumunda bulunan Amerika’nın desteğini arayacak ya da düşmanlığından sakınmaya çalışacaktır... Kimseyi suçlamıyorum, fakat Amerika’nın bütün ‘ilkesel ve ideolojik’ düşmanlarının, yeri geldiğinde nasıl ‘Amerikancı’ kesilebildiğini gösteren bunca tecrübeden sonra, kimse kalkıp kendi anti-Amerikancılığının ‘ilkesel ve ideolojik’ olduğunu öne sürmesin diyorum.
Kaynak: “Amerikancılık” Suçlamasında Kim Ne Kadar Tutarlı?lper Görmüş’ün konuyla alakalı şuana kadar yayınlanan yazı dizisinin iki bölümünü birleştirerek aşağıda ilginize sunuyoruz:
‘Amerikancılık’ Suçlamasındaki Ahlaki Problem / 22.03.2018 – Serbestiyet.com
Benim bıkmadan, usanmadan takip ettiğim, her vesileyle bir daha ele aldığım konulardan biri de, Türkiye’deki ‘emperyalizm’ (Batı ve özellikle de ABD) karşıtlığındaki ahlaki problem...
Bu problemi en özlü bir biçimde şöyle ifade edebilirim: Türkiye’deki bütün temel siyasi akımlar (muhafazakârlar, milliyetçiler, ulusalcılar, Kürtler, sol) ‘emperyalizm’i ‘mutlak kötü’ olarak tarif etmede ve bunu iç siyasette bir malzeme olarak kullanmada birleşiyorlar, fakat ‘emperyalizm’ herhangi biriyle ortak hareket etmeye meyledince onunla işbirliğinde hiçbir beis görmüyorlar.
Bir siyasi akımın, birkaç ay içinde ABD ile birlikte hareket etme pragmatizminden ‘ilkesel anti-Amerikancılığa’, oradan da ‘mutlak kötü emperyalizm’ söylemine sıçraması Türkiye’de sıradan bir şey...
Örneği en tazesinden verelim: Trump’ın ABD başkanı seçilmesinden sonra bütün anti-Amerikan eleştirilerini askıya alan, o kapsayıcı ‘üst akıl’ kavramsallaştırmasını bile unutan muhafazakâr iktidar ve medya çevreleri, Trump’ın da ‘dost’ olmadığının anlaşılmasından sonra hemen eski mevzlerine dönüverdiler. Bütün bunlar üç-beş ay içinde oldu; ‘Amerikan emperyalizmi’ herhalde bu süre içinde birkaç defa karakter değiştirmedi!
Daha da fenası, bir ana siyasi akım, çok değil birkaç ay önce kendisinin işgal ettiği pragmatik pozisyona yerleşen başka bir siyasi akımı derhal ‘emperyalizmin uşağı’ olmakla suçlayabiliyor ve buradaki ahlaki problemi görmüyor ya da görmek istemiyor.
“Anti-Amerikancılığın ‘error’ verdiği anlar”
Bu çerçevedeki ilk yazılarım 2009’a kadar gidiyor. Serbestiyet’te ise ilk olarak 2013’te konuyu ele almış, “Anti-Amerikancılığın ‘error’ verdiği anlar” başlığı altında ulusalcıların anti-Amerikancılıklarındaki ahlaki probleme işaret etmiştim.
O yazıları 2016’dan itibaren, aynı başlığı taşıyan fakat ‘ulusalcılar’ öznesinin yerini ‘muhafazakârlar’, ‘Kürtler’ ve ‘sol’ öznelerine terk ettiği başka yazılar izledi.
Bu yazıda, oralarda verdiğim örnekler yardımıyla Türkiye’deki ana siyasi akımların anti-Amerikancılıklarının ‘error’ verdiği anları hatırlayacak, böylece iddialarının tersine hiçbirinin tutumunun ‘ilkesel’ olmadığını bir kez daha göreceğiz.
İki bölüm halinde tasarladığım bu yazının ilk bölümünde ulusalcıların ‘ilkesel’ anti-Amerikancılıklarını, pazartesi günkü ikinci bölümünde ise muhafazakârlar ile Kürtlerin ve sol’un ‘ilkesel’ anti-Amerikancılıklarını ele alacağız.
‘İlkesel’ değil, sadece bir ‘kabuk’
2013’ün sonlarında Serbestiyet’te dört bölümde kaleme aldığım “Anti-Amerikancılığın ‘error’ verdiği anlar” başlıklı yazı dizisinde, ulusalcıların dilinden hiç düşmeyen ‘anti-Amerikancılığın’ iddia ettikleri gibi ‘ilkesel’ olmadığını, bir ‘kabuk’tan ibaret olduğunu, bu kabuğu sıyırıp da altına bakıldığında çok farklı bir manzarayla karşılaşılacağını gösteren örnekler üzerinde durmuştum.
Aynı yazıda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ABD’ye dair söyleminin ‘pragmatist’ bir karakter taşıdığını, bunun da ulusalcıların ‘Amerikan emperyalizmi’ söyleminden daha gerçekçi ve samimi bir tutum olduğunu dile getirmiştim:
“Türkiye’de Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı çevrelerin anti-Amerikancılığı ‘öz’e dair bir şey değil, bir kabuk... Bu kabuk, ABD’nin Türkiye’de kendi rakiplerini (Adalet ve Kalkınma Partisi - AK Parti) desteklemesi durumunda sertleşiyor, ABD’nin kendi rakiplerine karşı sertleşme eğilimi gösterdiği durumlarda ise yumuşuyor. Yani, ilk bakışta göründüğünün tersine ideolojik bir karşıtlık değil bu; siyasal yarara bağlı olarak şaşırtıcı esnemeler gösterebilen, gündelik bir ‘karşıtlık’tan söz ediyoruz.
“Diyebilirsiniz ki, bunun tersi de doğru... Yani, AK Parti ve onu destekleyenler de tıpkı ulusalcılar gibi ABD kendilerini desteklediğinde onunla ‘iyi’, karşı çıktığında ‘kötü’ oluyorlar... Elbette öyle... Reel siyasetten söz ediyoruz burada... Peki ben neden ikincilerin değil de birincilerin anti-Amerikan hallerindeki esnemeyi mesele ediniyorum? Nedeni açık: Çünkü sadece birinciler Amerikan karşıtlıklarının ‘ideolojik’ ve ‘ilkesel’ olduğunu öne sürüyorlar... Oysa AK Parti ve destekçilerinin böyle bir iddiaları yok. Onlar, bu meseleye ‘siyaset’ ölçüleriyle yaklaşıyorlar... Dolayısıyla ABD kendilerini karşı ‘iyi’ olduğunda onların da ABD’ye sempati duyması ya da tersine, ABD kendilerine karşı ‘kötü’ olduğunda bu kez antipati duymalarında kurcalanacak bir şey yok. İşte bu nedenlerle Türkiye’nin dindarlarının değil, Atatürkçü-Kemalist-ulusalcılarının ABD karşısındaki pozisyonları ilginç...”
(Pazartesi günkü yazıda ayrıntılandıracağım gibi, AK Parti’nin söylemi 2012-2013’ten itibaren ulusalcıların ideolojik söylemine yaklaştı, parti adeta ‘ilkesel anti-emperyalist, anti-Amerikan’ bir pozisyona sıçradı. Bu söyleme sık sık ‘pragmatik’ geri dönüş sinyalleri ve ortak hareket etme arzuları eşlik edince de AK Parti’nin anti-Amerikancılığındaki ahlaki problem giderek daha belirgin bir hal aldı. Fakat dediğim gibi, bu sonraki yazının konusu).
İlk uyarıcı: CHP ve Kılıçdaroğlu’ndaki âni değişim
2013’ün aralık ayında beni Türkiye’deki Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı çevrelerin anti-Amerikancılığını ele almaya iten sıcak gelişme, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile partinin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sert anti-Amerikancılığının birdenbire yumuşaması olmuştu.
Her şeyi unutuyoruz, dolayısıyla şimdi size tuhaf gelebilir (bana da başlangıçta öyle geldi): O tarihe kadar CHP, ABD’ye baktığında ‘bizi mahvetmek isteyen’ kararlı bir emperyalistten başkasını görmüyordu. Bu o kadar öyleydi ki, Kılıçdaroğlu ABD gezisine çıkmaya karar verdiğinde herkes az kalsın küçük dilini yutacaktı. İşte bu nedenle, Kılıçdaroğlu, Washington gezisinde partisinden yıllardır yükselen ‘anti-Amerikan’ sesler nedeniyle hayli zor durumlara düşmüştü... Amerikalılar kendisini sürekli olarak bu seslerle ilgili olarak sıkıştırmışlardı.
Ben de o zaman CHP’deki bu âni değişimi, Kemalistlerin ve ulusalcıların anti-Amerikancılığının ilk bakışta göründüğünün tersine ideolojik-ilkesel bir karşıtlık değil, siyasal yarara bağlı olarak şaşırtıcı esnemeler gösterebilen, gündelik bir ‘karşıtlık’ olduğunun örneği olarak göstermiştim. Şöyle demiştim:
“Peki, CHP neden bir zamanlar anti-Amerikan’dı da şimdi pro-Amerikan? Çünkü ABD o zamanlar AK Parti’yi destekliyordu, şimdi ise vazgeçmiş görünüyordu… Bu durumda, anti-Amerikancılığın hiç lüzumu yoktu…”
Bu, Türkiye’de ulusalcı anti-Amerikancılığın ‘error’ vediği ilk örnek değildi. Benzer durumlarda hep benzer sonuçlar ortaya çıkıyordu.
İlhan Selçuk’tan ABD’ye tavsiyeler
Mesela ulusalcılığın simge isimlerinden, Cumhuriyet gazetesi başyazarı İlhan Selçuk 2007 genel seçimleri öncesinde çok ilginç bir performans sergilemişti.
İlhan Selçuk seçime (Kasım, 2007) tam bir yıl kala 15, 16 ve 18 Kasım 2006’da kaleme aldığı üç yazıda ABD’nin, ne yaparsa bölgede yeniden itibar kazanacağını ABD Başkanı Bush’a anlatmaya girişmişti.
Selçuk, 15 Kasım 2006 tarihli ilk yazısında Bush’u ‘AKP’yi iktidara getirmekle’ suçlamış, ertesi gün de “Bush’un Türkiye siyaseti değişmeli” başlıklı yazısında ABD Başkanı’na bu günahından arınabilmesinin şifrelerini vermişti:
“Bush, Ortadoğu’da bir yeni istikrar arayışına yönelmek zorundaysa bu işe Türkiye’den başlaması aklın yoludur. (…) Amerika kaş yapayım derken göz çıkarıyor… Bugün ülkemizde Amerikan aleyhtarlığı görülmemiş biçimde yoğunlaştı, dinciler -iktidar dışında- ateş püskürüyorlar, ulusalcılar dincilerden geri kalmıyorlar. (…) Ortadoğu cehennem… Bu cehennemde ne yapacağını şaşıran Başkan Bush’un Türkiye’de dincilik ve bölücülük siyasetlerini bir yana bırakarak Atatürk’ün laik Cumhuriyetini Ortadoğu’da bir denge unsuru gibi düşünmesi gerekiyor…”
Görüldüğü gibi Türkiye’nin en anti-Amerikan figürlerinden biri olan İlhan Selçuk, açık açık ‘beni al, onu alma’ diyordu ‘ABD emperyalizmi’nin en tepedeki yöneticisine…
İlhan Selçuk’un 18 Kasım 2006 tarihli yazısı ise, bir samimiyet krizi sırasında kaleme alındığı duygusunu uyandıracak kadar netti:
“Bush yönetimi ne yapmalı?.. Bir yandan Ilımlı İslam Devleti tasarımında dinci iktidarı, öte yandan terör örgütü PKK’yi kullanarak Türkiye’yi sıkıştıran Başkan Bush bu tutumundan vazgeçmelidir; zararın neresinden dönerse dönsün, kârdır… AKP’nin toplum temelinde oy desteği zayıflıyor, geriliyor; ülkede Amerika düşmanlığı yükseliyor, yoğunlaşıyor… ABD’nin Ortadoğu tasarımında ‘revizyon’ a, Türkiye’de ise yeni bir iktidara gerek var!..”
Bu önermeden, şundan başka bir sonuç çıkar mı: Türkiye’de Amerikan düşmanlığı yükselmektedir, fakat ABD kafayı değiştirirse ve bu sayede İlhan Selçuk’un ABD’ye önerdiği rejim ülkede egemen olursa Türkiye’deki Amerikan düşmanlığı azalacaktır.
Tuncay Özkan ve Mehmet Haberal
O dönemlerin önde gelen iki başka ‘anti-Amerikan’ figürün bilinmeyen yanlarıyla devam edelim ve bu meselenin ‘ulusalcılar’ faslını tamamlayalım. Önce Tuncay Özkan...
Bir zamanlar liderliğini Tuncay Özkan’ın yürüttüğü “Biz Kaç Kişiyiz” diye bir platform vardı…
Bu platformun en belirleyici vasfı anti-emperyalizm temelinde ABD ve Avrupa Birliği karşıtlığıydı…. Platform, Tuncay Özkan cezaevine girdikten sonra da varlığını sürdürmüştü; Özkan da yazılarıyla siteye katkıda bulunuyordu.
Platform üyelerinin bir ‘mesih’ gibi gördüğü Tuncay Özkan, ABD Başkanı Obama’nın Türkiye’ye geldiği 5 Nisan 2009’dan birkaç gün önce Obama’ya hitaben öyle bir mektup yazdı ki, platformun üyeleri bile ayağa kalktı.
Platformun sitesinde yayımlanan mektup samimi tebrik cümleleriyle başlıyor, ABD Başkanı Obama’nın iktidarın bazı uygulamalarına ‘izin vermemesi’ talebiyle devam ediyordu:
“AKP iktidarı, ülkemi din faşizmine taşımaktadır. Siyasetin referansı İslami kurallar haline gelmiştir. (…) Bu din Faşizminin Türkiye’yi ele geçirmesi ve batılı bir demokrasi olma yolunda inanılmaz mesafe kateden ülkemi Hamas Örgütünün yanına koymasına, hukukun üstünlüğüne inanan vicdanınızla mı izin vereceksiniz”
O dönemde ‘Biz Kaç Kişiyiz’in sadık bir izleyicisiydim ve Tuncay Özkan’ın bu mektubuna üyelerden gelen yoğun tepkileri de not etmiştim. Sinirlenmekte, öfkelenmekte sonuna kadar haklıydı platformcular…
“Haberal: Ben Amerikalılara diyorum ki…”
İlhan Selçuk’un ve Tuncay Özkan’ın ‘Güzel Amerika’ya yaptıkları ‘aykırı’ çağrılar beni hiç şaşırtmamıştı. Bir başka önde gelen anti-Amerikan figür olan Mehmet Haberal’la ilgili gelişmeye de aynı nedenle hiç şaşırmadım.
Tuncay Özkan’ın Obama’ya mektubundan bir süre sonra açıklanan üçüncü Ergenekon iddianamesinde yer alan telefon tapelerine göre davanın en önemli sanıklarından Mehmet Haberal, telefonda Abdüllatif Şener’e şöyle demişti:
“Ben Amerikalılara diyorum ki, Türkiye dünyanın anahtarıdır. Sonra dedim ki o anahtarı çok iyi kullanacak bir yönetim Türkiye’nin başına gelsin, yoksa vay geldi halinize…”
İlhan Selçuk, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal… Türkiye’nin, konuştuklarında mangalda kül bırakmayan bu ‘tam bağımsızlıkçı’larının gerçek hissiyatları işte böyleydi.
*
‘Amerikancılık’ Suçlamasındaki Ahlaki Problem (2) / 29.03.2018 – Serbestiyet.com
Türkiye’deki ‘emperyalizm’ (Batı ve özellikle de ABD) karşıtlığının ahlaki bir problemle malûl olduğunu ve istisnasız bütün temel siyasetlerin bunun dışında kalamadığını öne sürmüştüm (Serbestiyet, 22 Mart 2018).
Bu iddiayı temellendirmeye çalıştığım o yazının ikinci bölümünü, araya ertelemek istemediğim başka bir yazının girmesi nedeniyle bugüne bırakmıştım.
Kaldığım yerden devam ediyorum, fakat önce, geçen yazının girişinden bir paragrafla nasıl bir ahlaki problemden söz ettiğimi hatırlayalım.
“Bu problemi en özlü bir biçimde şöyle ifade edebilirim: Türkiye’deki bütün temel siyasi akımlar (muhafazakârlar, milliyetçiler, ulusalcılar, Kürtler, sol) ‘emperyalizm’i ‘mutlak kötü’ olarak tarif etmede ve bunu iç siyasette bir malzeme olarak kullanmada birleşiyorlar, fakat ‘emperyalizm’ herhangi biriyle ortak hareket etmeye meyledince onunla işbirliğinde hiçbir beis görmüyorlar. Bir siyasi akımın, birkaç ay içinde ABD ile birlikte hareket etme pragmatizminden ‘ilkesel anti-Amerikancılığa’, oradan da ‘mutlak kötü emperyalizm’ söylemine sıçraması Türkiye’de sıradan bir şey...”
Bu yazının ilk bölümünde önce bu tanımı açmış, ardından da herkesi Amerikancılıkla suçlayan ulusalcılığın sert ve ‘ilkeli’ anti-Amerikancılığının ‘error’ verip ABD’ye yanaştığı anları hatırlatmıştım.
Bu yazıda ise aynı tavrın muhafazakârlar, Kürtler ve sol için de geçerli olduğunu göstermeye çalışacağım. Önce Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarı üzerinden muhafazakârlar ve ABD...
Muhafazakârlar ve ABD
AK Parti, iktidarının ilk 10 yılında sözünü ettiğim ahlaki problemin dışında kalabildiği. Çünkü bu parti, öbür siyasi akımların tersine ‘ideolojik’ ve ‘ilkesel’ bir ‘emperyalizm’ karşıtlığı söylemini benimsemiyor, dolayısıyla kimseyi ‘Amerikancılık’la suçlamıyordu. Tersine, kendi dışındaki bütün akımlar tarafından ‘Amerikancılık’la suçlanıyordu.
Bu söylediğimden o yıllarda AK Parti’nin ABD ve Batı’nın işbirlikçiliği gibi bir siyasi pozisyonu benimsediği sonucu çıkmasın: Hayır, AK Parti iktidarının yaptığı, ABD ve Batı’ya ‘siyaset’ ölçüleriyle yaklaşmaktı. Dolayısıyla ABD ve Batı kendilerine karşı ‘iyi’ olduğunda onlar da ABD’ye ve Batı’ya sempati duyuyor, tersine ABD ve Batı kendilerine karşı ‘kötü’ olduğunda bu kez antipati duyuyorlardı.
Ne var ki AK Parti’nin 2012-2013’ten itibaren demokratikleşme ve refah odaklı bir siyasetten ‘dava’ odaklı bir siyasete geçmesiyle birlikte her şey değişti. AK Parti’nin söylemi ulusalcıların ideolojik söylemine yaklaştı, parti adeta ‘ilkesel anti-emperyalist, anti-Amerikan’ bir pozisyona sıçradı. Tabii madalyonun öbür yüzü de hiç gecikmeden kendini gösterdi; AK Parti ve onu destekleyen medya kendi dışındaki siyasi akımlardan şunu ya da bunu ‘Amerikancılık’la suçlamaya başladı.
İşte o andan itibaren AK Parti de ‘Amerikancılık’ suçlaması ahlaki bir poblemle malûl siyasi akımlar listesinin en üst sırasına yerleşiverdi. Çünkü bir yandan ABD’yi Türkiye’yi bölmek için ant içmiş ve bu yolda strateji geliştirmiş ‘üst akıl’ olarak kodluyor, bir yandan da oradan gelen her yumuşama sinyalinde gevşiyordu. Bu ağır çelişki en çok Obama’nın iktidarı Trump’a devredeceği sırada belirgin hale geldi. O dönemde ‘üst akıl’ sözcüğü hiç telaffuz edilmez oldu. Fakat Trump’ın da beklenildiği gibi çıkmaması üzerine eski söyleme geri dönüldü. Sonra Eylül 2017’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD’de Trump’la yaptığı görüşmeyle birlikte kısa bir süre için yeniden ‘iyi ABD’ günleri başladı (çünkü Trump o görüşmede “Türkiye ve ABD hiç olmadığı kadar yakın” demişti).
Ne var ki, iktidar yanlısı basının manşetlere çektiği bu söze rağmen işler beklendiği gibi gitmeyince yeniden ‘ideolojik’ anti-Amerikancılığa ve anti-Batıcılığa ricat edildi, ‘yerli ve milli’ olmayan herkes Amerikancı ve Batıcı ilan edildi; hâlâ o günlerin içindeyiz.
Kürtler ve sol...
‘Anti-Amerikancılık’ ve ‘anti-emperyalizm’, pragmatik siyaseti reddedip, ideoloji ve ilke temelinde siyaset yaptığını öne süren bütün siyasi akımların dillerine pelesenk ettiği bir slogan... Fakat iktidar ümidinin olmadığı anlarda ya da iktidarda ama Amerika ile ‘papaz’ olunan anlarda serâzâd dile getirilen bu slogan, Amerika’nın desteğini alma ümidi ortaya çıktığında halının altına süpürülüveriyor. Türkiye’nin ulusalcıları ve muhafazakârları öyle yapıyor da onları ‘Amerikancılık’la suçlayan Kürt siyaseti ve sol çok mu farklı davranıyor. Bence, hayır.
Geçtiğimiz şubat ayında CIA Başkanı Türkiye’yi ziyaret etmiş, Halkın Demokrasi Partisi (HDP) milletvekili Ertuğrul Kürkçü de twitter hesabından bu ziyarete karşı şöyle bir tepki göstermişti:
“Sırrı Süreyya Önder arkadaşımızın meşhur ettiği bir deyiş var; Azrailin can dağıttığı görülmemiştir. CIA'den hayır geldiği görülmemiştir. Gelmese daha iyidir!”
Sabah gazetesi yazarı Melih Altınok da bu anti-Amerikan tavrı problemli bulmuş, yazısında şöyle demişti:
“Türkiye'nin kimseden hayır beklediği yok ama bunu Obama yönetiminin giydirip, silahlandırıp koluna ABD arması bile astığı PKK-YPG'ye de söylediniz mi Kürkçü Bey?”
Ben, ‘Amerikancılık’ suçlamasındaki ahlaki problemi ele aldığım önceki yazılarımdan birinde bu satırları aktardıktan sonra Melih Altınok’un sorusunu haklı ve yerinde bulmuş, şöyle demiştim:
“İdeolojik ve ilkesel planda anti-emperyalist, anti-Amerikan olduğunu söyleyen bir siyasi hareket, ABD onun siyasi pozisyonuna yaklaştığında faydacı bir manevrayla anti-Amerikancılığını askıya alıyorsa, ideolojik ve ilkesel itirazların hiçbir hükmü kalmaz. Hakikaten: Ertuğrul Kürkçü gibi soldan gelip Kürt siyasi hareketine katılmış birinin, ABD ile YPG-PYD arasındaki ilişki ortadayken ilkesel ve ideolojik bir anti-emperyalizm söylemini sürdürmesi mümkün olabilir mi?”
Yok aslında birbirlerinden farkları
Gördüğünüz gibi aslında kimsenin kimseyi ‘Amerikancılık’la suçlayacak hali yok ama ortadaki açık ahlaki probleme rağmen herkes bunu yapıyor.
Sol’un ve sol eğilimli Kürtlerin anti-Amerikancılıklarının da tıpkı öbürleri gibi ‘ilkesel’ değil, siyasal yarara bağlı ‘esnek’ bir yapıda olduğunu gösteren başka bir örnek, ABD’nin Barzani’yi desteklerken ‘kötü’, PYD’yi desteklerken ‘iyi’ olması... Çünkü Barzani aşiretçi, sağcı, gerici fakat PYD solcu ve seküler!
Kendimi muhtemel yanlış anlamalardan sakınmak için şöyle bitireyim: Herhangi bir siyasi partinin ya da hareketin ABD ile iyi geçinme çabasında utanılacak bir şey yok. Tam tersine, varolan reelliklerin çerçevesi dahilinde siyaset yapmak zorunda olan herhangi bir siyasi organizma elbette dünyanın en büyük siyasi ve askeri gücü konumunda bulunan Amerika’nın desteğini arayacak ya da düşmanlığından sakınmaya çalışacaktır... Kimseyi suçlamıyorum, fakat Amerika’nın bütün ‘ilkesel ve ideolojik’ düşmanlarının, yeri geldiğinde nasıl ‘Amerikancı’ kesilebildiğini gösteren bunca tecrübeden sonra, kimse kalkıp kendi anti-Amerikancılığının ‘ilkesel ve ideolojik’ olduğunu öne sürmesin diyorum.